Bir âlim kişilik olarak Hocaefendi’nin profili
Hocaefendi'nin âlim kişiliğinin analizi bir iki makale ile ortaya konabilecek bir şey olmadığını ifade etmeliyim. Çünkü Hocaefendi bin dört yüz yıllık süregelen bir geleneğin mümessillerinden ve belki de son halkalarından birisidir.
İslam toplumunda, tarihinde, kültür ve medeniyetinde "âlim kişiliğin" dini, toplumsal ve kültürel rolü ortaya konmadıkça bu gelenek içerisinde neş'et etmiş herhangi bir âlimin bütün bir resmi çekilemez. Bu yüzden önce kısaca İslam toplumunda Peygamberden sonra en etkin kişilik olan âlimin ve ilim geleneğinin tezahürüne birkaç paragrafla temas edeceğim.
Tarihsel arkaplan
İslam hiç şüphesiz, bir "vahiy" ve "davet" olarak varlık sahnesine çıktı. Ve kısa zamanda ilk İslam toplumunun bütün dini, sosyal ve beşeri faaliyetlerinin merkezini oluşturdu. Kur'an ve Peygamber, bu ilk İslam toplumunun en güçlü tezahürüdür. Nitekim ilk Müslümanlar kendilerini tanımlarken bu iki kaynaktan başka ilmi referans ve araçlara ihtiyaç duymamıştı. Ama fetih hareketleri ile çeyrek yüzyılda Hint alt kıtasına kadar genişleyen İslam toplumu, bu bölgelerde farklı kadim dini, etnik, felsefi ve kültürel bir mirasla karşılaştı. Bölge halklarının kahir ekseriyeti çok kısa zamanda Müslüman oldu ise de, birçoğu eski felsefi, dini ve kültürel telakkilerini yeni dinin akîdevi ve ahlaki dünya görüşü içinde senkretize ederek muhafaza etmeyi sürdürdü. Bundan başka İslamın siyasal gücü içerisinde sinmiş görünse de bu yeni dini, hiçbir şekilde kendi dini ve kültürel temelleriyle hazmedemeyen önemli bir kültürel çevre de vardı. Bu kadim dini/kültürel bakiyeler uzun vadede İslam toplumu içerisinde bir tehdit oluşturuyordu. Çünkü fetih hareketleri süresince bu tür dini/felsefi/kültürel bakiyelerle yeterli düzeyde bir kelâmi ve felsefi hesaplaşma gerçekleşmedi. Bu dâhili tehdit, tedvin döneminde ilk İslami disiplinlerin hızla oluşumunun en büyük saiki oldu. Müslüman toplum artık hem kendisini ifade edebilecek hem de İslami değerleri savunabilecek güçlü teolojik, felsefi ve kültürel araçlara ve referanslara ihtiyaç duymaya başladı. Ve bu ihtiyacı İslami disiplinler karşılayacaktı.
İşte ilk İslami ilimlerin oluşmaya başlamasıyla birlikte İslam toplumunun, tarihinin, kültürünün ve topyekün medeniyetinin Peygamberden sonra en etkili ve belirleyici aktörü ve karizmatik şahsiyeti diyebileceğimiz "âlim kişiliği" de bu konjonktürde tarih sahnesine çıkmaya başlamıştır. Elbette âlimin İslam toplumundaki tezahürü yalnızca konjonktürel bir varoluş değildir. Çünkü İslamda "ilim geleneği" nin oluşmasını temin eden ve gerektiren yeterli dâhili sosyo-kültürel ve dini faktör vardı. Her ne kadar İslam bir vahiy olarak başladı ise de, kısa sürede hummalı bir ilmî disipliner faaliyete de vücut verdi. Sonraki kuşaklar için artık İslam yalnızca bir inanç ve davet nesnesi değil, aynı zamanda kültürel ve örgütlü bir dünya görüşünü de ifade ediyordu. Tedvin dönemi ile birlikte İslam ilim halkaları daha örgütlü bir yapıya kavuştu. Bu halkalar, İslamın akaid ve bilgi sistemine üstü örtük biçimde meydan okuyan dahili kültürel/dini unsurlara karşı, İslami vahyin süreklilik ve bütünlüğünü koruyacak yeni felsefi/ilmi araçlar da üretti. Ve bilindiği gibi bu örgütlü faaliyetin baş aktörü ve kurucu beyni her bir alanda uzmanlaşmış "ulemâ" idi. Böylece İslami ilimler hiyerarşisi geliştikçe ve oturaklaştıkça "âlimin" de İslam toplumundaki etkin ve belirleyici konumu sürekli arttı ve pekişti. Öyle ki, sanıyorum İslam medeniyetinin ve dünya görüşünün Hz. Peygamber (sav) den sonra en etkili kurucu aklı, düşünsel, toplumsal ve ahlaki referansı âlimdir dense mübalağa etmiş olunmaz.
İslam medeniyeti'nde âlimin rolü
İslam tarihinde, kültür ve medeniyetinde âlimin rolü hakkıyla kavranmadıkça, gerçek bir İslam tarih okuması yapılamaz. Çağdaş tarih okumalarına hakim olan tarz genelde kronolojik okumalardır. Sosyal tarih perspektifi bizde fazla gelişmiş bir alan değil. Bu olmayınca da tarih, halifelerin, şahların, padişahların, savaş ve barışların tarihi olarak okunuyor. Oysa tarihte hiçbir şahsiyet âlim kadar Müslüman toplumlar üzerinde saygı uyarmamıştır. Sosyal tarih perspektifiyle İslamın kalbine ve kılcal damarlarına indiğinizde âlim çıkar karşınıza. Bir anlamda bin dört yüz yıllık İslam dünya görüşünün üreticisi odur. İslam toplumu kültürel, siyasi, dini ve sosyal açıdan her tıkanışında onu yeni şartlarda yeniden üreten ve sistemleştiren âlim olmuştur. Bu yüzden bir âlim İslam toplumundaki tüm sorunlarla yakından ilgili olmak zorundadır. Bu onun resmi bir görevi olmaktan çok, manevi ve toplumsal bir mesuliyeti şeklinde belirir.
İslam ve Osmanlı tarih okumalarında medresenin İslam toplumundaki dini ve sosyal rolüne ilişkin fazla ciddi çalışma yok. Evet medreselerde okutulan ders ve müfredatla sınırlı pek çok çalışma var. Ama bu çalışmalar kesinlikle, okutulan kitapların yöntem ve metodolojik tesirlerini Müslüman toplumun zihni ve ahlaki dönüşümleri üzerinde yeterli düzeyde izleyemiyor. Birçok medresenin vakfiyesinde yer alan şey yalnızca müfredat ve okutulan kitaplar ve daha çok da alt yapılarıyla ilgili malumatlardır. Ulemanın İslam toplumu dahilinde sağladığı zihni ve ahlaki dönüşümün envanteri analitik bir bakışla ortaya konmadı henüz. Belki İslam medresesine yönelik gerçek anlamda fikri ve felsefi olarak en çok tartışılan ve açılan dosya ictihadi faaliyetin durmasıyla ilgili dosyadır. Bu tartışma da her yerde şaşılacak kadar genellemelere dayanarak yürütülmektedir. Mesela bir şerh geleneğinin gerçek anlamda entelektüel değeri üzerine piyasada ciddi bir kitap bile bulamazsınız. Sanki asırlardır süren bir çeşit tekrar ve geviş getirme ameliyesine indirgenerek daha baştan fikren mahkum edilmiştir. Oysa pek çok şerhte ulemanın ictihad ve tecdid kudretini haiz otoritesinin izlerini görmek mümkündür. Ama bu geleneğin kültürel kodlarına, ancak kendi tarihsel ve düşünsel köklerinden kopmadan, yine gelenek içerisinde üretilen metodolojik kalıplar üzerinden izlenmek kaydıyla ulaşılabileceğini gözden ırak tutmamalıdır. Bunun bütünüyle bir ihata işi olduğu sanıyorum izahtan vârestedir.
İslamı kendi iç dinamikleriyle anlamak
Bugün zihinler her alanda batı felsefesinin kültürel istilası altındadır. Piyasada İslam medeniyetinin ihyası ve yeni bir medeniyet tasavvuru çerçevesinde yazan İslamcı birçok kalem, insanı bunaltacak kadar batı düşüncesine referanslar yapmakta ve son derece modern bir arkaplanla yazmaktadır. İslam düşüncesinin krize girdiğini söyleyen pek çok İslamcı entel, Müslümanların geri kalışını neredeyse İslami aklın krizine indirger. Ve bu iddialarını somutlaştırırken İslami geleneğin aceleci bir yorumundan yola çıkarcasına yetersiz ve düzensiz teolojik metot ve argümanlarla hareket eder. Çok az araştırmacının gerçek referansı İslam kültür atlasıdır. Az sayıda akademisyen ve araştırmacı batılı düşünsel referanslara değinmeden, İslam düşüncesini modern toplum şartlarında kendi özgün metodolojik sınırları içerisinde kalarak yeniden üretebilecek imkânları sorgulamaktadır. Batı, çağdaş İslamcı entelektüelizmine öylesine nüfuz etmiştir ki görünmez biçimde onlarda kendi geçmiş kültürel evrenlerine karşı olan güveni sarsmış, kendi medeniyetlerinin onların zihni ve sosyo-kültürel hayatları üzerinde inşa ettiği süreklilik ve bütünlüğü parçalamıştır. Yeni medeniyet tasavvurları etrafında sıkça dile getirilen düşüncelerin epistemolojik çatısı, kesinlikle İslami geleneğin metodolojik kalıplarını içeriden izlemiyor. İslami aklın, fıkhi, kelami ve irfani epistemoloji içerisindeki tarihi seyrini, genişleme ve daralma hareketini, metodolojik imkanlarını, siyasi ve etik araçlarını ortaya çıkarmaya girişmiyor. İslami akıl ve bilgi üzerinde gerek üretim gerekse tüketim ve yapılanma aşamasında müdahil olan harici hegomanik unsurlar var mıdır varsa nelerdir bunların analizine kadar uzanmıyor. Usul ilminin İslami akla kazandırdığı epistemik imkanlar ile kelami ve irfani aklın Müslüman birey ve toplumun zihni ve ahlakı üzerindeki dönüştürücü potansiyeli somut olarak ortaya koymadan herhangi bir ihyadan söz edilebilir mi?
İşte İslam tarihinde İslami aklın tüm imkanlarını, bu aklın epistemolojik temellerini, kavram ve fikirleri doğuran mekanizmaları üreterek Müslüman toplumun dünya görüşünü örgütleyen baş aktör âlimdir. Ayrıca bunları üretmek ve örgütlemekle kalmaz, üretilen bilginin Müslüman toplumun zihni ve ahlakı üzerinde yaptığı değişimi yönetir, takip eder ve denetler. Bu konuda devlet ve iktidar erkinin toplum üzerinde doğrudan bir etkisi söz konusu değildir. Modern devlette bile kamu mekanizmaları akşam beşte kapılarını kapatır. Âlimin kapısı ise yedi çarpı yirmi dört saat daima halka açıktır. Âlim, toplumun kılcal damarlarında yaşar. Bunun anlamı, âlimin baş aktör olduğu dönemlerde İslam toplumunun kalbinde fıkıh, kelam ve irfan da dinamik olarak yaşıyordu. Âlim, geniş ilmî karîhası ve otoritesi ile İslami bilgiyi (fıkıh, kelam, irfan) toplumsal pratik içinde yoğurur ve pratize ederken, kâh bireysel ve sosyal ihtiyaçların gerektirdiği pragmatik yöntemlere, kâh daha uzun vadede İslami aklın teorik ve epistemolojik araçlarına baş vurur. Böylece âlim, İslami aklın epistemik temellerini atarken, bu aklın yasalarını da sistematize eder. Fıkıh, usul, kelam, tefsir, irfan ve belagat ya da lügat yasaları diyelim. Bu yüzden âlim kişiliğini merkeze almadan İslami aklın tam bir arkeolojisi yapılamaz.
Hocaefendi ve İslam ilim geleneği
İmdi, bu kısa değerlendirmeden sonra şunu söyleyebilirim ki Hocaefendi, klasik İslam ilim geleneğinin çağdaş bir mümessilidir. Son birkaç asırdır bu gelenek ciddi kırılmalara, kültürel dönüşümlere maruz kaldı ve velûdiyetini büyük ölçüde yitirdi ise de, ara sıra geniş ve ihatalı dimağlar yetişebilmiştir. Şahsen Hocaefendi'nin geniş ilmi karîhasıyla, manevi ve sosyal etkin kişiliğiyle bu geleneğin önemli ve yüksek düzeyde bir mümessili olduğunu düşünüyorum. Günlük kullandığı dili ve söylemi bile bu uzun geleneğin mirasını günümüze taşıdığının bir göstergesidir. Hemen her sohbeti, klasik İslami ilimlerin metodolojik temellerini hassasiyetle yansıtmakta, örnekleme ve temellendirmelerde İslami aklın ürettiği fıkıh, kelam, usul ve irfan epistemolojisini sıkı sıkıya takip etmekte ve her söylemi mutlaka İslam medeniyet tasavvurunun ihyacı bir arka planına yaslanmaktadır.
Hocaefendi'yi ele alırken daima aklıma bir benzetme yapmak gelir. Yazıları, makale ve şiirleri, sohbet ve hitabeleri, konuşmalarında kullandığı zengin malzeme ve kendine has üslubu ile onu hep büyük bir ansiklopediye benzetirim. Şiirden felsefeye, kelamdan fıkıh, usul, ahlak ve içtimâiyâta, aklî melekeleri zorlayan derin irfânî tahlillerden nefis terbiye tekniklerine kadar tam bir okyanus ve ansiklopedidir. Oraya daldığınız zaman insan aklının ve kalbinin tüm tecrübe alanlarına girer çıkarsınız.
Âlim, ârif, hakîm
İslam ulema geleneğinin ortaya çıkardığı "dinî ve sosyal liderlik" profiline baktığımızda aslında daima bu derin aklî ve ruhî tecrübeyle karşılaşırız. İslamî gelenekte dinî ve sosyal liderliği üstlenmiş âlim şahsiyetlerde olduğu gibi Hocaefendi de, İslam'ın bütün aklî ve ruhî mirasını derlemiş "âlim, ârif ve hakîm" bir kişiliktir. Ancak o, İslamî mirastan aldığı her şeyi güçlü kişisel fikrî, ruhî ve manevî tecrübeleriyle yeniden yorumlayarak sistemleştirmiştir. Geçmişten ve mirastan aldığı her şeye kendi rengini vermiş, yeni terkiplerle yeni kalıplara ve yeni yorumlara ulaştırmıştır. Ele aldığı her konuda bu güçlü ve derin kişisel tecrübenin tesirini görmek mümkündür. Evet Hocaefendi, fıkıh, kelam, tasavvuf, hadis, felsefe, lügat, Kur'an nükteleri, edebiyat, belagat, sanat, estetik ve yoğun duygu/mânâ yüklü üslubuyla tam bir ansiklopedidir. Onun üslubu, geniş bir kültürel kaynak atlasından beslenmektedir.
Felsefî kabule göre İslam düşünce geleneği içerisinde epistemolojik bir çerçeveye sahip üç temel referans sistemi ortaya çıkmıştır; beyan, bürhan ve irfan. Buna göre İslamî disiplinlerin hemen hepsi "beyan" referans sistemi içerisinde yer alıyor. Yalnızca felsefî ve aklî ilimler "bürhan", tasavvuf da "irfan" referans sistemi içinde kalmış oluyor. Pek tabii olarak bu tasnif pek çok açıdan eleştirilebilir. Mesela "fıkıh, kelam ve usul" ilmi niye aynı zamanda "bürhan"ın içerisinde değerlendirilmesin. Özellikle de "fıkıh ve usul", İslam'a özgü akletme biçimi olarak sayılabiliyorken. Başka eleştiriler de yapılabilir. Ama genel olarak bir İslam düşünce geleneğinden söz ederken esasında, düşünsel ve epistemik bir referans sisteminden de söz etmiş oluyoruz. Dolayısıyla İslamî aklın bu üç farklı referans sistemi içerisinde teşekkül ettiğini söyleyebiliriz, bu açıdan çok da mahzuru yok.
Peygamber vârisliği meselesi
İmdi Hocaefendi'yi tanımlarken kısmen "Âlimler peygamberlerin vârisleridir." hadisinden, kısmen de meşhur Cibril hadisinden yola çıkarak bir temellendirme yapacağım. Buna göre Hz. Peygamber'in (sas) ilmî mirasının üç alanda gerçekleştiğini söyleyebiliriz; ilim, irfan ve sosyal davet. İslam tarihinde ulemanın verasetinin de bu üç alanda gerçekleştiğini söylemek mümkündür.
İslam toplumu fizîken genişledikçe, kendi inanç sistemini yeni nesillere aktaracak ve karşılaştığı yabancı kültürel ve dinî referans sistemlerine karşı kendini müdafaa edecek ilmî araçlara ihtiyacı da arttı. Bu yüzden kısa sürede her alanda hummalı bir ilmî çalışma gözlemlendi. İslamî miras bir taraftan korunurken diğer taraftan ilim halkaları geleneği içerisinde sistematize edildi. Böylece ilk asır nihayete ererken İslam düşüncesi hemen bütün yönleriyle teşekkül etmeye başlamış oldu. Sonraki üç dört asır boyunca İslam mirası bütün bir İslam dünya görüşünü örgütleyebilecek bir fikrî/felsefî sistematiğe ve güce kavuştu. Bu hummalı ilmî çaba içerisinde Hz. Peygamber'in ilmî ve irfanî mirasının vârislerinin profili de ortaya çıkmaya başladı. İlmî mirasın içerisine fıkıh, kelam, tefsir, hadis, isnad, lügat, belagat, tarih, felsefe vb. hemen bütün klasik İslamî ilimler dahil edilebilir. İrfanî miras içerisine de tasavvuf, ahlak ve kısmen metafiziği dahil edebiliriz. Davet ve tebliğ esası ise İslam'ın temel amaçlarından birisi olarak doğrudan ve dolaylı bütün faaliyetleri geriden motive eden temel bir saik olmuştur her zaman. Bu açıdan İslam tarihinde bu üç profilden en az birisine uygun bir âlim kişilik her devirde ortaya çıkmıştır. Bazıları ilmî, bazıları irfanî mirasa bazıları da ikisine veya az da olsa üçüne birden vâris olan ulema profili ortaya çıkmıştır. Hem âlim hem ârif ve hakîm kişiliklerine sahip ulema profili oldukça yaygın tezahür etmiştir. Ancak aynı zamanda davetçi kimliği ile öne çıkan ulema sayısı fazla değildir. Tabii tebliğ ve davet kelimelerinin geniş anlamıyla yani her tür irşad faaliyetini kapsayacak şekilde değil de doğrudan İslamî tebliğ kapsamını kastediyoruz burada. Yoksa İslam toplumu dahilinde elbette her tür ilmî faaliyet de bir nevi irşad faaliyeti kapsamına dahildir.
Hasan Basri, Muhasibi, Gazali gibi şahsiyetler hem âlim hem ârif profili içerisine dahildir. Ama mesela bir Taftazani bir Seyid Şerif Cürcani -ki ilmî telakkileri ve otoriteleri ile Osmanlı medresesini ve ilim faaliyetinin epistemik temellerini atarak neredeyse beş asır bu faaliyetleri geriden yönetmiş kişiliklerdir- daha çok birer âlim profili içerisinde tanımlanır. Hiç şüphesiz İslam tarihinin en etkili âlim kimliği Gazali, sûfi (ârif) kimliği de İbn Arabi'dir. Burada ilim ve irfan halkasının bütün pehlivanlarını saymaya kalksak sayfalar tutar.
Klasik ulema geleneğinin son halkalarından
Şahsen Hocaefendi'yi de İslam tarihinin klasik ulema geleneğinin son halkalarından birisi olarak tanımlıyorum. Hiç kuşkusuz Hocaefendi, klasik İslamî disiplinlerin hemen hepsinde tebarüz etmiş bir ilmî şahsiyettir. Fakat aynı zamanda geniş bir davetçi kimliğe ve sosyal liderlik profiline de sahiptir. İslam tarihinde çok az âlime nasip olmuş vüs'atte bir etki ve nüfuz alanına sahip olmuştur. Güçlü ve samimi hitabeti, geniş ilmî ve irfanî karihası ile oldukça farklı kesimlerden insanı etkilemekle birlikte maalesef ilmî otoritesi, tefekkür kudreti, modern dönem felsefe geleneklerine olan vukufu aynı ölçüde bilinmemektedir. Bunda mütevazı kişiliğinin etkisi olduğu kadar, kamuoyunda daha çok yoğun irşad, eğitim ve rehberlik faaliyetlerinin gündeme gelmiş olmasındandır.
Eserlerinden önemli bir bölümü tabii bir ortamda kendiliğinden gelişen sohbetlerinden, sorulan sorulara verdiği cevaplardan, vaazlarının yazıya aktarımından oluşmaktadır. Bir de bazı ilmî-edebî dergilere yazdığı baş makaleleri bir araya getirilerek kitaplaştırılmıştır. Ancak "Kalbin Zümrüt Tepeleri" adlı seri, tasavvuf alanında tebarüz eden son derece orijinal bir eserdir. Mesela bundan beş asır önce yazılmış olsaydı muhtemelen üzerine onlarca şerh yapılabilirdi. Yani şerh geleneği içerisinde klasik bir metin formuna sahiptir. Erbabı bu eserde Hocaefendi'nin geniş ilmî karihasını, tahlil ve terkip kudretini, fıkıh, usul, kelam ve mantık arkaplanını görebilir. Bu eser dikkatli bakıldığında İslamî disiplinlerde üç farklı (beyan, bürhan, irfan) referans sisteminin bütüncül bir episteme içerisinde birleştirildiğini fark edebilir. Klasik sufi metinlerden ayrı olarak burada ele alınan irfanî kavramlar, yalnızca irfanî alana hapsedilmeyip, çağdaş Müslüman bireylerin sosyal ve ahlaki pratikleri içerisinde tanımlanarak temellendirilmiştir. Bundan başka eserin fikrî örgüsü, bir açıdan klasik İslamî aklın örtük bir eleştirisini de içerir. Yani İslamî akıl geçmişte üç farklı referans sistemiyle Müslüman toplumlarda fikrî, siyasî ve toplumsal bir ayrışmaya da sebep olmuştur. Bu ayrışma geniş bir şekilde bugün bile sürmektedir. Öyle ki geçmişte yaşanan bu zihnî, fikrî, siyasî ve toplumsal ayrışma, bugün İslam toplumlarında sürekli genişleyen yatay bölünmeleri de geriden beslemeye devam etmektedir. Kalbin Zümrüt Tepeleri, örtük biçimde bu İslamî bilgi sistemindeki farklı referans ve epistemolojik temelleri bütünleştiren bir metodolojik çerçevede sunmaktadır. Hocaefendi, burada geliştirdiği bütüncül epistemoloji ile çağdaş Müslüman toplumlardaki zihnî, kalbî, toplumsal ayrışmayı ve ahlakî savrulmayı aşmaya çalışmıştır.
Hocaefendi'nin kişiliği ve medeniyet tasavvuru
Diğer taraftan Hocaefendi'nin ilmi ve mütefekkir kişiliği bu eserlerinden çok, doğrudan kendi kişiliği yakından tanınarak ancak hakkıyla anlaşılabilecek bir şeydir. Yıllardır şöyle ya da böyle sohbetlerinde bulunmuş, derslerini takip etmiş, sorular sormuş ve yakın gözlemlerde bulunmuş bir insan olarak şunu söyleyebilirim ki Hocaefendi, İslam ilim geleneğindeki bu üç eğilimi temsil eden bir ilmî karîhaya sahiptir. Konuşmalarının içeriği daima bu üç alandan referanslarla doludur. Diyelim ki yalnızca fıkıh ve usul alanıyla ilgili bir konuyu tartışırken bile konuyu tek alana hapseden akademik yöntem gibi orada bırakmıyor. Bu konunun içeriğinin toplumsal ve kültürel izlerini de sürüyor. Ele aldığı fıkhî veya usûlî ilkenin; ahlakî, zihnî ve epistemolojik muhtemel bütün sonuçlarını tartışarak detaylandırıyor. Bundan başka daha geniş olarak da Hocaefendi, bütün konuşmalarında, "bir medeniyet tasavvuruna" bağlı kalıyor. Söyleminin fikrî, felsefî, teolojik argümanları, İslam bilgi sistemindeki bu üç referansın epistemolojik kökenlerine kadar uzanıyor. Özellikle baş yazılardaki kavramsal örgü, daima mahruti bir içerikle açık bir medeniyet tasavvuru inşasına vurgu yapıyor.
Görüş ve yöntemlerini beğenmeseniz de...
Son olarak tekrar ifade etmek gerekir ki Hocaefendi, uzun asırlar boyunca İslam toplumlarının dünya görüşünü örgütleyerek, onlarda zihnî ve kültürel dönüşümü sağlayan, bu dönüşümü bütün toplumsal ve ahlakî sonuçlarıyla takip eden ve yöneten klasik bir âlim profilinin canlı örneğidir. Geniş ve karizmatik ilmî ve manevî şahsiyetiyle, sade, mütevazı ve zahid yaşamıyla uzun İslam ilim geleneğinin son halkalarından birisidir. Kadri bilinsin ya da bilinmesin, kendisine yönelik son günlerdeki yakışıksız ve talihsiz söz ve çıkışları, dünya ve makam zaafı ve sevdası adına gösterilen densizliği, ikinci sınıf zamane entellerin insafsız ve iz'ansız sataşmalarını hak etmemiştir. Dünyevî ve son derece modern kazanımlar adına koca bir geleneğin son mümessillerinden birine yapılan bu zulüm elbette karşılıksız kalmayacaktır. Düşmanların düşmanlığı unutulur gider ama dostların gadr ve vefasızlığı Rahman'ın arşını bile ihtizaza getirir. Burada olmazsa orada, ama mutlaka.
Görüş ve yöntemlerini beğenmeyebilir, insafla ve ilmî kriterlerle eleştirebilir hatta umursamayabilirsiniz. Ancak dil ve söylemi bu kadar etik ve estetikten uzak, edep ve insaf sınırlarının aşağısına çekmek tek bir şeyle izah edilebilir; ahlakî çürümüşlük ve psikolojik çökmüşlük. Bu denî üslup, kırsal, kaba ve despotik tavır İslamcı siyasal söylemi de çürüttü ve ipini kopardı. Eleştiri ve tenkidin insaf ve ahlakî duvarlarını yerle bir etti. Bu dil mutlaka geriye dönerek siyasal İslamcıları vuracaktır. Türkiye'de dil ve üslubun bir ahlak bariyeri vardı. Bu bariyer, laik kesim içinde bile tarumar edilmemişti. İslamcı siyasetin elinde dip yaptı. Allah encamımızı hayreylesin.
- tarihinde hazırlandı.