Sükûnet halindeki huşû

Seçim sonrası ilk ziyaretim. Tarih 3 Nisan 2014. Herkes gibi ben de merak halindeyim. Ne düşünüyor, nasıl bir halet-i ruhiye içinde. Çevreden duyduğum şeyler, aldığım haberler beni tatmin etmiyor. İlla gözümle göreceğim. Öğle namazına bir saat var. Talebeleri ve birkaç misafiri ile oturmuş muhabbet ediyor. Marifet-i İlahi’den bahis açılmış. Marifet, muhabbet, samimiyet, ihlas, dava düşüncesi, çile, ıstırap, dua sözünü ettiğim muhabbetten damlayan kelimeler ve kavramlar.

Şaşırdınız mı, diye sorabilirsiniz. Şaşırmadım desem yalan olur. Çünkü neredeyse bütün Türkiye’nin koro halinde cemaati seçim mağlubu ilan ettiği günlerdeyiz. Gazete manşetlerine bakın, çarşaf çarşaf bu mevzu işleniyor. TV programlarını izleyin, hemen herkes garazlı ya da garazsız; objektif veya sübjektif; edep, ahlak ve centilmenlik sınırları içinde veya değil tek bir dilden bunu anlatıyor ve bütün bunların ilk elden muhatabı olan Hocaefendi marifetten, muhabbetten bahsediyor. Şimdi ben size sorayım; siz olsanız şaşırmaz mısınız?

Muhabbet böyle; pekâlâ morali ve hissiyatı nasıl? Seçim sonuçlarının duruşuna yansıyan bir izi, emaresi var mı? İmam Gazzali Hazretleri’nin, İhya’sının başında anlattığı alimler ve özellikleri bölümünden bir cümlesini iktibas ederek cevap vermek isterim bu soruya. Orada der ki Gazzali; “Allah hiçbir kuluna ‘sükûnet halinde huşû’dan daha güzel bir elbise giydirmemiştir.” İşte ben Hocaefendi’nin moral ve hissiyatını ancak bu tesbit ile anlatabilirim; çünkü karşımda sükûnet içindeki huşu elbisesini giymiş bir âlim vardı.

Hocaefendi’yi yakından tanıyan birçokları belki itiraz edecekler şimdi bu tesbitime. Diyecekler ki: “Hocaefendi ne zaman çıkardı ki o elbiseyi?” Doğru söylüyorlar. Ben de katılırım bu itiraza. Son dönemini yakaladığım 80’li yılların ortalarında aranırken bile Hocaefendi farklı değildi. Polis, jandarma aramalarının söz konusu olduğu dönemlerde 10 kişilik talebe grubuyla her gün saatlerce tefsir, fıkıh, hadis okurduk ve Hocaefendi, bugünkü “sükûnet içindeki huşû” halinden farklı bir tavır sergilemiyordu.

Umarım nasıl bu kadar sakin olabilir diye sormuyorsunuzdur bana. Ufuk insanları bunlar. İçinde yaşadığı günü değil, ufkunun derinliği ve enginliğine göre 10 yıl, 50 yıl, 100 yıl sonrasını yaşayan kişiler böyle olur. Dolayısıyla lütfen kendi dar adesemizle dünyaya bakıp değerlendirmelerde bulunurken Hocaefendi ve emsali ufuk insanlarını ayrı tutalım; aynı kategorinin içine koymayalım. Yoksa yanılırız. Nitekim yanıldığımızı gösteren bir tesbitimi hatırlatayım sizlere; 12 Haziran 2011 seçimlerinden bu yana yaptıkları sohbetleri usul, enaniyet, mabeyn, hased üst başlıkları altında toplamış ve bu sohbetlerde Hocaefendi’nin bugünleri taa o zamanlardan gördüğünü ve kendine has bir dille uyarılarda bulunduğunu ifade etmiştim.

Neler konuşuldu? Gün boyu oradaydım. Farklı zeminlerde ve farklı zamanlarda birlikte olduk. Bir günü bir yazıya sıkıştırmama imkân yok. Kamuoyunun beklentisini de nazara alarak bu yazımda fazla yorumlara girmeden ve sıralamaya da dikkat etmeden aktarmaya çalışayım.

Salona girdiğimde marifetullah’ı elde etmenin en önemli yollarından birinin insanî değerleri ruhlara duyurma olduğunu söylüyordu. Hemen defter kalemimi çıkardım, devam ettiği yerden not almaya başladım. Şöyle dedi devamında: “Dünya genelinde umumi sulhu temin etme, dünyaya talip olmanın meşru olduğu yerdir. Ukbaya talip olma ise cennet arzusu, cehennem endişesi değil ancak Allah’ın rızasını elde etme amacıyla olmalıdır.” Sonra menfaatten dem vurdu. İnsanların dünyayı kabul ve bakış açılarına göre öncelemiş oldukları nesneler arasında menfaat varsa ve bunu hiçbir şeye değişmiyorsa, o zaman söz konusu menfaatini haleldar eden Cebrail (as) bile olsa tavır alabileceğinden bahsetti. Ardından; “Kim ne yaparsa yapsın, biz oturup kalkıp O’nu düşünelim. Dava olarak benimsediğimiz O’nun adını dünyanın dört bir yanında şehbal açmasını düşünelim. Karşımıza cennet ve cemalullah teklifleri dahi çıksa bu idealimizden vazgeçmeyelim. Vazgeçmeyi dava düşüncemize ihanet sayalım. Zira her ne olursa olsun, vazgeçme samimi olmadığımızın göstergesidir. O zaman da Allah, bazen müslim bazen gayrimüslimin eliyle tokat vurur bize. Çünkü Allah, lütuf ve ihsanlarını bizim tamamiyet ve natamamiyetimize bağlı olarak verir.”

İkindi namazından sonra oturuyoruz salonda. Elektronik levhada çıkan A.Nihat Asya’nın “Biz, kısık sesleriz, minareleri / Sen, ezansız bırakma Allahım! / Müslümanlıkla yoğrulan yurdu / Müslümansız bırakma Allahım!” dizelerini okuyarak söze başladı Hocaefendi. İlk cümlesi şuydu: “Biz tam Müslüman olamadık ama vatan toprağı da hiç Müslümansız kalmadı.”

Sonra belli bir müddet sustu, hiç konuşmadı. Gözlerini bazen sabit bir yere dikiyordu bazen de salondakilerin üzerinde gezdiriyordu. Her halinden bir şeyler düşündüğü belliydi. Hatta sabit bakışları, düşüncesini bir yere teksif ettiğini gösteriyordu. Zannediyorum kafasında alıp veriyordu. Bu türlü hallerden sıyrılınca ya hemen birkaç cümle söyler Hocaefendi ve siz anlarsınız ne düşündüğünü ya da hiç ilgisiz alakasız bir mevzuya girer. Eğer konuşur ve konuşmasını uzun tutarsa düşündüğü mevzuyu kafasında çözümlemiş, bir kanaate ulaşmış ve paylaşmakta mahzur görmüyor demektir. Öyle oldu. “Halk arasında bir söz var: Kendisine iyilikte bulunduğun kişinin şerrinden sakın” dedi önce ve devam etti: “Çok bedbince bir söz olarak bulurum bunu ben. Civanmertliğin, fedakârlığın önünü alan bir söz. Onun için değiştirdim ve bir levha yapıp kamp dönemlerinde çadırıma astım. Dedim ki: “Şerrinden korktuğun kimseye iyilikte bulun.” Zaten Efendimiz de (sas) “İnsan, ihsanın kölesidir” diyerek anlatır bunu. Evet, insan ihsanın kulu ve kölesidir. Öyleyse iyilik yap ama yaptığın iyilikleri başa kakma, güvenin, emniyetin temsilcisi ol.” Ve sohbet bu minval üzere aktı gitti.

Akşam namazı vakti yaklaştı. Yaklaştı dememe bakmayın, daha en az bir saat var ama dua saati var akşam namazından önce. Hep birlikte Rabb-i Rahim’imizin rahmet kapısının tokmağına topluca yapacağımız dualarla dokunacak, sonra akşam namazına duracağız. Abdest alacak veya tazeleyeceklere zaman tahsisi şart. Onun için odasına geçecek. Tam ayağa kalktığı anda elektronik levhada bir şey gördü. Hikâyesi ve hatırası olan kendisine ait şiirinin bir kıtası çıktı; “Kadrim bilinmedi deyip darılma!”

Ben bilmiyordum, şahsen bu şiirin böyle bir arka planının olduğunu. Yaklaşık 15 yıl önce çizgi değiştirmiş birisinin serzenişi karşısında çok şaşırmış Hocaefendi ve “Nerede O Yeminler?” başlığı ile yayınlanan bu şiiri yazmış. İsim vermedi, vasıflara da girmedi. Levhada yazdığı kadarıyla şiirin ilk kıtasını okudu. Kalbinin acısı ve hüznü, sesinin tonuna yansıyordu. “Kadrim bilinmedi deyip darılma! Bilinmeden göçüp gitti büyükler. Darılıp yerinden sakın ayrılma! Himmet bekler taşınacak bu yükler...” Sonra tek kelime ile “sağ olsun” dedi ve odasına girdi.

Ben de yazımı, şiirin geri kalanıyla bitireyim:

Sen azmedip yürü, bilenler bilsin!
Yürü ki zirveler rükûa gelsin,
Zorluklar karşında bir bir eğilsin,
Yolunu bekliyor yerler ve gökler.

Makam arzusu, mansıp düşüncesi,
Pusuda bekleyen menfaat hissi.
Yoktu önce bunların hiçbirisi,
İhlâs tütüyordu bütün emekler.

Bir yangın görürsen söndürecektin,
Koşup hemen içine girecektin,
And içmiştin, canını verecektin
Nerde o yeminler, nerde dilekler?..

Pensilvanya’da bugün böyle geçti…

Yarın Allah Kerim...