Göreni Görebilme Bahtiyarlığı
Geçmişi çok değil, 7 yıl öncesine dayanan bir okul. 7 yıl önce 3-4 hicret erinin aşkın gayretleriyle ve 20 öğrenciyle eğitime başlamış. Sonra bu kadarcık bir zaman diliminde, olağanüstü başarılara sahip olmuş. Millî ve milletler arası yarışmalarda aldığı yüzlerce madalya var. Son 4 yıldır mezun vermekte olup bunların hepsinin üniversiteyi kazanmış olması ve ülkede üniversiteye giren en genç öğrenciyi (14 yaşında) yetiştirmesi gibi başarılar bu okulun başarılarından sadece bir kaçı.
Bu okul, başarılarıyla bulunduğu eyalette, hatta ülkede –özellikle matematikte– zirve olabilmiş bir okul. Ve en önemlisi de, başarılarını her sonraki yıla, geometrik olarak artan bir grafikle taşıyabilmiş bir okul. Bilhassa son yıllardaki ödül törenlerinde, ödüllerin neredeyse tamamını hanesine yazdırmış bir okul. Bulunduğu bölgede yüzlerce yıllık batılı okullar arasından, büyük bir hamleyle sıyrılmış, vakar ve ciddiyetle ülkemizi ve bizi, gerçek anlamda temsil edebilmiş bir okul. Eğitim bakanlığındaki önemli bir beyaz bürokratın; "Sizi biz, savaş meydanlarında kılıç sallayanlar olarak biliyoruz. Bu eğitim hamlesi de neyin nesi?" gibi sözleriyle, başarısı yüzlerce kez yetkililerce tescil edilmiş bir okul.
Bu tescillerden sonuncusu da, kasım ayı içinde, okul idarecilerini, eğitim kadrosunu ve bir grup okul öğrencisini makamında kabul eden eğitim bakanı tarafından yapılıyordu. Bakan hanım misafirlerine saatlerini ayırıyor, idarecileri dinliyor, adanmış eğitim kadrosunu dinliyor, sonra körpe dimağları dinliyor, dinliyor, dinliyor… Bu başarının sırrına muttali olmaya çalışıyordu. Bu sırra tam muttali olabildi mi bilemem. Ama hayret ve hayranlıkla şu cümleyi telaffuz ediyordu; "Keşke diğer okullarımız da böyle bir eğitim verebilse." Arkasından da 'İsteyin benden ne isterseniz' diyordu. İşte bu sözler bir tescildir, kabuldür.
Bir de bu başarıların eğitim bakanlığınca fiili tescili var ki o olay, burada çalışan–çabalayan, hizmetin ve hicretin hakkını vermeye çalışan arkadaşların takatlerinin çok fevkinde bir şey. 4,5 milyon nüfusu olan şehrimizde bakanlık, kendisine ait olan, milyonlarca dolar değerinde, mevcut okulumuzun hemen yanında, 78 dönümlük bir arsayı okulumuza devrediyor. Bunu sırf okulun başarılarından dolayı yapıyordu.
Devir işleminden sonra, arkadaşlarla biz; "İşte bu, bizim işimiz değildir. Olsa olsa Rabbimizin bir inayeti, bir lütfu ve bir ihsanıdır. İnsan eli buna yetişemez" dedik. Belki de, "Anadolu'nun ve Anadolu ile birlikte Avrupa'da yaşayan Anadoluluların dua ve himmetlerinin bir kabulüdür" dedik.
Evet bu bahsettiğim okul, –bir yönüyle– Afrika'da bir Avrupa ülkesi görünümündeki Güney Afrika'nın, Durban şehrindeki Star Koleji. Yeni adıyla 'Cemal Karacan Star Koleji' okulumuzun adını yeni değiştirdik. Çok değil bir-kaç gün önce. Çok mütevazı bir törenle. Mütevazı ama derin. Mütevazı ama çok anlamlı. Mütevazı ama hislerin coştuğu bir tören.
Tören dedim ama, bu mütevazı ve mana yüklü törenden önce şöyle bir değerlendirme yapmak doğru olsa gerek: Bir yerde birkaç çilekeş, el ele omuz omuza veriyor, can havliyle imkansızlıklara göğüs geriyor, maddenin sınırlarını zorlayıp tam manasıyla Rabb'e yaslanıyor, gece-gündüz tam bir tesanütle cehd ediyor, metanet ve sabır gösteriyor. Sonradan gelen kadrolar da aynı hassasiyetle taşın altına elini koyuyor. Aslında daha açıkçası Rabbimiz, Asrımızın Dertlisi'nin gösterdiği yoldan yürüyüp, kendisinin rızasına talip bir kadroyu bir yerde istihdam buyuruyor. Onları maddi – manevi muvaffak ediyor. Yaşadıkları beldede insanların sevgisini ve alakasını kazandırıyor. Sonra da, o insanların bu kadroya bir imkân vermesini lutfediyor. Kısacası bu prefabrik binalarda değil de alın size bir arsa diyor. Diyor ve öte yandan, dünyanın diğer yarımküresinde de başka bir civanmert ve cengâver hazırlıyor Rabbimiz Teala ve Tekaddes Hazretleri. Diğer yarımküredeki o civanmert de ;" Hamdolsun Rabbim sana. Bana dünya malını nasip ettin. Bir okul açmayı da müyesser kıldın. Acaba ikinci bir okulu Afrika'da açmayı lutfeder misin?" diye içten içe niyet ediyor.
Ardından bu niyetini, Asrımızın Dertlisi'nin Danimarka'daki bir sevenine açıyor bu civanmert iş adamı. Sonra da hem bu vesileyle, hem de hasretle tutuşan gönlüne birazcık su serpmek için, suyun ötesine gidiyor. "Hocam" diyor "Afrika'da, uygun görürseniz Durban'da, şu plan üzere, şu resimlerdeki gibi bir okul yapma niyetim vardı da…" Sonra. Sonra… O parmaklar! O parmaklar! Kürsülerde Rabb'e şehadet için kalkan o parmaklar! Mü'mine yol ve yön göstermek için kalkan o parmaklar! Evet o parmaklar, plan ve fotoğrafların bulunduğu dosyanın sayfalarını bir bir çeviriyor, çeviriyor… Ardından su dua ağzından dökülüyordu; "Allah (c.c.) senin birini on etsin." Sonra tekrar dönüyor; "Allah (c.c.) senin birini yüz etsin." diyor.
Bu cümleler, zafere koşan ordudaki erlerden bir er, –bilemiyoruz– belki komutanlardan bir komutan olan o civanmert işadamının, adeta okunun yayını geriyor. Ama bu nasıl bir gerilme böyle! O heyecanla hicret diyarı Durban'nın semalarında doğuyor yanındaki 3 dostuyla birlikte.
Üç dostuyla o. Beyninde, Asrın Dertlisi'nin gerdiği yay gibi ve cilaladığı ok gibi iradesi. Kalbinde, bütün hücreleriyle kendisine temenna durduğu Rabbi'sinin rızası. Arkasında da biz.
Ve birlikte geçirdiğimiz 3 koca gün. İçine bir çok şey sığmış 3 gün. Hasbihaller, nasihatler, dualar, müzakereler, inşaat sözleşmeleri, imzalar ve daha neler neler… Her biri ayrı ayrı yazılsa değer aslında. Ama ben son akşam bir yemeğimiz vardı. Sadece onunla iktifa etmek istiyorum. O, hakikaten hitam-i miskti. Sanki resmin tamamını yansıtıyordu. Hani biraz önce "mütevazı tören" demiştim ya. İşte o.
Arkadaşlarımızla birlikte, bunca fedakârlığı yapıp gelen, 3600 metrekarelik okulumuzu tek başına yapacak olan ağabeyimizi, personel ve bazı seçkin velilerimizle tanıştırmaktı niyetimiz.
Dışarıda, Durban'ın yaz sıcağında, rahmet yüklü bulutlar, ağırlıklarını, rahmet damlalarını bırakıyor ve adeta o kutluların sırtını sıvazlıyordu. Yer; yurdumuzun prefabrik mütevazı yemekhanesi. Katılımcılar; her din ve meslekten seçkin velilerimiz, bakanlıktan 1-2 yetkili ve bir kaç öğretmenimiz. Yemekler serviste. Misafirler oturmuş. Baş tacı misafirler başköşede. İçeri giremeyen belletmen ve öğretmenler, dış kapı önünde veya pencere parmaklıkları arasından içerideki muhteşem manzarayı temaşa ediyorlar ve bu tarihi olaya şahit olmak istercesine kıyamdalar. Konuşmalar öncesinde civanmert işadamı, "Hocam, bu programdan haberdar değildim. Hazırlık da yapmadım. Ne konuşurum simdi bu seçkin insanlar karşısında." diyor. Diyor ama ilk söz kendisinin. Konuşuyor… Hem de çok veciz konuşuyor. Böyle bir şeyi kendisine nasip ettiği için Rabbi'sine şükrediyor, "kardeşlerimizsiniz" diyor, eğitimin ve hayrın öneminden dem vuruyor, okulun açılışında da inşallah bulunacağını ifade ediyor. Sonra da "Hocamı ziyaret ettim. Niyetimi kendisine açtım. Onun dua ve teşvikleriyle buradayım." diyor. Bu gönülden çıkan sözler, salonda coşkulu bir alkışla mukabele görüyordu. Herkes çok manalı ve hayret dolu bakışlarla, bu fedakâr insanı süzüyor, "Bu nasıl bir haldir? Böyle karşılıksız fedakârlık olur mu? Milyon dolarlarını bir insan nasıl böyle verebilir?" diye hayret ve hayranlıkla izliyordu insanlar. Aslında bu gece bir şiir yazılıyordu. Bu, ilk kıtalarıydı sanki. Belli ki bu şiirin son kıtasına veya mısrasına zemin hazırlanıyordu. Kafiye orada konacaktı hakikatte.
Sonra misafirlerden isteyen söz alıp kısa kısa konuşmalar yaptılar. Kimisi okulun başarılarını sıralıyor, kimisi öğretmenlerin fedakârlıklarını anlatıyor, kimisi öğretmenlerin veli ziyaretlerindeki harikuladeliklere değiniyor, okul müdürümüz okulumuzun isminde yaptığımız değişikliği ilan ediyor, bakanlıktan gelen bürokrat da "Bakanlığa bağlı diğer okullarda, imkânlar çok ama böyle bir kalite yok." anlamında cümleler söylüyordu... Fakat istisnasız herkes fedakâr işadamımıza, sonsuz teşekkürlerini ifade etmeyi hiç ihmal etmiyordu.
Her şey söylendi, bütün hakikatler ifade edildi, bütün temenniler dile getirildi. Fakat o da ne!!! Programın başından beri, bir köşede, doktor eşiyle birlikte pür-dikkat olanları izleyen, Hintli Müslüman doktor bir bayan velimiz vardı. Tevazu ile söz istedi. Belli ki gecenin şiirinin son mısraını söyleyecekti veya kafiyesini o koyacaktı. Dışarıdaki rahmet yağmurlarına o da eşlik edecekti. Bir kaç giriş cümlesinden sonra, işadamı abimizin; "Hocamı ziyaret ettim…" şeklinde başlayan cümlesine atıfta bulunarak dedi ki; "Ben O senin hocanın kitaplarını çok okuyorum. Allah'a şükürler olsun ki, O'NU GÖRENİ GÖREBİLME BAHTİYARLIĞINI BANA NASİP EYLEDİ...." Aman Allah'ım bu nasıl bir ifadeydi böyle; "O'nu göreni görebilme bahtiyarlığı." Bir alkış tufanı! Tam bir duygu çözülmesi sanki. Salon acaba lerzeye mi gelmişti? Tarifi imkânsız bir atmosfer… Bir an gözlerim Hocamızın vefalı sevdalılarından Murat Abi'ye ilişti. Belli ki gözyaşlarını artık daha fazla bastıramıyordu. Onlar artık çoktan çağlayan olmuştu bile. Masadakiler de aynı hal üzere idiler. İhtimal ki ruhaniler de şahitti ve bu manzaraya alkış tutuyorlardı.
Ey Rab! Seni Gören'i göremedik. O'nu görenleri de göremedik. Onlar başka asırda yaşadılar çünkü. Ama bazılarımız itibari ile, bu asırda yaşayan, –biz şahidiz– sana meftun, –biz şahidiz– sana aşık, O Dertli'yi gördük. Bazılarımız da, O'nu görenleri gördük. Bu iki sınıf insanın dışında, halihazırda ve bu dairenin içinde, herhalde kimse de yoktur. Ne olur O Dertli'yi anlamayı nasip eyle. Ne olur içinde bulunduğumuz nimetlerin kadrini idraki de lutfet. Bizdeki kadir ve kıymet bilmemezliği ve ataleti de bertaraf eyle... Amin...
Göksal Çavdar, Güney Afrika / Durban
- tarihinde hazırlandı.