• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Biat Kültürü

Soru: Meselenin mahiyetini bilmeyen bazı kimseler Hizmet hareketine gönül vermiş insanları “akıllarını birilerine ipotek etmekle” ve “kayıtsız şartsız biat etmekle” suçluyorlar. Bu iddiaların gerçeklik payı var mıdır?

Cevap: Bilindiği üzere biat, İslâm’la beraber doğmamış olsa da İslâm’da önemli bir esastır. Kur’ân ve Sünnet’te konuyla ilgili pek çok âyet ve hadis yer aldığı gibi, Allah Resûlü’nün ve Raşit Halifelerin hayatlarında da biat, farklı şekillerde tatbik edilmiştir. Arapçadaki ifadesiyle bey’at veya Türkçe’deki yaygın kullanımıyla biat, insanın bir dine, sisteme veya o sistemin temsilcisi olan şahsa bağlı kalacağına ve bu bağlılığın gereklerini yerine getireceğine dair söz vermesidir.

Biat, İslâm kültüründe en geniş anlamıyla devlet başkanı seçilen yöneticiyle halk arasında yapılan akdi ifade eder. Bu akde göre devlet başkanı ehliyetini koruduğu ve kendisine düşen görevleri yerine getirdiği sürece vatandaşlar da ona itaat etmeye ve bağlı kalmaya devam edeceklerdir.

İslâm’da Biat

Kur’an ve Sünnet’te biatla ilgili farkı uygulamalar yer almaktadır. Mesela Kur’ân-ı Kerim, وَإِذْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنْصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُوا أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُوا وَأَنَا مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ“Hatırla ki Allah peygamberlerden şöyle bir söz almıştı: ‘Size kitap ve hikmet verdiğimde, ardından, size verilenleri tasdik eden bir peygamber gelirse, ona mutlaka iman edecek ve mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu kabul edip bana kesin bir şekilde söz veriyor musunuz?’ buyurmuştu. ‘Kabul ettik.’ dediler. ‘O hâlde şahit olun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim.’ buyurdu.” (Âl-i İmrân, 3/81) âyetiyle Allah’ın, Hz. Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) önceki peygamberlerden söz almasından bahsetmiştir ki bu, Allah tarafından bir biat talebidir.

Esasında kendilerinden böyle bir biat alınan peygamberlerin birçoğu kendilerinden sonra gönderilen diğer peygamberlerle karşılaşmadıkları gibi, onların hiçbirisi Hz. Muhammed’le de (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) karşılaşmamıştır. Dolayısıyla böyle bir sözün birinci muhatapları peygamberler gibi görünse de gerçekte bu, onların şahsında ümmetlerine bir mesajdır.

Evet, Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede, peygamberleriyle ve onların şahsında ümmetleriyle yapmış olduğu bir mukaveleden bahsetmektedir. Bu mukaveleye göre onlardan şunu talep etmektedir: “Sizden sonra gelen hangi peygambere yetişirseniz ona iman edin ve onu kabullenin. Musa’ya yetişirseniz onu kabullenin. Davud’a yetişirseniz onu kabullenin. İsa’ya yetişirseniz onu kabullenin. Muhammed Mustafa’ya (aleyhimü’s-salâtu ve’s-selâm) yetişirseniz de onu kabullenin.” Bunun karşılığında peygamberler de topyekûn bunu kabul ve ikrar etmişlerdir. Artık böyle bir söz alma ve biat gerçekleştikten sonra bundan dönme Allah’a karşı büyük bir günah ve büyük bir vebaldir. Eğer döneklik, O’na ait bazı hususiyetleri içine sindirememe seviyesinde ise dalâlet; itikat seviyesinde ise irtidattır.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de Cenâb-ı Hak’tan aldığı ve peygamberler geleneğinde rüsuh ve sübut bulmuş biat hakikatini ömrünün farklı dönemlerinde tatbik etmiştir. Mesela O (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamberliğin başlangıcının on birinci ve on ikinci senelerinde Akabe’de bir araya geldiği Medine’li Müslümanlardan biat almıştır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada teker teker onların ellerini sıkmış ve Medine’ye gittiğinde kendisini canları gibi koruyacaklarına ve İslâm’a hizmet edeceklerine dair onlardan söz almıştır. Onlar böyle bir biat karşılığında ne kazanacaklarını sorduklarında Allah Resûlü, “Cennet” cevabını vermiş; onlar da buna razı olmuş ve bundan duydukları memnuniyeti izhar etmişlerdir. Bu sırada Allah Resûlü’nün yanında bulunan Hz. Abbas onlara, “Siz, neye biat ettiğinizi (bu biatınızın size nasıl bir sorumluluk yüklediğini) biliyor musunuz?” diyerek meselenin önemine ve ağırlığına dikkat çekmiştir.

Aynı şekilde Allah Resûlü, Medine-i Münevvere’yi teşrif ettiğinde Medine halkı tek tek gelerek Efendimiz’e biat etmişlerdir. Allah Resûlü’nün Medine’ye hicretinin üzerinden yıllar geçtikten sonra bile yeni Müslüman olanlar O’nun yanına gelerek biat etmiş ve sadakatlerini ortaya koymuşlardır. Hatta İnsanlığın İftihar Tablosu, Hudeybiye’de bulunduğu sırada Mekke’ye elçi olarak gönderdiği Hz. Osman’ın öldürüldüğü yönünde haberler gelince, daha önce kendisine biat etmiş olan sahabeyi toplayarak onlardan bir kere daha biat almıştır.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabından almış olduğu bu biatlar, İslâm’ın getirmiş olduğu sisteme, bu sistemin temsilcisine ve bu sistemi vaz eden Zat’a, dolayısıyla Allah’a karşı bir söz verme manasına geliyordu.

Biat, zamanla sahabe arasında oturmuş, sistemleşmiş ve bir gelenek hâlini almıştır. Dolayısıyla bu uygulama Raşit Halifeler döneminde de devam etmiştir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali halife seçildiklerinde sahabe onlara biat etmişlerdir. Uygulanma şeklinde değişiklikler olsa ve zaman zaman mesele asıl yörüngesinden saptırılsa da bu uygulama daha sonraki asırlarda da Müslümanlar arasında varlığını devam ettirmiştir. Yani bir yönüyle vatandaşlar biat vasıtasıyla başlarındaki yöneticiyi kabul ettiklerini ortaya koymuşlardır. Hatta bu uygulama sadece devlet başkanıyla vatandaşlar arasında olmamış, zaman zaman değişik tarikatların başında bulunan şeyhler de kendilerine bağlı olan insanlardan biat almışlardır.

İnanç ve İdeal Ortaklığı

Konunun daha iyi anlaşılması adına biatla ilgili yaptığımız bu kısa izahtan sonra şimdi meselenin Hizmet hareketine bakan yönü üzerinde durabiliriz. Öncelikle ifade etmek gerekir ki Hizmet gönüllülerinin kayıtsız şartsız “üstlerine” biat ettiğini iddia eden kimseler meselenin mahiyetinden habersizdirler. Bu tür iddialar, iddia sahiplerinin Hizmet’i bilmediklerini gösterir. Zira Hizmet gönüllülerini bir araya getiren ve bir arada tutan bağ ne hiyerarşik bir sistemdir ne emir-komuta zinciridir ne de birilerine verilen biat sözüdür. Bilâkis inanç, mefkûre ve gaye birliği onları bir arada tutmakta ve ortak hedeflere yönlendirmektedir. Bunu, Cuma veya bayram namazı kılmak için camide toplanan veya tavaf yapmak için Kâbe’nin etrafında halkalanan ya da hac menasikini yerine getirmek için Arafat’ta duran insanların hâline benzetebiliriz. Nasıl ki ortak inançlar ve müşterek hedefler bu insanları bir araya getiriyor ve aynı ibadetleri yaptırıyorsa, bir kısım ortak inanç ve idealler de Hizmet gönüllülerini bir araya getiriyor ve onların beraber hareket etmelerini sağlıyor.

Nedir bu ortak hedefler? Mesela Hz. Pir’in dile getirdiği üç büyük hastalık olan cehalet, iftirak ve fakirlikle mücadele etmek Hizmet gönüllüleri için çok önemli bir hedeftir. Nitekim bugüne kadar Hizmet gönüllüleri cehaleti giderme adına ciddi bir ilim seferberliği başlatmış ve imkânları el verdiğince yurtlar, dershaneler, etüt merkezleri, okullar ve üniversiteler açmış; insanlar arasındaki çatışma ve ihtilafları giderme adına sürekli sevgi demiş, hoşgörü ve diyalog faaliyetleriyle herkesi kucaklamaya çalışmış; bir kısım organizasyonlarla işadamlarına yardımcı olmaya ve muhtaçlara el uzatmaya gayret etmişlerdir.

Biraz daha açacak olursak, insanları bir cemaat veya hareket adı altında bir araya getiren temel faktör, ortaya konulan fikir, düşünce, faaliyet ve projelerin makuliyeti, bunların hem dinî kurallara hem de zamanın şartlarına uygunluğu ve aynı zamanda günümüz insanlarının ihtiyaçlarına da cevap veriyor olmasıdır. Bu itibarladır ki yapılan hizmetlerin devam ettirilmesi adına ne falana filana biat etmeye ne de “falancı” “filancı” olmaya gerek yoktur. İnsanların, salayı duyduğunda Cuma namazına koşmaları, bayram sabahı olduğunda bayram namazında toplanmaları veya Zilhicce’nin dokuzuncu günü geldiğinde Arafat’a akın etmeleri gibi, hizmet adına ortaya konulan düşünce ve faaliyetleri kendi ideal ve hedefleriyle uyumlu bulan kimseler de hizmete koşmaktadırlar.

Farklı bir ifadeyle insanlar, yapılan hizmetleri Kur’ânî makuliyet çerçevesine uygun bulduğundan, yürünen yolun peygamber yolu olduğuna inandığından, yapılan hizmetlerin birlik ve beraberliği, sulh ve barışı sağlayacağını düşündüğünden bu işe destek vermektedir. Dolayısıyla Hizmet hareketi içerisinde yukarıda bahsedildiği şekliyle bir biat söz konusu değildir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de hiç kimseden biat istememiş, kendisiyle talebeleri arasındaki ilişkinin şeyh-mürit ilişkisi olmadığını, bilakis bir kardeşlik ilişkisinden ibaret bulunduğunu ifade etmiştir. Bu itibarla Hizmet hareketi içerisinde yaşıyla, kıdemiyle, ilmiyle önde görünen her kim olursa olsun, herhangi bir şahsa biatta bulunma söz konusu olamaz.

Zımnî Biat: Fedakârlık ve Adanmışlık

Ne var ki ciddi bir fedakârlık ve adanmışlık duygusuyla kendilerini hizmete vakfeden insanlar kendi kendilerine söz verebilirler. Mesela onlar, “Allah’ın izni ve inayetiyle, ömrüm vefa ettiği sürece, isabetli bulduğum böyle bir yola revân olacağım. Nam-ı Celil-i İlahi’nin ve Ruh-u Revan-ı Muhammedi’nin her yerde duyulması adına soluk soluğa koşturacağım. Hizmetin dışında hiçbir mülâhazaya kapılmayacağım. Dünyevî-uhrevî füyuzat hislerinden fedakârlıkta bulunacağım. Ölünceye kadar bu yoldan ayrılmayacak ve Allah’ın huzuruna da böyle gideceğim.” diyebilir.

İrşat ve tebliğ, Kur’ân ve Sünnet’in bize emretmiş olduğu önemli bir amel olduğuna göre kişinin yapmış olduğu böyle bir ahde bağlı kalması gerekir. Zira temeli dinî bir meşruiyete dayanan ameller nezredildiğinde, bu nezirlerin yerine getirilmesi gerekir.

İşte Hizmette bir biattan bahsedilecekse kişinin kendi kendisine sadık ve vefalı bir mü’min olarak hizmetten ayrılmayacağına dair söz vermesi anlamında böyle bir biat söz konusu olabilir. Buna da sarih değil zımnî biat denilebilir. Zira Efendimiz döneminde yapılan biatlar asliyet planında olduğuna göre, böyle bir biat zılliyet (gölge) planında kalacaktır.

Eğer günümüzde dünyanın farklı ülkelerinde çok güzel hizmetler yapılıyor, gidilen ülkelerdeki insanlarla ciddi bir kültür alış-verişi oluyor ve dünya barışı adına önemli adımlar atılıyorsa, bütün bu hizmetler kendi kendilerine böyle söz vermiş adanmışlar sayesinde gerçekleşmektedir. Onlar maddî-manevî hiçbir karşılık beklemeden gerektiğinde burs seviyesinde aldıkları maaşlarla insanlığa hizmet etmeye devam etmektedirler. Onların bu fedakâr ve diğerkâm tavırları sayesinde Afrika’nın derinliklerinden Uzak Doğu’nun içlerine kadar birçok insan onlara karşı minnet ve şükran hisleriyle doluyor.

Özellikle Allah Resûlü ve Raşit Halifeler döneminde yapılan asliyet planındaki biatı alkışladığımız gibi, adanmışlık anlamına gelen zılliyet planındaki böyle bir biatın da takdirle yâd edilmemesi düşünülemez. Kendilerini hizmete vakfetmiş ve mefkûrelerini gerçekleştirme adına dünyanın dört bir yanına dağılmış arkadaşları düşündüğümde içimden şu düşünceler geçiyor: Ahirette kurtulur muyuz kurtulamaz mıyız bilemiyorum. Orada bize hüsn-ü şehadette bulunma imkânı verirler mi vermezler mi onu da bilemiyorum. Fakat hiçbir zaman Allah’ın rahmetinden de ümidimi kesmiyorum. Eğer orada bana böyle bir imkân verilirse, “Allah’ım, ruh ve mana köklerimizden süzülüp gelen değerleri duyurmak için dünyanın dört bir yanına dağılan fedakâr insanlar için hüsn-ü şehadette bulunuyorum.” derim. Söylediğim gibi, bana onu dedirtirler mi dedirtmezler mi, ben o ufkun insanı mıyım değil miyim, bunlar ancak Allah’ın bileceği şeyler. Fakat hissiyatım bu yönde.

Ortak Akla Bağlı Kalma

Öte yandan hizmet içerisindeki işler ortak akla ve istişareye bağlı olarak yürüdüğü için “aklın ipotek edilmesi” gibi bir durum söz konusu olamaz/olmamalıdır. Biz, bugüne kadar ısrarla istişare üzerinde durduğumuz gibi, bundan sonra da farklı bir şey söylemeyeceğiz. Şu düşüncemi bugüne kadar defalarca dile getirmişimdir: Bir insan Sezar, Büyük İskender veya Napolyon’un kafasının on katına sahip bir dâhi bile olsa ve şahsî görüşüne göre hareket etse, böyle birisi, üç insanla istişare eden bir kimsenin seviyesine ulaşamayacaktır. Zira herhangi bir meselede farklı mülâhazaların ortaya konulması, bunlar üzerinde i’mal-i fikirde bulunulması ve problemin çözümü adına çareler aranması isabetli karar verme adına çok önemlidir. Bu sebeple İnsanlığın İftihar Tablosu, istişare yapan insanın kayıp yaşamayacağını beyan etmiştir.

Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber olduğu hâlde Allah tarafından vahiyle bir emir gelmediği sürece bütün işlerini sahabe-i kiramla istişare etmiştir. O, kendi fikirlerini istişareye arz etmiş, sahabenin fikirlerini almış ve ortaya çıkan ortak kanaa

te göre hareket etmiştir. Hatta bazı durumlarda kendisi farklı düşünüyor olsa bile, sırf istişarenin hakkını verme ve istişare disiplinini oturtabilme adına sahabenin görüşüne göre hareket etmiştir. Nitekim O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Uhud savaşıyla ilgili savunma yapılmasını düşündüğü, açık alanda düşmanla yaka-paça olmanın neye yol açacağını bildiği hâlde, sahabenin görüşüne muvafakat ederek düşmanla göğüs göğüse çarpışmış ve neticede yetmiş şehit vermiştir. Zira o gün istişare disiplininin oturması için, onun sadece teoride kalmaması, bizzat Allah Resûlü’nün temsiliyle tatbik sahasına taşınması çok önem arz ediyordu.

Bu açıdan bir insan, kendi düşüncesinin doğruluğuna ne kadar inanırsa inansın eğer istişarede ortaya çıkan ağırlıklı görüş farklıysa kendi görüşünden vazgeçebilmelidir. Zira doğruyu bulma mevzuunda ceht ve gayret ortaya koyma tıpkı namaz kılma ve oruç tutma gibi insana sevap kazandırdığı gibi, kendi görüşünden geriye dönebilme de günahlara veya belalara sabretmede olduğu gibi negatif yönden insana yine sevap kazandırır. Kişinin aklına güvenmesi, her şeyi bildiğini zannetmesi ve kafasına göre hareket etmesi ise kaybettirici hususlardır.

Hatta insan, yaşı, tecrübesi, bilgisi veya bulunduğu konum itibarıyla başkalarının kendisine saygı duyacağı ve itiraz etmekte zorlanacağı bir pozisyonda dursa bile, kendi fikirlerini asla başkalarına dayatmaya kalkmamalı, kendisine duyulan saygı ve güveni başkaları üzerinde bir baskı ve istibdat vesilesine dönüştürmemelidir. Fikirlerini arz ederken çok açık ve rahat olmalıdır. Beraber olduğu insanların değerlendirmesine ehemmiyet vermelidir. Düşünce ve kararlar, onları ortaya atan kimsenin konumuna göre değil, doğruluk ve makuliyetine göre değerlendirmeye alınmalıdır. Hiç şüphesiz bütün bunların eksiksiz olarak uygulamaya konulabilmesi de İslamî terbiyenin tam olarak hazmedilmesine bağlıdır.

Netice itibarıyla işlerin istişareyle yürüdüğü bir yerde hiçbir akıl başkası tarafından ipotek altına alınamaz. Kararların alınmasında herkesin fikrine müracaat edildiği bir yerde “kayıtsız şartsız itaat”ten bahsedilemez. Bilakis burada fikir ve düşünce hürriyeti vardır.

Bilginin amele dönüşmesi

Fethullah Gülen: Bilginin amele dönüşmesi

Bir âyet veya sûre nazil olur olmaz, sahabe-i kiram efendilerimizin onu hemen hayatlarına tatbik ettiklerini görüyoruz. Biz ise bilip öğrendiğimiz hususlarda aynı tavrı ortaya koyamıyoruz. Bildiklerimizi amele dökemeyişimizin sebepleri nelerdir, bilginin amele dönüşmesi nasıl sağlanabilir?

Bir Abdurrahman'a Bedel

Soru: Bediüzzaman, yeğeni Abdurrahman'ın vefat haberiyle çok sarsıldığını, beş sene o haberin tesirinden kurtulamadığını ve hatta onun vefatıyla dünyadan bütün bütün alâkasının kesildiğini anlatıyor. Cenâb-ı Hakk'la irtibatı pek sağlam olan Bediüzzaman gibi bir insanın bu kadar etkilenmesini nasıl izah edebiliriz?

Cevap: Büyüklerin her türlü hâlini gönül verdikleri davaları zaviyesinden yorumlamak gerektiği gibi onların bazılarına karşı sevgi ve muhabbetlerini de o davanın yükünü kaldırabilecek sağlam omuzlar arama cehdleri şeklinde değerlendirmenin daha doğru olacağı kanaatindeyim. Evet, Hak dostları sırtlarındaki hamûlenin farkında olarak onu taşıma hususunda kendilerine yardımcı olabilecek insanlar ararlar. Tanıştıkları herkesi, çok ciddi bir vefa ve sağlam bir sadâkat isteyen böyle bir vazife için aday gibi görürler. Aradıkları vefa ve sadâkat emarelerini kimin üzerinde bulurlarsa, hizmet-i imaniye ve Kur'aniye adına ondan çok şey beklerler. İşte, Üstad hazretlerinin, yeğeni Abdurrahman Abi'ye karşı sevgi ve alakasını da bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Abdurrahman Abi çok zeki, çok idrakli, adeta dâhî birisi imiş. Dehâsıyla beraber vefa ve sadâkati de tammış. Ayrıca, Üstad'ın, Ehl-i Beyt hakkında, "(Onlar) teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar" dediği gibi, onun cibillî bir bağlılığı da bulunduğundan dolayı Üstad'a ziyadesiyle teslim ve tarafgirmiş; gözünü tamamen ona ve yazdıklarına dikmiş, kendisini amcasının yoluna adamış. Üstad onu, hem vazife-i uhreviyesinin kuvvetli bir medarı ve kendisinden sonra yerine geçecek bir hayrülhalef, hem de bu dünyada en fedakâr bir teselli kaynağı, bir arkadaş, en zeki bir talebe, bir muhatap ve Nurların en emin muhafızı olarak görmüş. Yine Bediüzzaman'ın yorumlarıyla ifade edecek olursak, nasıl ki Peygamber Efendimizin, Hazret-i Hasan ve Hüseyin'e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat, yalnız yakınlık duygusundan gelen cibillî bir muhabbet değil, onların peygamber varisi olan gayet ehemmiyetli bir cemaatin menşei ve mümessilleri olmaları cihetiyledir. Yani, Efendimizin, Hazret-i Hasan'ı kucağına alarak onun başını öpmesi, Hazret-i Hasan'ın torunlarından Gavs-ı Âzam Şah-ı Geylânî gibi pek çok zatlar hesabınadır. Allah Rasûlü, o zatların istikbalde yapacakları hizmetleri nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş; bu takdir ve teşvikine alâmet olarak da Hazret-i Hasan'ın başını öpmüştür. Üstad hazretlerinin, biraderzâdesi Abdurrahman Abi'ye gösterdiği sevgi ve alaka da cibillî olmaktan ziyade böyle bir beklenti ve ümidin neticesidir.

Bildiğiniz gibi, Kur'ân-ı Kerim'de Hazreti İbrahim ve Hazreti Zekeriya'nın çocuk sahibi olma arzularından ve bu hususta yaptıkları dualardan bahsediliyor. Peygamberler sadece peygamberlik ilmi ve nübüvvet davası miras bıraktıklarından dolayı, biz onların bu arzu ve dualarını da bir vâris talebi şeklinde anlıyoruz. Evet, Hazreti İbrahim ve Hazreti Zekeriya efendilerimiz, yaşadıkları dönemler itibariyle omuzladıkları yükün ancak bir Peygamber tarafından taşınabileceğini görmüş ve çocuk isterken aslında kendilerine vâris-i hass talep etmiş, peygamberlik mesleğinin kendi ?sulblerinden gelecek olan nezih kimseler tarafından temsil edilmesini istemişlerdir. Yani, o husustaki istekleri de peygamberâne olmuştur. Şu kadar var ki, bizim gibi düz insanlar için öyle talepler bile dava yörüngeli olunca belki de bir fazilet sayılır; fakat, o iki peygamber mukarrabîndendir ve mukarrabîn için o türlü talepler –Allah'a yakınlıkları ve seviyeleri itibariyle– bir yönüyle dünyayı talep manasına geldiğinden, her ikisi de ?çocuklarından dolayı ciddî imtihanlar geçirmişlerdir. Doğrusunu ve işin hakikatini Allah bilir, Hazreti İbrahim, belki isteğini içinde tuttuğu için, ?çocuğunu kurban etme emriyle; Hazreti Zekeriya ise, açıktan istekte bulunduğu için hem kendisi hem de oğlu şehit edilmekle imtihanın peygamberâne olanını yaşamışlardır. Aslında bu mevzu bizim ufkumuzu çok aşkındır; peygamberlerin Allah'la münasebetleri çerçevesinden ve O'na yakınlıkları zaviyesinden değerlendirilmesi gereken bir konudur.

Bir Abdurrahman'a Bedel...

İşte, Hazreti Üstad'ın yeğenine karşı ciddi bir alaka duymasını da bu manaya hamletmek lazımdır. Onun alakası sadece cibilli değildir; daha çok, yeğeninde bir varis-i hakikî özelliklerini görmesinden dolayıdır. Bu yönüyle de, onun alakası çok kıymetli ve büyüktür; çünkü bu, davasını hayatının önünde düşünme manasına gelmektedir. Yani, onun sevgi ve alakasında "bu işi hiç zâyi etmeyecek, davayı kendi orijiniyle koruyup sonraki nesillere intikal ettirebilecek, emanette emin bir emanetçi bırakma" mülahazası vardır.

Aslında, Cenâbı Allah onun bu arzu ve isteğini de boşa çıkarmamıştır; bir hikmete binaen, ondan bir Abdurrahman'ı alsa da, her birisi onun vazifesini yapabilecek olan otuz tane Mustafa vermiştir. Üstad hazretleri Kuleönlü Mustafa Ağabeyi görüp tanıyınca onu bir nümune olarak kabul etmiş ve bunu "Senden bir Abdurrahman aldım; mukabilinde, bu gördüğün Mustafa gibi otuz Abdurrahman, o vazife-i diniyede sana hem talebe, hem biraderzâde, hem evlâd-ı mânevî, hem kardeş, hem fedakâr arkadaş vereceğim." manasında ilahî bir işaret saymıştır.

Evet, zamanla o işaretin hakikati de zuhur etti. Ben Abdurrahman ağabeyin yerini dolduran Mustafalardan Sungur Ağabey gibi bazılarını gördüm. Mesela; Mustafa Gül Abiyi gördüm ve onun Üstad'a bağlı olduğu kadar hiçbir evladın öz babasına bağlı olamayacağına da kanaat getirdim. Tahir Abi'yi gördüm; bir kardeşinizin arkasında namaz kıldığında hıçkıra hıçkıra ağladığına ve "Bana Üstad'ın sesini hatırlattı" deyip iç çektiğine şahit oldum. Onun sesine aşık olmuş adam, parmaklarının hareketine âşık olmuş... Allah, Abdurrahman Abiyi almış ama Üstad'a Hulûsi Abi gibi sâdık bir talebe nasip etmiş; Hoca Sabri gibi vefalı bir kardeş vermiş; Hasan Feyzi gibi bir aşık göndermiş. Onun, Üstad'ın ayrılığına dayanamayarak yazdığı meşhur şiirini bilirsiniz;

"Haber aldım ki yarın yâd olacakmış bize yâr,
Ne büyük yâre ki, kimler buna derman olacak?
Bu büyük derd-i elemden kime şekvâ edeyim?
İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak."

sözlerini hatırlarsınız. Ya şu ifadelerini nereye koyarsınız:

"Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,
Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak."

Hasan Feyzi ağabey bir Edebiyat hocasıydı; Üstad'ı tanımış, onunla beraber hapis yatmış ve canını uğrunda feda edecek kadar ona bağlanmıştı. Sadıklardan birisi de Hafız Ali Ağabeydir. Üstad onun için, "Eski zamanlarda bazen böyle fedakâr zâtlar, kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti." diyor ve ona kavuşmak için o âleme gitme adına kendisinde bir iştiyak zuhur ettiğini anlatıyor. Hayır, şaka değil bu sözler, sadece kuru laf değil. Hazreti Adem'in, ömründen kırk seneyi Davut Nebi'ye vermesi gibi manevî ruh dokusunun örtüşmesini gerektiren bir şey... "Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur'ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya "Allah Allah, yâ Resulallah" sadalarıyla koşarak gideceğim." diyen Zübeyr Gündüzalp gibi sadıklara has bir şey...

Ömerî Olun!..

Evet, Cenabı Allah bir Abdurrahman'ı alıyor; fakat, öbür tarafta elli tane Abdurrahman ihsan ediyor. Ayrıca, murad-ı Sübhânîsini biz insanların hesap edemeyeceğimiz şekilde isabetli olarak ortaya koyuyor. Üstad'ın iradesi dışında onu daha hayırlı ve salim bir yola sevk ediyor. Şöyle ki: Eğer bir şey yapmak istiyorsanız, köyünüz, aşiretiniz, kabileniz ya da anne-babanızla münasebetiniz açısından size yakın olan insanları değil, nesep itibariyle size uzak olsalar da duygu ve düşünce noktasından yakın olanları yanınıza alırsanız daha isabetli davranmış ve uzakları yaklaştırmış olursunuz. Bu yolda belki bazı yakınlarınıza bir kısım mahrumiyetler yaşatmak zorunda kalırsınız ama, iki-üç tane kendi yakınınıza bedel, uzaktan bin tane yakın kazanırsınız ve herhangi bir kıskançlığa da maruz kalmaz, meydan vermezsiniz. Aksi halde, yakınlarınız biraz öne çıkınca ve etrafınızı sarınca, yakın olması mümkün olan uzaktaki pek çok kimseyi tamamen uzaklaştırmış olursunuz. Öyleyse, hakperest olmak lazım; yakın ve önde olmak kimin hakkıysa onun yakında tutulması ve öne çıkarılması lazım. Kardeşiniz değil, kardeşinizin oğlu değil, amcanız ya da amcanızın oğlu değil; kabileniz, aşiretiniz, köylünüz, kentliniz de değil.

Diyanet'e sözüm geçtiği dönemde, hiçbir Erzurumluya randevu vermedim, iş ve vazife konusunda yardım istemek için doğup büyüdüğüm yerden gelen hiçbir insanı kabul etmedim. Birisi oldukça liyakatliydi; çok güzel sesi vardı ve iyi bir yere müezzin olarak tayin edilmek istiyordu; yardım etmem için kaç defa geldi gitti. Bir gün, benden aradığını yine bulamayınca merdivenlerden inerken çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağladı ve "Benim suçum ne, Erzurumlu olmam mı?" dedi. Oysa, ben gençliğimden itibaren Ömerî olmaya ahd etmiştim. Hazreti Ömer'in öz torununu sokakta görüp tanımadığını, kendi torununu tanıyamayacak kadar bütün ümmetin dert ve ızdıraplarıyla dolu olduğunu okuyup öğrenince hayran kalmıştım ona. Evet, size de Ömerî davranışı esas almak düşer. Eğer siz, bir Erzurumluyu kayırırsanız, Türkiye'deki seksen küsür vilayetliyi küstürürsünüz. Fakat siz, size ait şeyleri nefy eder ve bir kenara korsanız, Allah etrafınıza öylelerini toplar ki, onlar sizin kenara koyduklarınızın kat kat üstünde size kaşı vazife ifa ederler.

Bir Damla Ülke Kalmış Zaten, Yazık Etmeyelim

Sosyal bir konu; bizi de alakadar eden bir konu, bölgeyi de alakadar eden bir konu. Daralan bir dünyada hadiseler, cereyan ettiği coğrafya itibariyle oraya münhasır kalmıyor. Şayet o istikamette ifade caizse, hadiselerin alfa tesiri var, beta tesiri var, gamma tesiri var. Daralan bir dünya, aynı zamanda problemlerin çok hızlı yayılmasına da vesile oluyor. O bakımdan, sadece Türkiye'de olan hadiseler sadece Türkiye'yi alakadar etmiyor.

Bir dua dört esas

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) çokça tekrar ettiği:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الْهُدَى وَالتُّقَى وَالْعَفَافَ وَالْغِنَى

“Allah’ım, Senden hidayet, takva, iffet ve gına istiyorum.” (Müslim, zikr 72; Tirmizî, daavât 74; İbn Mâce, dua 2) duasında yer alan dört hususu izah eder misiniz?

Cevap: Öncelikle ifade etmek gerekir ki, bu duada yer alan hususların her biri, enbiya-i izâmın önemli birer sıfatıdır. Hatta denilebilir ki bu sıfatlar, onların lazım-ı gayr-ı mufarıkı, ayrılmaz bir vasfıdır. Onlar her yönleriyle bütün mü’minler için rehber olduğuna göre, kendilerini insanlığa, hak ve hakikati anlatmaya adamış irşad ve tebliğ kahramanları da, bu yüce vasıflara uygun hareket etmeli, dillerinin yanı sıra, hâl, tavır ve davranışlarıyla da,

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ الْهُدَى وَالتُّقَى وَالْعَفَافَ وَالْغِنَى

demelidir.

Hidayet

Nebiler Serveri Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) diline vird-i zeban ettiği bu duada talep edilen ilk husus olan hidayet; doğruyu görme, doğruyu duyma, doğruyu bulma ve doğruda sabitkadem olma demektir. Bu açıdan Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) duada ilk olarak hidayete yer vermesi çok önemlidir. Çünkü hidayet olmadan bir insanın doğruyu görmesi, hayatını doğruya göre programlaması mümkün değildir. Bu mümkün olmayınca da takva, iffet ve gınadan bahsedilemez. Duada yer alan daha sonraki üç talebin elde edilmesi bir yönüyle hidayete bağlıdır.

Her şeyin başı ve esası olan “hidayet”in kaynağı, başta Kur’ân-ı Kerim, sonra da Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söz, fiil ve davranışlarını ihtiva eden Sünnet-i Sahiha’dır. Nitekim Bakara Sûresi’nin ikinci âyetinde,

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
“İşte Kitap! Şüphe yoktur onda.”

beyanıyla Kur’ân’ın potansiyel olarak müttakiler için bir hidayet kaynağı olduğuna dikkat çekilmiştir. Üçüncü ve dördüncü âyetlerde müttakilerin özellikleri sayıldıktan sonra beşinci âyette

أُولٰئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ
“İşte bunlardır Rabbileri tarafından doğru yola ulaştırılıp hidayet üzere olanlar.”

buyrulmak suretiyle tekrar hidayete vurgu yapılmıştır. Ayrıca burada Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’dan hakkıyla istifade etmenin temel şartı olarak takva sahibi olma zikredilmiştir ki, hidayet ve takva arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Başta da ifade etmeye çalıştığımız gibi hidayet, peygamberlerin doğuştan mazhar oldukları temel karakterleridir. Çünkü Allah Teâlâ, çok önemli bir misyonla göndermiş olduğu o mualla zatların ileride bir kısım kendini bilmez densizler tarafından serrişte (bahane) edilecek davranışlarda bulunmalarına fırsat vermez. Bu açıdan Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman (alâ nebiyyina ve aleyhimesselâm) aleyhinde söylenilen sözler İsrailoğullarının bir iftirası olduğu gibi, Hazreti Nuh ve Hazreti Hûd (alâ nebiyyina aleyhimesselâm) gibi peygamberler aleyhinde söylenilen sözler de kavimlerinin birer iftirasından ibarettir. Aynı şekilde İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında hidayet dairesi dışında söylenilen uygunsuz sözler hem kendini bilmezliğin bir ifadesi hem de Arş’ı titretecek büyük bir iftiradır.

Söz buraya gelmişken, وَوَجَدَكَ ضَالًّا فَهَدَى (Duhâ sûresi, 93/7) âyet-i kerimesiyle ilgili bir kısım teologlar tarafından dile getirilen bir yorumun yanlışlığını ifade etmek istiyorum. Onlar bu âyet-i kerimeyi, “Allah, Seni dalâlet içinde buldu ve hidayete erdirdi.” şeklinde izah ediyor, burada yer alan ضَالًّاlafzına, hidayetin zıddı bir mânâ veriyorlar. Buradan yola çıkarak da, peygamberlik nuruyla serfiraz kılınıp ufkunun aydınlanacağı âna kadar -hâşâ ve kellâ- İki Cihan Serveri Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in dalâlet içinde yaşadığını iddia ediyorlar. İşin doğrusu, O’na böyle bir dalâlet nispetinde bulunan bir insan, -Allah hidayet buyursun- kendisi dalâlet içinde demektir.

Zira Kur’ân-ı Kerim, Necm Sûresi’nde,

مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى “Sahibiniz (Hazreti Muhammed Mustafa aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), hiçbir zaman dalâlet ve sapıklığa düşmedi, hiçbir zaman aşırılık, taşkınlık ve ölçüsüzlüğe girmedi.” (Necm sûresi, 53/2)

buyurmuştur. Âyet-i kerimede geçen ve Allah Resûlü’nün dalâlete düşmediğini bildiren مَا ضَلَّ fiili, mâzi sigasıyla geldiği için, O’nun hayat-ı seniyyelerinin hep hidayet üzerine geçtiği ifade edilmiş oluyor.

O hâlde zahiren birbirine zıt gibi görünen bu iki âyet-i kerimenin arasını telif etmek için “dalâlet” kelimesinin farklı anlamlarına bakmak gerekmektedir. Dalâletin bir anlamı, “yürünen doğru yoldan ayrılma”, sapma olsa da, onun diğer anlamı, “değişik yollar karşısında doğru yolun ne olduğunu kestirememe ve bu konuda tereddüt yaşama demektir”. İşte “dalâlet” kelimesi, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) nispet edildiğinde anlaşılması gereken bu ikinci mânâdır. Semavî nurun ulaşacağı âna kadar O (sallallâhu aleyhi ve sellem), farklı yollar karşısında tereddüt yaşamış, doğru yolu bulma adına cehd ü gayret sarf etmiş, bununla da bir yönüyle geleceğine ait çok önemli blokajlar oluşturmuştur.

Ayrıca وَوَجَدَكَ ضَالًّا فَهَدَى âyet-i kerimesinden, Nebiler Nebisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy esnasında yaşamış olduğu dehşet, kalak ve heyman da kastedilmiş olabilir. Zira O (sallallâhu aleyhi ve sellem), böyle semavî bir sürprizle karşılaşınca, ciddî bir şok yaşamış, ne yapması gerektiğini anlayamamış olabilir. Buna rağmen o muhteşem fetanet, dengeli ve oturaklaşmış bir kadın olan Hatice Validemiz’e gelip içini dökmüştür. O da öncelikle genel karakteri itibarıyla Allah Resûlü’nü değerlendirmiş, O’nun yüce ahlâkını ifade etmiş, sonra Allah’ın O’nu yalnız bırakmayacağını söylemiş, ardından da O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) alıp bir Hıristiyan âlimi olan amcazadesi Varaka İbn Nevfel’e götürmüştür.

Öyleyse Duhâ Sûresi’nde yer alan bu âyet-i kerimenin mânâsını şu şekilde anlayabiliriz: “Sen belli dönemde Cennet nedir, Cehennem nedir bilmiyordun. İnsanların genel ahvali karşısında kıvranıp duruyordun fakat onlar için ne yapacağını bilemiyordun. Hazreti İbrahim’in dininden geriye kalan şeylerin Sana ifade ve ifaza ettiği bazı mânâlarla bir kısım şeyler sezsen bile, her şeyi yerli yerine koyma mevzuunda kesin bir karar verecek durumda değildin. Allah, göndermiş olduğu semavî vahiy ile Senin bu hayret ve tereddüdünü izale etti ve Sana doğru yolu gösterdi.”

Peygamberlerin sahip olduğu hidayet sıfatıyla alakalı üzerinde durulması gereken ayrı bir husus da şudur: Şûra Sûresi’nde,

وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
“Sen gerçekten insanları doğru yola hidayet edersin.” (Şûrâ sûresi, 42/52)

buyrulmak suretiyle, kendisi hidayet üzere olan Allah Resûlü’nün, aynı zamanda bu konuda bir rehber olduğu ifade buyrulmuştur. Hidayette olan peygamberler, Allah’ın izniyle, aynı zamanda insanları da hidayete sevk eder, bu konuda insanlara rehberlik yapar, yol gösterir, onların önünü açar ve onları hidayetle tanıştırırlar. Cihad ve irşad konusundaki genel tariflerimiz çerçevesinde ifade edecek olursak onlar, insanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf ederek kalblerin Allah’la buluşmasını sağlarlar. Elbette ki ilâhî nurun, muhatapların içinde bir meşale hâlinde yanması Allah’a ait bir icraat-ı sübhaniyedir.

Takva

Rehber-i Ekmel (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in duasında ikinci husus olarak zikredilen “takva”yı, “Allah’ın emirlerini yerine getirip haramları ve kebairi (büyük günahları) terk ederek O’nun gazabı ve azabından korunma cehdi” olarak tarif edebiliriz. Vâkıa, hidayette dereceler olduğu gibi takvada da dereceler vardır. Başta, farzları yapıp, haramlar ve kebairden kaçınmak ile girilen yer, takvanın koridorudur. Daha sonra şüpheli şeylerden uzak durup haramların semtine sokulmamakla takva kapısından içeriye adım atılır. Ardından bir kısım mübahları, “şüphelidir” mülâhazasıyla terk etmek suretiyle de asıl takvaya ulaşılmış olunur. Ayrıca kâmil mânâda takvanın ancak şeriat prensiplerini kemal-i hassasiyetle yerine getirme gayretiyle beraber şeriat-ı fıtriye kanunları dediğimiz Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta koymuş olduğu kanunlara riayetle elde edileceğinin de unutulmaması gerekir.

Bir mü’minin, hidayetten ve hidayet rehberi sayılan Kur’ân ve Sünnet’ten tam istifadesi işte bu seviyedeki bir takvaya bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında hidayet ile takva âdeta ikiz kardeş gibidir. Takvaya ulaşma hidayete bağlı olduğu gibi, Kur’ân ve Sünnet’in ortaya koyduğu sistemi doğru anlama, onun ruhunu, ulviyet ve azametini kavrama da takvada derinleşmekle mümkündür.

İffet

Duada üçüncü olarak zikredilen iffet ise, insanın namusunu koruma konusunda hassas yaşaması, gözünün bağını iyi kullanması, kulağına mukayyet olması, dilini gerektiği yerde kullanması, kimseye el açmaması, hâsılı her hâlinde ve fiilinde haya ve edep dairesinde bulunması demektir. Eğer fertler iffetli olursa, toplum da iffetli olacaktır. Yoksa fertleri günahlardan oluşan bir toplum iffetli olamaz. İffetini kaybeden bir toplumda ise, hırsızlık, kapkaç, rüşvet, yalan ve hortumlama gibi türlü türlü mefsedet ve mesavîler baş gösterir. Küçükler küçükçe, büyükler de büyükçe çalıp çırpmaya, hırsızlık ve yolsuzluk yapmaya başlar.

Kur’ân-ı Kerim, bir âyet-i kerimede iffet kahramanlarını

يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسِيمَاهُمْ لَا يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا
“İffet konusunda olabildiğine hassas hareket ettiklerinden ötürü, onların gerçek hâllerini bilmeyenler, onları zengin sanırlar. Ey Resûlüm! Sen onları simalarından tanırsın. Onlar yüzsüzlük ederek halktan bir şey istemezler.” (Bakara sûresi, 2/273)

ifadeleriyle onların, aç-susuz, yurtsuz-yuvasız kalma pahasına yine de tekeffüf ve tese’ülde (el açıp dilencilik yapma) bulunmadıklarını haber vermiştir ki, hakikaten alınlarından öpülesi insanlardır onlar. Bununla beraber şunu da ifade etmeliyiz ki İslâm, muhtaç durumda bulunan insanların, bellerini doğrultacak kadar başkalarından bir şey istemelerine cevaz vermiştir.

Gına

Allah Resûlü’nün duasında yer alan dördüncü husus ise gınadır ki, bunun da iki mânâsı vardır. Bunlardan birincisi gönül zenginliği, istiğna; diğeri de helâlinden kazanarak maddeten zengin olma demektir. Bunların ikincisini istemede de bir mahzur yoktur. Çünkü dünya nimetleri yerli yerinde kullanılabildiği takdirde, imanı, ibadet ü taat düşüncesini destekleyici önemli birer faktör olabilir. Fakat maddî zenginlik istenirken bunun helâlinden olmasına âzamî dikkat edilmeli, böyle bir zenginliğin hakkını verme konusunda asla cimriliğe düşülmemeli, gönlün mala mülke kapılmasına müsaade edilmemeli, mal ve servetin Allah’ın bir lütfu olduğu unutulmamalı, elde edilen imkânlara bakıp “Bunu ben kendi bilgi ve maharetimle elde ettim.” demek suretiyle Karun’un düştüğü çukura yuvarlanmamaya dikkat edilmelidir. (Bkz.: Kasas sûresi, 28/78)

Bu hususlara riayet edildiği takdirde Cenâb-ı Hak’tan servet istemekte bir mahzur yoktur. Ayrıca Nebiler Serveri Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarında, başka bir kısım hususların yanında açlık ve fakirlikten de Allah’a sığınmıştır. (Bkz.: Ebû Dâvûd, vitr 32; Nesâî, istiâze 19, 20) Çünkü böyle bir duruma maruz kalan insan, hâlinden şikâyet edebilir veya dilenciliğe düşebilir.

Bu açıdan denilebilir ki zenginlik talebi karşısında İslâm Dini’nin olumsuz, yasaklayıcı bir tavrı olmamıştır. Belki burada dikkat edilmesi gereken mesele, kenz yapmamak, şahsî servet ve istikbal için para ve mal stoklamamaktır. Zira kenz yapıp da ondan infakta bulunmayan insanların su-i âkıbetleri Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da şöyle gözler önüne serilmiştir:

وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
“Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infak etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele!” (Tevbe sûresi, 9/34)

Evet, burada hazineler oluşturan, stok üstüne stoklar yapan, çok defa bu stoklarını tefecilikte kullanan, hatta fırsat kollayarak yerine göre ekonomiyle oynayan, bütün bunları yaparken Allah korkusu, ahiret düşüncesi olmayan insanlar, canlarını yakacak bir azapla müjdelenmiştir. Aslında insan, elindeki servetini yerli yerinde kullansa, gerçek bir müjdeye mazhar olabilir. Fakat onlar ellerindeki serveti yanlış yerde kullanmalarından ötürü bu müjdeyi, kendi elleriyle acıklı bir azap müjdesine çevirmişlerdir.

Müteakip âyet-i kerimede ise onların Cehennem’de maruz kalacakları azap şekli detaylandırılarak haber verilmiştir:

يَوْمَ يُحْمَى عَلَيْهَا فِي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوَى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْ هٰذَا مَا كَنَزْتُمْ لِأَنْفُسِكُمْ فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ
“O azap günü, dünyada iken biriktirilip yığılan altın ve gümüşler, Cehennem ateşinde kızdırılır kızdırılmaz sahiplerinin alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanır: ‘İşte’ denir kendilerine, ‘bunlar, nefisleriniz için yığıp biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir. Şimdi tadın bakalım o durmadan yığıp biriktirdiğiniz şeyleri!’” (Tevbe sûresi, 9/35)

Allah yolunda harcamak için biriktirilen servet ise böyle bir kenzden farklıdır. Evet, i’lâ-i kelimetullah yolunda kullanmak, dünyanın farklı yerlerinde okullar, üniversiteler açmak, kendi değerlerimizi insanlığa duyurmak gibi hayırlı niyetlerle kazanılan servet farklı değerlendirilmelidir. Hatta insanlar bu gaye-i hayali gerçekleştirmek için servet sahibi olmaya teşvik edilmelidir.

İffetli ve müstağni yaşamayla Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerinden istifade etme, Kur’ân-ı Kerim’in emirleriyle de telif ve tevfik edilebilir. Mesela

وَابْتَغِ فِيمَا اٰتٰيكَ اللهُ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ وَلَا تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا
“Allah’ın sana verdiği her şeyde ahiret yurdunu ara, onu izle ve sürekli o yolda yürü; bu arada dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas sûresi, 28/77)

âyet-i kerimesinde, ahiretin yanında dünyaya ne kadar teveccüh edilmesi gerektiğine de işaret edilmektedir.

Fakat bütün bunların yanında asıl önemli olan husus, insanın kendi ruhunda müstağni olmasıdır. Enbiya-i izâm hep bu istiğna duygusuyla yaşamışlardır. Onlar, yaptıkları tebliğ vazifesi karşılığında bir beklentiye girmemiş, insanlardan hiçbir şey istememişlerdir. Onlar, mesajlarını kavimlerine ulaştırma adına onca meşakkat ve sıkıntıya katlanmış fakat bunun karşılığında kimseden bir ücret ve mükâfat talebinde bulunmamışlardır. Zira onlar, bütün beklentilerini Allah’a bağlamışlardır. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/109, 127, 145) Bu açıdan onların kavimlerine karşı kullandıkları en önemli ve en müessir dinamiğin istiğna olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü böyle bir duruş, muhataplar açısından oldukça inandırıcıdır. İşte bir insanın yapmış olduğu vazife karşılığında dünyevî bir beklentiye girmemesi, makam ve mansıp gibi taleplerde bulunmaması ve mükâfatını sadece Allah’tan beklemesi gınanın (gönül zenginliği) farklı bir derinliğidir.

Bununla birlikte herkes, Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkındaki takdirine razı olmalı ve maddî konularda, dünyevî meselelerde asla hırs göstermemelidir. Zira bazı kişiler hakkında kader-i ilâhî tarafından takdir edilen fakirlik daha hayırlı olabilir. Kim bilir onların servete karşı zaafı olduğundan, elde edecekleri böyle bir servet Karun gibi kendilerini baş aşağı Cehennem’e yuvarlayabilir. Bu açıdan da her zaman hakkımızdaki takdir-i ilâhîye rıza göstermemiz gerekir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Bir gönül mimarı: Alvarlı Efe Hazretleri

Fethullah Gülen: Bir gönül mimarı: Alvarlı Efe Hazretleri

Soru: Şahsiyeti, aile fertleri, iç derinliği, topluma yönelik mesajları ve üzerinizdeki tesirleri zaviyesinden, Alvarlı Efe Hazretleri ile alakalı duygu ve düşüncelerinizi bizlerle paylaşır mısınız?

Cevap: İşin doğrusu böyle büyük bir zatı resmetmek ve onun tam bir fotoğrafını ortaya koymak beni aşan bir konudur. Bu itibarla, onun hayatını, düşünce dünyasını, kalb ve ruh ufkunu derinlemesine ve arka planıyla kavrayabilecek bir idrake sahip olmadığımı daha başta ifade ve itiraf etmeliyim. Ayrıca o büyük zat, ruhunun ufkuna yürüdüğünde ben henüz on altı-on yedi yaşındaydım. Her ne kadar hayata gözlerimi açar açmaz kendimi o dupduru kaynağın başında bulmuş olsam da, o yaşta olan birinin, engin ufku olan böyle büyük bir insandan kâmil mânâda istifade edemeyeceği aşikârdır. Bu açıdan anlatacağım hususların, o zamanki idrak ufkum ve çocukluk mülahazalarım da nazar-ı itibara alınarak değerlendirilmesi gerekir.

Nurlu ve bereketli bir yuva

Efe Hazretleri’nin neşet ettiği yuva, mübarek ve feyizli bir kaynak gibiydi. Mesela babası Hüseyin Efendi ve öz kardeşi Vehbi Efendi çok büyük insanlardı. Ben babası Hüseyin Kındığî Efendi’yi görmedim; ancak şu tek vaka dahi o mübarek zatın fazilet ve kemâlâtını ifade adına yeter derecede bir fikir verir zannediyorum:

Evlâd-ı Resûl’den olan Alvar İmamı ile babası Hüseyin Kındığî Efendi, Pîr-i Küfrevî Hazretleri’ne intisap etmek üzere Bitlis’teki dergâhına giderler. Pîr-i Küfrevî Hazretleri, muhtemelen, görür görmez onlardaki istidadı hemen keşfettiğinden kendilerine hususî teveccühte bulunur ve ciddi ihtimam gösterir. Daha sonra da erbain çıkartma, seyr u sülûk-i ruhaniden geçirme, herhangi bir teste tabi tutma, endazeye vurma ihtiyacı duymaksızın her ikisine birden hilafet verir. Cevahir kadrini cevher-fürûşân olmayan bilmez, sarraf değilse bir insan altın ve gümüşten anlamaz. İşte Pir-i Küfrevî Hazretleri cevahir kadrini bilen bir cevher-fürûşân olarak görür görmez onların kıymetini anlıyor ve halkı irşat edebileceklerine dair kendilerine hilafet veriyor. Ani gelişen bu durum karşısında, o güne kadar Küfrevî Hazretleri’ne hizmet eden müritleri geceleyin ileri geri konuşmaya başlıyor ve sonra da hilafet konumunu ihraz edip etmediklerini anlama adına onları imtihana tabi tutuyor. O esnada birden kapı ardına kadar açılıyor ve içeriye giren Küfrevî Hazretleri onlara şöyle sesleniyor: “Mollalar! Mollalar! Hüseyin ve Muhammed Lütfi Efendi’nin bana ihtiyaçları yoktu. Onları kemâlâtı buraya getirdi.”

Kemâl ehli kemâlâtı kemâl ile buldu hep,
Bîfaidedir kemâlâtsız fıdda u zeheb.

Bir insan kemâl sahibi değilse, Karun’un hazineleri ölçüsünde altını ve gümüşü olsa ne ifade eder ki!

Kardeşi Vehbi Efendi de derya gibi bir insandı. Onda sükûtilik daha hâkimdi; fakat bu sükûtilik, insan ruhunda değişik dalgalanmalar meydana getiren bir müessiriyete sahipti. Gerek annem gerekse babam, her ikisine de derin bir hürmet ve sadakatle bağlıydı. Bu büyük zatlar, bazen gelir, handa dedemin misafiri olurlardı. Dedem de onlara karşı derin bir saygı duyardı. Vehbi Efendi, Alvar İmamı’ndan büyüktü ve ben henüz beş yaşlarındayken vefat etmişti. Vefat ettiğinde;

“Cüda düştüm güzellerden,
Derem vâ-hasretâ şimdi!

mısralarını zannediyorum Efe Hazretleri onun için yazmıştı.

Ruhlarda heyecan tutuşturan suzişi nağmeler

Alvar İmamı iç dünyası itibarıyla derin, aşk u heyecanıyla coşkundu. Zikir meclislerindeki hali, bu gönül zenginliğinin canlı bir misali gibiydi. O, hem Nakşî hem de Kadirîydi. Bundan dolayı olsa gerek, caminin içinde onun nezaretinde bazen hatme-i hacegan bazen de halka-i zikir icra edilirdi. Caminin içinde kalabalık bir halka olurdu. Tasavvuf geleneğinde ser-zakir, zikrin nasıl söyleneceğini göstermek için halkanın içinde dolaşır; fakat o dönem itibarıyla Hazret çok yaşlı olduğundan halka içinde dolaşmaz, âdeta halkanın bir imamesi gibi yerde oturur ve halkadakilere göz ucuyla birer nigah-ı aşina kılardı. Zaten bir süre sonra halkadakiler kendilerinden geçer ve çevrelerini görmez hale gelirlerdi. Hatta ağlamaya boğulanlar ve bayılıp yere düşenler olurdu. Hazret, ciddî sağlık problemleri olmasına rağmen, minderin üstünde iki üç saat dizleri üzerinde otururdu. Orada Hülasatü’l-hakâik isimli eserinden gazeller, naatlar ve münacatlar okunur ve daire vurulurdu. Köyde, sesi çok güzel bir Hafız Efendi vardı, daireyi o vururdu. Hazret, o esnada bütün benliğiyle Cenab-ı Hakk’a yönelir, bazen o muhrik ve sûzişi nağmeleriyle kendinden geçer, çevrede bir insibağ ruh haleti hâsıl eder ve gönüllere bir aşk ateşi salardı. Zaten orada bir iki insan heyecandan kendinden geçince, birisi azıcık gözyaşlarıyla coşunca, bu durum hemen diğer zâkirlere de sirayet eder, herkeste bir aşk u heyecan atmosferi oluştururdu. Hem öyle bir aşk u heyecan oluşurdu ki, bütün bunlara çocukluğumda şahit olmama rağmen, hâlâ onların tesirinde olduğumu söyleyebilirim.

Hazret, aynı zamanda tam bir peygamber aşığıydı. Fakir de Ravza-i Tahire’yi ilk gördüğümde orası için, “Bir avuç toprağını, cihanlara değiştirmeyeceğim bukalar bukası” sözleri dudaklarımdan dökülmüştü. Fakat, Hazret’in aşkı bambaşkaydı. Birisi ona gelip, “Orada, sokaklarda çok uyuzlu mahlûklar gördüm.” dediğinde tepkisi şu olmuştur: “Sus! Medine’nin sokak köpekleri için dahi öyle söyleme! Ben Peygamber hatırına oranın uyuzlusuna bile kurban olurum.” O, bu ve benzeri ifadeleri, yüreğinden kopup gelen bir içtenlikle, bütün benliğiyle söylerdi. Öyle ki, bunu söylerken adeta Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsiyet-i maneviyesinde erir ve fena fi’r-resûl olurdu. Onun şu naatında da bu derin Peygamber sevgisini görebilirsiniz:

Ey Şâhid-i Mukaddes Hûrşid-i âlem-ârâ,
Geysülerin muhammes ebrûlerin dilârâ.
Zülfün teline kıymet olmaz cihân serâser,
Neşreylemiş dû-kevne mûyin anber-i sârâ.

İşte onun bulunduğu meclislerde bu naatlar okunur ve başta kendisi olmak üzere oradakiler coşardı. Bazen, o;

“Sana cânan gönül hayran nedendir,
Cemâlin gün gibi rahşan nedendir,
Kaşındır kâb-ı kavseyni ev ednâ,
Yüzündür sûre-i Rahman nedendir.”

mısralarıyla öyle bir feryat eder, öyle bir sesini yükseltirdi ki, bulunduğu yer adeta lerzeye gelir ve halkadaki herkeste bir titreme olurdu.

Fazilet sahibi herkesi takdir ederdi

O, bir söz sultanıydı. Hem aruzla hem de hecenin değişik kalıplarıyla ruhunun ilhamlarını seslendirirdi. Fakat o, büyük bir söz üstadı olmasıyla beraber aynı zamanda, huzurunda başka büyüklerin söz ve nazımlarının dile getirilmesinden de kesinlikle rahatsız olmaz, hatta o türlü söz ve şiirlerin söylenmesini teşvik ederdi. Mesela Pîr-i Küfrevî Hazretleri’nden hilafet almış bir zat olan Ketencizade’nin Divan’ında şeyhi için söylediği,

“Azîzim, rehberim, pîrim, efendim, şem'-i tâbânım.
Ziya-i himmetimdir her iki âlemde devrânım.
Benimle müttefiktir bu recâda cümle ihvanım.
Aman ey kutb-ı ekrem, gavs-ı azam, şah-ı devranım.
Nazardan dûr kılma bendegânı, gözde sultanım.

sözlerini ben, onun huzurunda dinlemişimdir. Ketencizade, Erzurum’da onunla aynı dönemde yaşamış bir zattır. Emsal arasında tenafüs olabilir. Fakat o, tenafüsü ayaklarının altına almış ve âdeta onun üzerinde raks ediyor gibiydi. Evet, kim söylerse söylesin, şayet söylenen söz hak ise, o bu söze selam dururdu.

Aynı şekilde, Seyyid Nigari Hazretleri’ne ait olan,

Cânân dileyen dağdağa-i cana düşer mi;
Can isteyen endişe-i cânâna düşer mi?
Girdik reh-i sevdaya, cünunuz, bize namus lazım değil.
Ey dil ki bu iş şâna düşer mi?

mısraları;

Bayburtlu Zihni’nin;

“Vardım ki yurdundan ayak göçürmüş,
Canan göçmüş ıssız kalmış otağı,
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş,
Sakiler meclisten çekmiş ayağı.”

“Hangi dağda bulsam ben o maralı,
Hangi çölde soram çeşm-i gazalı,
Yavrusunu yitirmiş ceylan misali,
Gezer çölden çöle yoktur kararı.”

sözleri,

Fuzûlî’nin;

“Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı
Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı
Şeb-i hicran yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı
Gâmım pinhan tutardım ben dediler yâre kıl rûşen
Desem ol bî-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı
Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvadır
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı”

mısraları benim hep o meclislerden aklımda kalan şiirlerdir. Bütün bunlar orada terennüm edilirdi ama bu tür şiirlerin huzurunda okunmasında, onun herhangi fiilî ve hissî bir tepkisi olmazdı. Hatta o, bunları kendi muhassala-i efkârı gibi görür, hepsini takdirle karşılardı. Zannediyorum bu durum onun ufkunu, düşünce ve his dünyasını, olgunluk ve büyüklüğünü anlama adına önemli bir ölçüdür.

Salih Özcan Abi’den dinlediğim şu hatıra da onun kemâl ve istiğnasını göstermesi adına bana çok önemli geliyor. Salih Abi, 1950’li yılların başında Erzurum’a gelerek Hazret’in elini öpmüş ve ona demiş ki, “Efe Hazretleri! Üstad Bediüzzaman diye birisi var. Onun din ve imana dair yazdığı risaleler var. Biz de onun yolundayız. Onun bu risalelerini âleme duyurmaya çalışıyor, bunlarla hususiyle genç nesillerin imdadına koşuyoruz.” Bunun üzerine Hazret şöyle mukabelede bulunmuş: “Ah şu gözlerim görseydi de, ben de size yardımcı olabilseydim.” Evet, fazilet odur ki, başka fazilet-meab insanların faziletini de kabul etsin ve onlara karşı saygılı olsun.

Tın tın kulağımda yankılanan sözler

Şimdi de müsaadenizle, kendisini tanımış olma bahtiyarlığını ruhumda derinlemesine hissettiğim o büyük zatla alakalı unutamadığım bir-iki hatıramı nakletmek istiyorum. Unutamadığım hatıralardan biri şudur:

Henüz on dört, on beş yaşlarındaydım. Çok sevdiğim güzel bir arkadaşım vardı. Bana bir gün dedi ki, “İstanbul’da öyle dergâhlar, öyle medreseler var ki, Allah’ın izniyle altı ayda insanı evc-i kemâlâta çıkarıyor ve onu vaz u nasihat yapmaya ehil hale getiriyor.” Arkadaşım, bu sözleriyle beni ikna etti. Ben de hocama ve başımın bağlı bulunduğu o Hazret’e sormadan eşyalarımı bir küçük sandığa koyup arkadaşımla birlikte istasyona doğru hareket ettim. Bu arada benim başka bir talebe arkadaşım –ki bu arkadaşım Vehbi Efendi’nin torunuydu- bu durumu bizim akrabalara haber vermiş. İstasyonda tam gişeye yanaşıp bileti alacağım esnada birdenbire biri bileğimden tuttu. Bileğimi tutan, babamın teyzesinin oğluydu. Bilet alamadan beni geriye getirdi. Ertesi gün hocam, bana Hazret’in beni çağırdığını haber verdi. Ben, titreye titreye onun yanına gittim. Onun bu ölçüde celallendiğini hiç görmemiştim. Bana “Vallahi, billahi, tallahi gitseydin paramparça olurdun.” dedi. Onun bu sözleri hâlâ tın tın kulağımdadır.

Ben senelerce, “Yaptığım şey o kadar kötü müydü ki, gidince paramparça olayım?” diye düşündüm ve Hazret’in niye böyle dediğini anlayamadım. Fakat zamanla onun itabının mânâsını biraz anlar gibi oldum. İhtimal o, tek başıma bir çocuk olarak benim İstanbul gibi engin bir deryada eriyip gidebileceğim endişesini taşıyordu. Bunun yanında, Hazret’in nur halesinden izinsiz ayrılma, o iklimden kopup gitme bir kaybetme vesilesi olabilirdi. Ayrıca şayet o, kendi ufku itibarıyla size başka bir vazife hazırlamışsa, siz başka bir tarafa gittiğinizde şimdi olmak istediğiniz yerde olamazdınız. Dolayısıyla ben şimdi onun itabındaki sertliği ve hışım gibi tavrını daha iyi anlıyor ve “İyi ki öyle yapmış ve beni kendi serasına alarak sıyanet etmiş.” diyorum.

O, bu ikazları yaptıktan sonra gönlümün kırılabileceğini düşünerek hemen akabinde bana, değişik iltifatlarda bulundu. Bu iltifatlar karşısında ben de, sanki cepleri çerezle doldurulmuş bir çocuk gibi sevinçle geriye döndüm ve ne olursa olsun o medresede kalmaya karar verdim. Kâmil insanların insanlarla muamelesi bir başkadır. O büyük zat da, muhatabını çok iyi okuyan ve ona göre muamelede bulunan biriydi.

Bir başka hatıram da şudur: Molla Cami’ye yeni geçtiğimiz bir gün, talebe arkadaşlarla birlikte onun yanına gitmiştik. Erzurum’un beş on tane zengini de onunla birlikte oturuyordu. O, “Ben şimdi talebeme bir soru soracağım. Bilirse hepiniz ona şu kadar para vereceksiniz.” dedi. Ben Molla Cami’de nereleri en iyi biliyorsam, o, bana onları sordu. Ben de bildiğim yerler olduğundan hepsine cevap verdim. O zengin kişiler de bana Efe Hazretleri’nin dediği miktarda para verdiler. Zannediyorum toplam miktar, o günün parasıyla iki yüz lira kadar oldu. Belki de bir insanın hacca gidebileceği kadar bir paraydı bu. Efe Hazretleri’nin gözlerinde katarakt rahatsızlığı olduğundan bende ne kadar para biriktiğini görememişti. Bu sebeple bana ne kadar para biriktiğini sordu. Ben de cevap verdim. Sonra, “Bu kadar para sana çok. Ben onu Demirci Osman Efendi’ye vereyim de, onunla medreselerin ihtiyacını karşılasın.” dedi.

Erzurum’da medresede okurken ciddî bir fakr u zaruret içinde olduğumuzdan bazen üç dört gün ekmek, peynir bulamadığımız zamanlar olurdu. Babam imamlıktan aldığı paradan üç beş lira verirdi; fakat bunun ihtiyaçları karşılaması mümkün değildi.  Ekmek alacak paraya muhtaç kaldığımız günler çoktu. İşte açlığın bizi kıvrandırdığı böyle bir günde, üç dört arkadaş tekkeye gittik. Hazret’in kardeşinin torunu Tayyib Efendi de bizimle birlikteydi. Tekkenin yanında bir samanlık vardı, orası kiler olarak kullanılırdı. Gözümüz kilerin deliğinden içerideki karpuzlara ilişti. Hazret içeride namaz kılıyordu. Biraz sonra kapı açıldı ve o; “Çocuklar, buraya gelin. Ben size getirip bir karpuz keseyim.” dedi. Evet, nice hadiselerle müşahede ettiğimiz üzere o, insanın halinden anlayan, içini okuyan, ufku ve kalb gözü açık, engin bir insandı.

Hâsılı, her ne kadar istifade edemesem de, eğer sırf onu tanımış olma bir şey ifade edecekse, kendimi bununla bahtiyar sayıyor ve böyle bir mazhariyetten dolayı Rabbime şükrediyorum.

Hakk’a yürüdüğü güne gelince; bir gün rahmetlik pederim Erzurum’a gelmişti. Teyzesinin evinde, pederim de, ben de istirahat ediyorduk. Birdenbire “Efe vefat etti.” diye bir ses duyar gibi oldum. Hemen yerimden fırlayıp Kurşunlu Camii medreselerine doğru koştum. Oraya vardığımda baktım arkadaşlar ağlıyorlar. Oradan da Efe Hazretleri’nin (rahmetullahi aleyh) evine gittim. Mumcu mahallesinde bir evde oturuyordu. Kırkıncı Hoca’nın “Taftazani” dediği Erzurum müftüsü Sadık Efendi ve Allame Sakıp Efendi de oraya gelmiş, mübarek naaşını kimseye bırakmayarak bizzat kendileri yıkamışlardı. Cenazesi orada yıkandıktan sonra bir kış günü Alvar Köyü’ne götürüldü ve oraya defnedildi. Karda kışta bütün millet oraya akın ederek defin hadisesinde de yanında oldular.

Cenab-ı Hak o büyük zatı, Habib-i Edibi’yle beraber haşr u neşr edip Firdevsiyle âbâd eylesin! Âmin!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Bir İman Abidesi

Soru: Merhum Zübeyr Gündüzalp hakkında "Gayret-i diniye sahibi idi; hayatında lâubalîliğe hiç yer vermemişti." diyorsunuz. Bu hususu da şerh sadedinde Zübeyr Ağabeyi anlatır mısınız?

Büyük doğumların ve iz bırakan hareketlerin temelinde Asr-ı ‎Saadet’in iz düşümü denebilecek bir hayat tarzı vardır. Her dönemde insanlığa yeni ufuklar gösterenler, doya doya sıcak bir çorba yudumlayamayan, sırtlarına geçirecek bir palto bulamayan ve dünya nimetlerinden kâm alma peşine kat’iyen takılmayan kimseler olmuşlardır. Fakat, onlar öyle beklentisiz ve o denli fedâkarâne yaşamışlardır ki, maddî fakirliklerine rağmen mana âleminin sultanları hâline gelmiş ve bütün mü’min gönülleri kendilerine taht yapmışlardır. Bediüzzaman hazretlerinin ilk talebeleri de o kıvamda insanlardır.

Onlardan birini ilk dinlediğim anı hiç unutamam: O günlerde Isparta’da ikamet eden Üstad Hazretleri, Doğu’ya bir talebesini göndermişti. O zat, halkın içinde bazı hakikatleri anlatırken, dizlerindeki ‎yamaları göstermemek için, sırtındaki eski pardösünün etekleriyle onları kapamaya çalışıyordu. Anlattığı hakikatler de çok cazip gelmekle beraber, asıl onun kendi hâli, sadeliği, samimiyeti ve bir sahabe hayatı yaşaması bana çok tesir etmişti. Onu görünce, "Aradığım insanları şimdi buldum" demekten kendimi alamamıştım. Zaten, ondan sonra etrafa saçılan ışıktan tohumlar, o tohumlar üzerine bina edilen büyük kompleksler ‎ve dünyanın yedi bucağında açılan okullar hep bu "ilkler"in tesiriyle hasıl olan samimiyet zemininde ve onların izinden giden insanların ‎gayretleriyle günyüzüne çıktı. İşte, sonraki nesiller için birer yâd-ı cemil olan bu kahramanlardan biri de Zübeyr Gündüzalp idi.

Bir İnsanı Tanıma Vesileleri

Zübeyr Ağabey’i tanımayı kendi adıma şeref kabul ederim; ondan gerektiği gibi istifade edememeyi de bahtsızlık sayarım. Fakat, onu çok iyi tanıdığımı söyleyemem; çünkü, bazen onun çağırması bazen de kendi ziyaret isteğim neticesinde yanına gidip gelsem ve defalarca görüşmüş olsam da bir insanın sadece ziyaretlerle tam tanınabileceğini zannetmiyorum. Bir insanla aynı evde yatıp kalkmıyorsanız, aynı mutfağı ve banyoyu kullanmıyorsanız ve onun yirmi dört saatine nigehban değilseniz "onu tanıyorum" diyemezsiniz; o iddianız yalan olur. Bir insanı, annesi ve babası biraz tanır. Kendini talebe yetiştirmeye adayan, onları her an kontrol eden, yatıp kalktıkları ve ders müzakere ettikleri yerlerde bile öğrencilerini takipten geri durmayan, onların arkadaşlarıyla münasebetlerini dahi bilen ve her an üzerlerine titreyen bir terbiyeci de talebelerini kısmen tanıyabilir. Fakat sıradan arkadaşların birbirlerini gerçekten tanımaları çok zordur.

Bir insanın namaz kılışına ve namazda huşû ifade eden bazı sesler çıkarışına hüküm bina ederek onun hakkında olumlu kanaat beyan edenlere Hazreti Ömer efendimiz "Alış-veriş ve ticaret hayatına da baktınız mı?" diye sormuş ve bir insanı gerçekten tanımak için, onunla bir müddet birlikte bulunmak, alışveriş yapmak ve yolculuk etmek gerektiğini söylemiştir. Evet, insanda psikozların kuyruklarını dikip dolaştığı anlar vardır. O anlardaki tavır ve davranışlar bir insanın karakterini açığa vurma bakımından çok önemlidir. Mesela, tanıdığınızı zannettiğiniz insanla, üzerinize cürümler yağdırıldığı, suç üstüne suç isnadında bulunulduğu bir bela ve musibet atmosferini paylaştınız mı? Onunla beraber mahkeme salonlarına ve hapse girdiniz mi? Keder, tasa ve sevinç gibi iyi-kötü her hâle ait bazı ortaklıklarınız oldu mu? Eğer bu sorulara "evet" cevabı veremiyorsanız, o insanı tanıdığınızı iddia etmeniz doğru olmayabilir. Dolayısıyla, ben de Zübeyr Ağabeyi tam tanıdığımı söyleyemem. Bu açıdan, onu, yakından tanıyan insanlara sormak, onların hatıralarını dinlemek gerektiğini düşünüyor ve ifadelerimin o büyük insanı anlatmaktan çok uzak olduğunu itiraf etmekle beraber bir vefa duygusuyla bazı hususlara değinmek istiyorum.

Bir Dava Adamı

Zübeyr Ağabey’de gördüğüm en dikkat çekici özellik ondaki gayret-i diniye idi. Bildiğiniz üzere, gayret-i diniye, din uğrunda çalışıp-çabalama, dinin şeref ve itibarının korunması mevzuunda hassas davranma manasına geldiği gibi yasaklara karşı duyarlı olma ve fuhşiyâttan, münkerâttan uzak durmayı da ihtiva eder. Gayret-i diniye, Allah’ın sevip hoşgördüğü şeyleri, fevkalâde bir iştiyakla yerine getirip hoşlanmadığı hususlara karşı da olabildiğince kararlı davranmak ve Allah sevgisiyle dolu olup O’nun herkes tarafından sevilmesi için çalışıp çabalamak demektir. Zübeyr Ağabey de, evvelen ve bizzat İslam’a ve Kur’an’a, sonra da Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a tahsis-i nazar etmiş; kalb ve ruh ufkuna yönelmiş, ahlâk-ı haseneyi hayat hâline getirmişti. Nazarları İslam’a, Kur’an’a, Peygamber Efendimiz’e, Bediüzzaman’a ve Nurlara çevirme hususunda kıskançlık ölçüsünde bir duyarlılık gösterirdi. Yanında başka şeylerin konuşulmasından hoşlanmaz, sürekli mesleğin esaslarından bahisler açardı. Üstad hazretlerinden ve Nurlardan bahsederken, kendinden geçiyormuş gibi olurdu. En yakın arkadaşları bile onun Üstad’a bağlılığını fazla bulabilirlerdi. Öyle ki, mesela siz, "Üstad hazretleri o kadar hislendi ki mendilini elinden hiç bırakmadı, sürekli burnunu sildi." deseydiniz, eğer Zübeyr Ağabey bu ifadenizde "burnu akıyordu" manasına zerre kadar bir tahfif sezmişse, ağzınıza bir yumruk indirmediği kalırdı. O kadar ciddi ve yürekten bir bağlılığı vardı Üstad’a karşı. Nurlara bağlılığından mı Üstad’ın zatına yürüyordu, yoksa ona sadakatinden dolayı mı Nurlara koşuyordu, bilemeyeceğim. Fakat, Bekir Berk onun hakkında Üstad’ın "yâver-i azam"ı derdi.

Zübeyr Ağabey’in güldüğünü hiç görmedim. Abus çehreli değildi, tebessüm ettiğine de şahit oldum; fakat, tam bir ciddiyet ve vakar abidesiydi. O, ihsan ve itkan ufkunun kahramanı; azim, sebat, gayret ve teslimiyet timsali bir dava adamıydı. Hadd-i zatında, ciddiyetsiz ve lâubalî bir kimsenin, dava adamı olması da mümkün değildir. Bir insan, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Bir serçe uzun müddet tavus kuşu olarak arz-ı endam edemez. İnsan, şuurun ve zihinaltının çocuğudur; onlardan kaçıp kurtulamaz. İçte ihsan olmalıdır ki, dışta itkan olsun. İnsanın iç dünyası ciddi olmalıdır ki, bu onun dış dünyasına da aksetsin. Evet, onun gülmesinde bile bir ciddiyet nümayandı, ciddi ve vakur haline rağmen de hep inşirah vericiydi.

Zübeyr Ağabey çoğu zaman hastaydı; pek çok rahatsızlıkları vardı. Rahatsızlıklarından dolayı da konuşması zor anlaşılırdı. Sürekli ilaç kullanır, bir sürü hap alırdı. Bana bir veya iki defa özel odasında bulunan bir çuval ilacını göstermişti. Daracık bir odası vardı. Odada sergi yok denecek kadar azdı. Sadece bir bölüm, seccade ile kapanmıştı; bir tarafta da yatakçık gibi küçük ve basit bir kanepe vardı. Bir köşe perdeliydi; o perdenin arkasına bir leğen ve bir maşrapa gibi bazı şeyler sıkıştırmıştı. İhtimal abdest ve guslünü de orada alıyordu. Her şeyi o odacığın içindeydi. İmkanların kendisine tebessüm ettiği dönemde bile o muktesidâne, sâbikûn u evvelûn gibi gayet sade, samimi ve Allah’la irtibatını zedelememe mevzuunda tavizsiz yaşıyordu. Son günlerinde bile, ceketinin sökülmüş kolundaki ipliklerden tutup hafifçe çekseydiniz, ihtimal ceketinin bir yere kadar yırtıldığını görürdünüz. Pantolonunun paçaları da ceketinin kollarına denkti; o kadar müstağni yaşıyordu. Belki de odasında ilaçtan başka sermayesi yoktu; yani, para değeri olan bir şey varsa, o da ilaçlarıydı. Bir de, Üstâdımızın üzerinde namaz kıldığı bir seccade vardı ki, onun için çok kıymetliydi.

Zübeyr Ağabey, kendisini görenlerde hemen inanmış bir insanı görmüş olma hissi uyarırdı. İddiası yoktu, şakası yoktu, latifesi yoktu ama muhataplarını mutlaka inandırır ve ikna ederdi. Söz ve tavırlarıyla rahatsız edici de değildi. Şahsen, bana söylediği şeylerden hiçbirine karşı içimde hiçbir tepki hissetmedim. Oysa ki, biraz Arapça hecelemeye başlayan, bir yabancı dil öğrenen hemen herkesin yaptığı kadar ben de bencillik ve gurur emareleri sergileyebilirdim. Kendime göre temel düşüncelerim ve kriterlerim de vardı; fakat o, bunların hepsini elinin tersiyle itti, yerlerine doğrularını koydu ve ben onun hiçbir sözüne itiraz etme ihtiyacı duymadım. Yanlış bulduğu her söz ve tavrım karşısında gayet ciddi bir baba, bir üstad gibi beni dizinin dibine oturtup kendi usulünce konuştu, anlattı ve benim içimden ona karşı hiçbir itiraz sesi yükselmedi. Bu bana ait bir fazilet değildi; onun üslup bilmesine ve samimiyetine ait bir şeydi. Belki, onun Hazreti Üstad’a ve Nurlara çok bağlı olduğuna inanmam da bu kabulümde tesirli olmuştu.

İdam Sehpası da Olsa!...

Onun Afyon müdafaasını ne zaman okusam gözyaşlarımı tutamam. Her okuyuşumda, samimi, yürekten ve söylediği her kelimeyi mürekkep yerine kanıyla yazmaya hazır hâliyle Zübeyr Ağabey gelir gözlerimin önüne. İman onun gönlünde öyle bir kora dönüşmüştü ki, hapishaneleri, lüks otel köşelerine tercih ediyor ve şöyle diyordu, "Biz, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zâlimlerin zulmüne mâruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur'âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî biliriz." Evet, o çok yürekten bağlanmıştı i'la-yı kelimetullaha ve insanlığın kurtuluşunu onda görüyordu.

Öyle bir dava adamıydı ki, "Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopacaksa, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince paramparça olması lâzım gelir" diyor ve idam sehpalarında noktalanabilecek bir yolda yürürken bile hakikati haykırmaktan geri durmuyordu. "Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur'ân tefsiri Risale-i Nur uğrunda idam edileceksem, sehpaya "Allah Allah, yâ Rasulallah" sadalarıyla koşarak gideceğim." demek ancak Zübeyr Gündüzalp gibi sadıklara has bir cesaret ve samimiyet ifadesiydi.

Allah rahmet eylesin, Urfalı Abdurrahman Ağabey’in vakfettiği bir ev vardı. Basit, dar ve rutubetli bir evdi; kış günleri sobayla ısıtmaya çalışırlardı. Zübeyr Ağabey’in, o evin orta katında kaldığı zamanlar da olmuştu. Alt kattaki küçük salonda da dersler yapılırdı. Ders esnasında o, odasından çıkıp gelir, daha kapıdan içeri girer girmez, kendisine yer gösterilmesini hiç beklemeden, varlığını belli etmek istemezcesine, boş bulduğu bir yere diz çöküp oturur ve mezamir dinliyor gibi okunan Risaleyi dinlerdi.

Zübeyr Ağabey, dualarında ısrarlı davranır; Üstad’ından gördüğü üzere, dua ederken ellerini kucağına düşürmez ve kollarını ciddiyet içinde kaldırırdı. Kanaat-i acizanemce, dua ederken o şekilde yapmak esastır. Dua, Cenab-ı Hak’tan bazı ekstra şeyler istemek manasına gelir. Böyle bir isteğin de kendine göre bir keyfiyeti olmalıdır ki, o keyfiyet "ilhah"tır; yani ısrarlı davranmak ve o işin üzerine düşmektir. Deprem sonrasında ya da Tsunami akabinde yapılan yardımların muhtaçlara dağıtılması sahnelerini izlemişsinizdir. Bir ekmek alabilmek için kollarını olabildiğince açan, dağıtım yapan görevlilere var güçleriyle ellerini uzatan ve sonunda istediğini alan insanlara şahit olmuşsunuzdur. Tabii bir köşeye oturan ve elini kucağına düşürüp bekleyen kimselerin hiçbir şey elde edemediklerini de görmüşsünüzdür. Bizim Cenab-ı Allah’tan istediğimiz şeyler o dağıtılan yardımlardan daha önemsiz olmadığı gibi kendi halimiz de o muhtaçların durumundan daha iyi değildir. Öyleyse, bize düşen de -riya, süm’a ve taşkınlıklara girmeden- kollarımızı Peygamber Efendimiz’in yaptığı ve seleflerimizin de tatbik ettiği gibi ciddiyet içerisinde yukarıya kaldırmak ve dualarımızda ısrarcı olmaktır.

Sema Ağlıyordu...

Zübeyr Ağabey, nasıl yaşadı ise öyle de Allah’a yürüdü. Cenab-ı Hak, çoklarına nasip ettiği gibi bana da onun ahirete teşyîine katılma imkanını lutfeyledi. Fatih Camii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra, o omuzlar üzerinde son yolculuğunu yaparken hafif hafif yağmur çiselemeye başladı. Tam ağaçların altında yürümeye başlamıştık ki, birden bire nereden çıktığını bilemediğim güvercine benzeyen bir sürü kuşun kanat seslerini duydum. Kuş sürüsünün, çok geniş bir alanı kapladıktan sonra "pırr" edip onun tabutunun üzerinden fezanın açıklarına doğru uçuverdiğini gördüm. Başkalarına "Siz de gördünüz mü?" diye sormadım; çünkü, ehl-i imanın vefatına semanın ağladığı ve onları uğurlamak için ruhanilerin adeta yarış yaptığı hakikatinin Zübeyr Ağabey için de gerçekleştiğine inancım tamdı. O, "secde izi"yle nakşolmuş samimi bir sima ve dırahşan bir çehreydi. "Sîmâhum fî vucûhihim min eseri’s-sucûd" hakikatının canlı ve insanlara tesir edebilecek bir örneğiydi.

Zübeyr Ağabey’i yâd ederken Abdurrahman b. Avf’ın sözlerini hatırladım. O büyük sahabi, vefatından az önce kendisine ikram edilen bir parça et ve bir dilim ekmeğe uzanırken ağlar ve şöyle der: "Peygamber Efendimiz ahirete göçtü de ne kendisi ne de ailesi arpa ekmeğiyle bile hiç doymadı. Hamza şehadet şerbeti içti, onun için bir kefen bile bulunamadı. Mus’ab b. Umeyr şehit oldu, onu da kefenleyecek bir şey bulamadık. Oysa onların hepsi bizden daha hayırlı idi. Biz ise dünyadan alacağımızı aldık. Sıkıntılarla imtihan olduk sabrettik, ama rahatlık ve mal-mülkle imtihan edilince şükredip kazandık mı bilemeyeceğim!.."

Onları Anlamadılar

Evet, onlar mana âleminin birer sultanıydılar ama dünya onları tanıyamadı. Onların, mahviyet, tevazu ve hacâletle mühürlenen tabiatları başkalarını aldattı. İnsanlardan bazıları gururlarına; kimileri hasetlerine ve bir kısmı da bencilliklerine yenildiler ve ne Hulusi Efendi’yi, ne Tahirî Mutlu’yu, ne Sadullah Nutku’yu ne de Mehmet Feyzi’yi tanıyabildiler. Oysa, onlar bir dirilişin ilk mimarları ve Hazreti Mîmâr-ı Azam’ın vefalı temsilcileriydiler.. Hasan Feyzi'ye, Hafız Ali'ye, Hoca Sabri’ye ve Hüsrev Efendi’ye sonraki nesillerin de ihtiyacı vardı. Dünya Ahmet Fevzi'yi, Atıf Efendi’yi ve Asım Bey’i mutlaka bilmeliydi. Bir ışık kaynağının hâlesini teşkil eden, herbiri ayrı birer derinlik adamı olan ve bazıları itibarıyla hala dipdiri ve olabildiğine canlı, Nur Risaleleri’ni dünyanın yetmiş diline çevirerek herkese ulaştırmak için çalışan başyüce insanlar herkes tarafından kabul edilmeliydi. Fakat maalesef, alperen yürekli ve uhrevî derinlikli Zübeyir Gündüzalp misali vefa abidelerini insanlık gerektiği gibi tanıyamadı..

Onlar çok gerilerde durdular, çok küçük göründüler, hep mahviyet içinde oldular.. el-âlem de yalnızca o görünüşe ve o duruşa baktı, onları sadece zahire göre değerlendirdi. Onların herbirisi ihtimal bir kutbiyeti, bir gavsiyeti temsil ediyorlardı ama nâdanlar bunu anlayamadılar. Zaten, sohbet-i nâdanla telezzüz edenlerin onları anlamaları da beklenemezdi. Anlamadılar ve kendilerine yazık ettiler. Bilmem ki, biz onları gerektiği ölçüde anlamaya muvaffak olabildik mi?..

Bir kez daha ilim ve araştırma aşkı

Soru: Bilim ve araştırma sahasında istenen seviyeye ulaşabilmek için bilginin transferi zaruri midir? Kendi temel dinamiklerimiz üzerine kurulu bir bilim anlayışının tesisi adına yapılması gerekenler nelerdir?

Bilginin asıl kaynağı Cenâb-ı Hakk’ın âsârıdır. O âsârın kavl-i şârihi, burhân-ı vâzıhı, delil-i sâtıı ise Kur’ân-ı Mûcizu’l-Beyân’dır. Kur’ân-ı Kerim’in müfessir ve mübeyyini de sünnet-i sahihadır. Sahabe-i kirâm ve tabiîn-i izâm efendilerimizin anlayışları da Kur’ân’ı anlama mevzuunda bizim için önemli birer mercek konumundadır. Çünkü Kur’ân onların anlayacağı bir dille nazil olmuş, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de tenezzülât-ı nebeviyesiyle onların anlayacağı bir dil kullanmıştır. İşte başta Kur’ân-ı Kerim, sonra da sünnet-i sahiha ve selef-i salihînin rehberliğinde tekvînî emirlerin doğru okunması, iyi görülmesi ve onlarla dinde vaz’edilen esasların birleşik noktasının ufkuna ulaşılması çok önemlidir. Ne var ki, asırların ihmaline uğramış böyle bir meselede istenen seviye ve hedeflenen ufka bir anda ulaşılmasının mümkün olmadığı da hatırdan çıkarılmamalıdır. İlim ve araştırma aşkı, henüz hicrî beşinci asırda yani yaklaşık dokuz asır evvel bizden bir darbe yemiştir. Bunun yanında bilginin ruhlarda birer ifazası olan Zât-ı Ulûhiyet’e ulaştıracak yüksek mânâlar ve hakâik de tedris âleminden kapı dışarı edilmiştir. Değişik vesilelerle ifade edildiği gibi medrese fünûn-u müsbeteyi kapı dışarı etmekle kalmamış, aynı zamanda İslâm’ın ruhî hayatına karşı da kapılarını kapamış ve sonra da arkasına sürgü vurmuştur.

Zaferlerle gelen baş dönmesi

Bu dönemde, İslâm’ın bayraktarlığını yaptığımız, ciddi bir ceht ve gayret sergilediğimiz ve neticede siyasî ve askerî sahada zaferler peşinde koştuğumuz bir gerçektir. Elbette ki Âlem-i İslâm’ın koruyucusu olmanın Allah nezdindeki kıymet ve değeri çok yüksektir. Düşmanlığa kilitli saldırgan ve mütecavizler karşısında, dinin ve namusun haysiyetini koruma mevzuu takdire şayan bir iştir. Bütün bunları gerçekleştirenler takdir ve tebcil edilmelidir. Evet, Selçuklulardan İlhanlılara, Eyyûbilerden bu işi zirvede temsil eden Osmanlılara kadar atalarımız İslâm’ın bayraktarlığını bihakkın temsil etmişlerdir. Onlar âdeta burçtan burca bayrak taşımış ve her yerde haysiyet, şeref ve namusumuzun remzi olarak hilali dalgalandırmışlardır. Ne var ki, bir konuya inhimak edip onun üzerinde yoğunlaşan bir insanın başka meselelerde aynı ölçüde derinleşememesi gibi, onlar da, bayraktarlık vazifesini yerine getirmiş fakat bu arada laboratuvar ve araştırma merkezlerini ihmal etmişlerdir.

Oysaki daha önceki asırlarda ilim meselesi zirvelerde ele alınmış ve bu alanda çok başarılı insanlar yetişmiştir. Meselâ bir İbn Sina’ya baktığınızda onun birçok ilim dalında uzman olduğunu görürsünüz. Felsefe ve düşünce sahasında olduğu gibi, fizyoloji, anatomi ve tıp alanında da söz sahibi. Tâ o dönemde virüslere karşı belli çareler üretmiş. Kur’ân’ı anlama mevzuunda da mütalaa ve mülâhazalarda bulunmuş. Bunun yanında sofîliğe de eğilmiş. Sadece bir İbn Sina değil; o dönemde Muhammed b. Zekeriyya er-Râzî’den Cabir’e, Fezârî’den Zehrâvî’ye, Harizmî’den Bîrunî’ye nice büyük insan yetişmiştir. Bu zatlar, ilim adına alacakları şeyleri dinden almış, tekvînî ve teşriî emirlerin birleşik noktasında onu çok iyi okumuş, kavramış ve bütün bunların sonucunda başkaları karşısında ezilmemiş, aşağılık kompleksine kapılmamışlardır. Diğer insanlar açısından meseleye bakıldığında da, onlar, inanan insanların sahip olduğu bu faikiyet ve üstünlüğün mensup bulundukları dine ait olduğunu anlamış ve onların şahsında dine saygı duymuşlardır. 

Ne var ki, hicrî beşinci asra kadar gelen bu ilim ve araştırma aşkı, bu ani’l-merkez hareket bize doğru geldikçe hız kesmiş, zamanla kıvam kaybına maruz kalmış ve kendinden beklenen fonksiyonu tam olarak eda edememiştir. İhtimal, İstanbul’un fethiyle gerçekleşen muzafferiyet bizim biraz başımızı döndürmüş, hilafetin bize geçmesiyle baş dönmesi biraz daha artmıştır. Bu ifadelerimizden “o dönemde hiçbir şey yapılmadı” gibi bir düşünceye sahip olduğumuz anlaşılmamalıdır. Fatih ve Süleymaniye medreseleri, Enderun gibi kurumlar ilme önemli katkılarda bulunmuşlardır. Fakat hicrî beşinci asra kadar devam edegelen ilmî sahadaki o inkişaf ve gelişmenin daha sonraki dönemlerde görülmediği de inkâr edilemez bir vâkıadır. 

Didik didik edilen tabiat kitabı

Batının eşya ve hâdiseleri didik didik ederek ciddi bir araştırma aşkıyla ilim ve fende belli bir noktaya ulaştığı bir gerçektir. Belgesellerde görüyoruz. Meselâ Güney Kutup’taki penguenlerin, bilmem neredeki vahşi balinaların hayatı günlerce takibe alınıyor. Bir araştırmacı, “25 senedir kobraların hayatını izliyorum” diyor. Bu insanlar, bu kadar emek ve gayret sonucunda ileride ne elde edeceklerini bile belki tam olarak bilmiyorlar. Fakat merak duygusu ve araştırma iştiyakıyla vahşi dedikleri tabiatı didik didik ediyor; söküyor, bozuyor sonra yeniden örgülüyor; örgünün keyfiyetine bakıyor; oradan atkılarına ulaşıyor; atkıların üzerindeki dantelâyı değerlendiriyor ve bütün bunlarla bir yere varmaya çalışıyorlar.

Bu arada istidradî olarak şu hususu ifade edeyim: Bu insanlar ilim adına bir yere kadar gitmiş ama neticede bütün bunları insiyaklara, sevk-i tabiîlere vermişlerdir. Maalesef bir adım daha atmak suretiyle meseleyi Hakikî Sahibi’ne bağlayamamışlardır. Her canlının âdeta bir insan gibi hareket ettiğini hatta hayatını idame noktasında bazı davranışlarda insanın önünde başarılar sergilediğini görmüş; ancak böyle muhteşem bir nizam ve ahengin arkasındaki Nâzım’ı, O’nun vazettiği kanunları görememişlerdir. Onlar, insan, eşya ve hâdiselerden yola çıkarak Allah’a yürüme esprisini tam kavrayamadıkları, böyle bir ufka kapı aralayacak bakış açısına sahip bulunmadıklarından ötürü hepsi için diyemesek de pek çoğu itibarıyla gidip natüralizme, pozitivizme veya materyalizme saplanıp kalmışlardır. Evet, onlar bütün bu çalışmalarına rağmen, kitab-ı kebir-i kâinatın her harfinin, her kelime ve paragrafının Allah’ı anlattığını görememişlerdir.

Hakikate ulaştıran güvenli güzergâhlar

Asıl konumuza dönecek olursak, Batılı bilim adamlarının eşyayı didik didik etme istikametindeki araştırma ve çalışmalarını maalesef hicrî beşinci asırdan sonra bizdeki ilim adamı ve araştırmacılarda göremiyoruz. Şimdi eğer biz de en azından onlar kadar bu işe eğilmez, kendimizi bu türlü araştırmalara vermezsek istenen seviyede bir başarıya ulaşmamız mümkün değildir. Bunun için de öncelikle çok ciddi bir hakikat aşkına sahip olmamız gerekiyor. Allah’tan daha büyük bir hakikat olmadığı gibi, Allah’ın büyük gördüğü şeylerden daha büyük bir hakikat de olamaz. O hâlde öncelikle O’na ulaşma aşkı olacak. İnsandaki Hakikatü’l-Hakaik’e duyulan bu aşk, ondaki ilim aşkını tetikleyecek; ilim aşkı ise onu araştırmaya sevk edecek ve bin yerde bin türlü araştırmayla hep O’na ulaşma adına yollar araştıracak, yollar bulacaktır.

“Allah’a giden yollar mahlûkatın solukları sayısıncadır.” sözünü sadece meşrep ve mizaçlar açısından anlamak eksik bir değerlendirme olur. Esasen çok küçük mini varlıklardan makro âlemlere kadar her bir varlıkta Allah’a giden yollar vardır. İşte biz onları bulacak ve insanların dalâlet vadilerine düşmemeleri, dalalet trafiği ile karşı karşıya kalmamaları için güvenli güzergâhlar oluşturacağız. Onların bu emniyetli güzergâhta yürüyüp Allah’a ulaşabilmeleri için tabanlarımızdan ter çıkarcasına koşturacak, çırpınıp duracak, ölüp ölüp dirileceğiz. Bu uğurda yaşatmak için kendi hesabımıza yaşamaktan vazgeçeceğiz. Diğer yandan Batılıların natüralizme saplandığı yerlerde biz meseleyi alıp Allah’a bağlayacak, her şeyde O’nun yed-i kudret, ilm-i muhit ve irade-yi muhitesinin tasarrufunu görmeye çalışacağız.

İlim taliplerinde böyle bir ruhu hâsıl etmek için ise çok ciddi bir rehabilitasyona ihtiyaç vardır. Eğer siz ilk mektepten başlayarak, orta mektepte, lisede, üniversitede ve daha sonra kariyer yaparken ilim yolcularını bu duygu etrafında rehabilite etmezseniz, onların içinden böyle bir ekip çıkaramazsınız. Bunun için icap ederse onlara ödüller vereceksiniz. Her ne kadar bizim felsefemize göre iltifat mârifete tabi olsa da, herkeste bu duygunun temsil edildiğini/edileceğini beklememek gerekir. Mârifetin ortaya çıkmasını temin için daha başta iltifata başvuracak ve maddî-mânevî ilim ehlinin hayatını teminat altına alacaksınız. Meselâ diyebilirsiniz ki: “Şayet sen şu mevzuda bir araştırma yapar, şu meselenin künhüne vâkıf olursan, biz de geçim noktasında senin hayatını teminat altına alacağız. Akıl ve kalbinin ilim ve araştırma dışında maddî meselelerle meşgul olmaması için sana iki ev tahsis edecek, şöyle bir maaş bağlayacağız.” Esasında ilmî araştırmalar bir aşk meselesi, kendini ölesiye o işe adama ameliyesidir. Ancak insanlardaki o aşk duygusunun hâsıl olması da, onları rehabiliteye bağlı bir husustur.

Bilginin transferi ve asıl mesele

İşte bu hedefe doğru yürürken, bu güzergâhta ilk olarak halledilmesi gerekli olan husus transfer mevzuudur. Bu açıdan ilk başta, şu an Japonların, Çinlilerin takip ettiği gibi bir yol takip edilebilir. Bildiğiniz üzere onlar, Batı’da oluşan ilimleri almış, ilave ve ekler yapmak suretiyle, kendi dünya görüşlerine göre farklılaştırıp o ilimlerden istifade yoluna gitmişlerdir. Meselâ Çin, transfer ettiği bilgi ve teknolojiyi daha ucuza mal etmek suretiyle, bir mânâda bugün bir dünya devi hâline gelmiştir. Japonya ise İkinci Cihan Harbi’nde atom bombasıyla yerle bir edilmiş, sonra bir devletin vesayeti altına girmiş ama bütün bunlara rağmen şu anda ilim ve araştırma sahasında bizim önümüzde yürümektedir. Almanya da İkinci Cihan Harbi’nde yerle bir edilmiş, güçlü devletler tarafından paylaşılmış, Doğu Almanya Rusya’nın, beri taraf da Amerika’nın vesayeti altında kalmış, fakat bütün bu olumsuz şartlara rağmen kısa sürede derlenip toparlanmış ve bizden işçi transfer etmeye başlamıştır. Bu açıdan bizim de bir transfer dönemi yaşamamız mümkündür. Öncelikle dışarıdan alınanlar iyi değerlendirilir, daha sonra insanımız çok daha yüksek gaye-i hayallere tevcih edilir. Bazıları buna “ilmin İslâmlaştırılması” diyor. Bence öyle demektense, meseleye, “ilmin kaynağı olan tekvînî emirlerin teşriî emirlerle birleşik noktasının yakalanması” şeklinde bakmak daha doğru olacaktır. Tabiî ki, bir hamlede, bir nefhada böyle bir noktaya ulaşmak mümkün değildir. Bu sebeple, bir yandan, eli kulağında bir müezzin gibi her yerde hakikati haykıran araştırma aşığı insanlar yetiştirecek, diğer yandan da sizin dünyanız dışında ortaya çıkan ilim ve teknolojileri takip etmek suretiyle çağı okumadan geri kalmayacaksınız.

Hâsılı kendi düşünce dinamiklerimiz üzerine kurulu bir ilim zihniyeti için, birinci istasyonda bilgiyi transfer edecek, değerlendirecek ve insanlarda eşya ve hâdiseleri çözme, anlama ve yorumlama aşk u iştiyakını oluşturacaksınız. Sonra da onu kendi değerlerinizle buluşturarak bir mânâda bizleştireceksiniz. Daha sonra onların bugüne kadar ortaya koydukları birikime bakıp “yahu biz niye bunları yapmayalım ki?” diyecek ve aynı araştırmaları siz yapacaksınız. Yani bilginin transferini bir fasıl hâlinde, onun bizleştirilmesini de ayrı bir fasıl halinde ele alacaksınız. Sonra da her şeyin mahiyet-i nefsü’l-emriyesine göre ele alınması, Allah’ın bu kitab-ı kebir-i kâinatı vaz’etmedeki murad-ı ilâhisinin takip edilmesi, Kur’ân’ın onun nasıl kavl-i şârihi, burhân-ı vâzıhı ve delil-i sâtıı olduğu hakikatinin araştırılması hususlarına yöneleceksiniz. Ayakları, sağlam yere basan belli bir bakış açısı kazandıktan sonra, Cenâb-ı Hakk’ın bu iki kitabına bakınca aynı hakikati görmeye başlayacaksınız. Kur’ân âdeta bir kâinat, kâinat da bir Kur’ân gibi size görünmeye başlayacak. Diğer yandan sizin nazarınızda insan kâinatın bir fihristi, kâinat da inkişaf etmiş bir insan hâline gelecek. Bütün bu meselelere bizzat vicdanınızın şehadetiyle “evet” diyecek, “evet” diye haykıracaksınız.

Bir kez daha vifak ve ittifak

Fethullah Gülen: Bir kez daha vifak ve ittifak

Soru: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin umumî bir felâkete uğramaması ve mütemadi olarak başkalarının hâkimiyeti altında kalmaması için yaptığı duaların kabul edildiğini fakat ümmetinin ihtilâf ve iftiraka düşmemesi ile alâkalı duasının kabul buyrulmadığını ifade etmiştir. (Tirmizî, fiten 14; İbn Mâce, fiten, 9) Zikredilen hususlar arasındaki ortak nokta ve bunların verdiği mesajlar nelerdir?

Cevap: Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin ibret almaları adına pek çok peygamber kıssasına yer vermiştir. Bu kıssalarda ifade edilen önemli hususlardan birisi de irşat için gönderilmiş olan peygamberlere iman etmeyen kavimlerin helâk edilmiş olmalarıdır. İnkârda ve zulümde temerrüt gösterdiklerinden dolayı Hazreti Nuh’un kavmi umumî bir tufanla (Bkz.: Ankebût sûresi, 29/14), Hazreti Hûd’un kavmi uğursuz bir kasırgayla (Bkz.: A’râf sûresi, 7/71), Hazreti Salih’in kavmi korkunç bir sayha ile helâk edilmiş (Bkz.: Kamer sûresi, 54/31), Sodom ve Gomore halkının ise altı üstüne getirilmiştir.

Zikredilen bu kavimlere gelen ilâhî afetler belli bir coğrafyaya münhasır olarak mı geliyordu yoksa helâk, yeryüzündeki bütün insanlığı içine alacak şekilde mi gerçekleşiyordu, bilemiyoruz. Fakat Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) önce gelen peygamberlerin sadece belirli bir kavme gönderildikleri göz önünde bulundurulduğunda her bir kavme gelen helâkın onların yaşamış olduğu coğrafyayla sınırlı kalmış olabileceğini söyleyebiliriz. Eğer böyle ise, kendilerine gönderilen peygambere inanmayıp küfür ve zulümde ısrar eden insanların tamamı helâk edilmiş olsa da, gelen helâk o kavme münhasır olacaktır. Fakat Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bütün insanlığa gönderildiğinden dolayı (Bkz.: Sebe sûresi, 34/28), O’nun davetine icabet etmeyip inkâr ve zulümde inat edenlerin umumu -sünnetullah gereğince- helâka maruz kalacaktı.

Kabul görmüş dua

İşte bu sebepledir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmet-i Muhammed’in böyle umumî bir felâket ve helâka uğramaması adına Allah’a dua etmiştir. “Sen, onların içlerinde olduğun sürece, Allah onları helâk etmeyecektir. Onlar istiğfar ettikleri sürece de Allah onları helâk etmeyecektir.” (Enfâl sûresi, 8/33) âyet-i kerimesi O’nun duasının kabul edildiğini göstermektedir.

Malûm olduğu üzere Efendimiz’e ait olan nebevî hususiyetlere hususiyet-i Muhammediye denilmektedir. Buna göre Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hayatlarını ümmet-i Muhammed’in içinde geçirdiği ve onların başında bulunduğu sürece, geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin başına gelen helâk onlara gelmeyecektir. Âyetin zâhirî mânâsına göre bu hakikat müsellemdir. İşarî tefsir açısından âyetten şöyle bir mânâ da anlaşılabilir: Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’minlerin gönüllerinde yaşadığı sürece, Allah (celle celâluhu), onları geçmiş kavimleri cezalandırdığı gibi cezalandırmayacak, altlarını üstlerine getirmeyecektir. Eğer mü’minlerin arasında sağlam bir Muhammedî ruh varsa, Allah Teâlâ, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hayat-ı seniyyelerinde ümmet-i Muhammedi bağışladığı gibi, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdükten sonra da kıyamet gününe kadar ümmet-i Muhammedi bağışlayacak, sıyanet, riayet ve hıfz buyuracaktır.

Âyetin devamında ayrıca mü’minlerin helâktan muhafaza buyrulmalarının bir vesilesinin de istiğfar etmeleriyle gerçekleşeceği beyan buyrulmuştur. Ümmet-i Muhammed, hata ve günahlarından sonra hemen doğrulup istiğfar ediyorlarsa, Allah (celle celâluhu) onları yukarıdan, aşağıdan, sağdan ve soldan gelecek musibetlerden muhafaza buyuracak, onların altlarını üstlerine getirmeyecektir. Hâsılı, Allah (celle celâluhu), Efendimiz’in ümmet-i Muhammed hakkındaki umumî helâk edilmemesi duasına icabet buyurmuş, Kur’ân, bu hakikati dile getirmiş, tarih de bunu açık bir şekilde göz önüne sermiştir.

Tarihî devr-i daimlerde geçici esaretler

İkinci olarak; Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), Müslümanların ilelebet sömürücü bir devletin işgali altında kalmaması adına duası kabul edilmiştir. Demek ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem) gaybbîn gözüyle bazen mü’minlerin işgal altında kalacaklarını fakat bunun ilelebet devam etmeyeceğini görmüştür. Nitekim hayat-ı seniyyelerinden dört beş asır sonra Müslümanlar peşi peşine Haçlı seferlerine maruz kalmış, ardından da Moğollar gelmiş, hilâfet pay-i tahtının bulunduğu Bağdat’ı işgal etmişlerdir. Fakat bunların hiçbirisi kalıcı olmamıştır. Ne Haçlıların, ne Moğolların, ne de daha sonraki zalim ve mütecavizlerin işgalleri kalıcı olmuş, bir gün gelmiş Allah’ın izni ve inayetiyle hepsi sona ermiştir.

Âlem-i İslâm’ı çok ciddî meşgul eden Haçlıların kimisi Alparslan’a, kimisi Melikşah’a, kimisi Kılıçarslan’a, kimisi de Selahaddin’e toslamış, tersyüz olmuş ve geldikleri gibi gitmişlerdir. Daha sonra Allah (celle celâluhu), Selçukluları güçlendirmiş, onlara iki asra yakın İslâm’ın kaderiyle alâkalı çok önemli bir misyonu eda etme fırsatı vermiştir.

Selçukluların tesirsiz hâle geldikleri, Babaî isyanlarıyla bütün bütün felç oldukları, güneşlerinin gurup etmeye yaklaştığı dönemde ise, Söğüt’ün bağrında âdeta bir tırtılın metamorfoz yaşayarak kelebeğe dönüşmesi gibi yeni bir oluşum bütün âfâk-ı âlemde arz-ı endam etmiştir. Evet Osmanlı, âlem-i İslâm’ın kuzeyinde İslâm dünyasının karakolculuğunu yapmış, onu korumuştur. Mâlik bin Nebi’nin ifadesiyle, eğer İslâm dünyasının şimalinde Osmanlı olmasaydı, bugün İslâm dünyası da olmazdı. İnsanlık tarihinde dört asır boyunca bir devleti kıvamında götürme, ne Romalılara, ne Çinlilere, ne Hintlilere, ne de başka bir millete nasip olmuştur.

Günümüzde ise İslâm dünyası daha farklı bir çerçevede yine işgaller yaşamaktadır. Eskiden kaba kuvvet kullanarak gerçekleştirilen işgaller, bugün İslâm dünyasının içindeki piyonlar vasıtasıyla yapılıyor. Müslüman coğrafyası, bu piyonlar eliyle sevk ve idare ediliyor. Müslümanlar arasından karakter itibarıyla başkalarının emeline hizmet etmeye müsait tiranlar seçiliyor, onlar sayesinde İslâm dünyası vesayet altında tutuluyor.

Ama şimdiye kadar tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde hep aynı şeyler yaşandığı gibi, inşaallah, bundan sonra da millet her yönüyle bağımsızlığını elde edecek, tiranlar dönemi bitecektir. Kim bilir hangi karıncalar yeniden bir kere daha firavunların saraylarını yerle bir edecek, hangi sivri sinekler nemrutları yerlere serecektir. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mevzuda Cenâb-ı Hak’tan dilekte bulunmuş, Cenâb-ı Hak da O’nun bu dileğine icabet etmiş, “Senin ümmetini ebedî olarak işgale maruz bırakmayacağım.” müjdesini vermiştir.

İftirakın kaynağı: Beşerî boşluklar

Son olarak İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), gaybbîn gözüyle, engin ufku ve fetanetiyle insanlardaki hırs, tama, haset, rekâbet, şöhret hissi, makam sevgisi, kendisinden bahsedilme, parmakla gösterilme arzusu gibi duyguların onları bölüp parçalayacağını ve birbiriyle yaka paça hâline getireceğini görmüş, ümmetini böyle bir tehlikeden koruması adına Cenâb-ı Hakk’a yalvarmıştır. Fakat O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duasına olumlu cevap verilmemiştir.

Çünkü bu husus, doğrudan doğruya insanların iradeleriyle üstesinden gelmeleri gereken bir meseledir. Cenâb-ı Hak, Nebiler Nebisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasını bütün bütün reddetmese de, “Hayır! Onları birbirine düşürecek, birbirleriyle yaka paça hâline getireceğim.” buyurmasa da onların birlik içinde yaşamalarını iradelerine havale etmiştir. Zira Allah (celle celâluhu), insanları -bağışlayın- hayvan yaratmamış, yan yana koyduğunuzda olduğu yerde duracak ağaç yaratmamış, bilâkis insan yaratmak suretiyle onlara irade bahşetmiştir. Dolayısıyla insan, iradesinin hakkını vererek sahip olduğu haset, kin, nefret, gayz ve çekememezlik gibi menfi duygularla sürekli mücadele etmelidir ki terakki edebilsin. Farklı bir ifadeyle, vifak ve ittifakın sağlanması meselesi ümmet-i Muhammed’e ekstradan bir armağan olarak verilmemiştir. Bilâkis Yüce Allah bu konudaki tevfikini, şart-ı âdi planında onların iradelerini ortaya koymalarına bağlamıştır.

Bu itibarla eğer mü’minler, birbirleriyle anlaşmak, uzlaşmak ve kucaklaşmak istiyorlarsa, Şâh-ı Geylânî, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, Hazreti Mevlâna, Yunus Emre ve Hazreti Pîr gibi herkese kucak açmalı, şahsî hakları itibarıyla dövene elsiz, sövene dilsiz olmalı, gönüllerini kıranlara da gönülsüz davranmalı; vifak ve ittifaka giden yolu her zaman açık tutmalıdırlar. Onlar, iradelerinin hakkını vererek buna muvaffak oldukları takdirde bu dünyada birlik ve beraberlik tesis etmiş olacaklar; ahirette ise Cenâb-ı Hakk’ın sürpriz lütuflarıyla karşılaşacaklardır. Onların burada ortaya koydukları böyle bir cehd ve gayretin ötede geriye dönüşü çok farklı olacaktır.

Rampadaki füze gibi…

Nasıl ki gayrimeşru şehvet hisleri karşısında insanın, iradesinin hakkını vermesi onu bir iffet abidesine dönüştürüyor; başkalarına verilen güzellikler karşısında kişinin hasede düşmemesi, hırs göstermemesi onu bir istiğna kahramanı hâline getiriyor; aynen öyle de vifak ve ittifakın sağlanması için insanın, iradesinin hakkını verip kendisine rağmen yaşaması onu bir fazilet âbidesi hâline getirecektir.

Evet birileri, mü’min olduklarını iddia etmelerine rağmen size akıl almaz kötülükler yapabilirler. Yürüdüğünüz yollara taşlar, dikenler atabilirler. Yollarınızı yürünmez hâle getirip, yürüdüğünüz istikametteki köprüleri yıkabilirler. Sizi toplumdan bütün bütün tecrit etmek isteyebilirler. Ama eğer siz, vifak ve ittifak hatırına birer fazilet âbidesi olmaya namzetseniz, bütün bunları görmezden gelmeli, “Bu da geçer yâ Hû!” deyip yolunuza devam etmelisiniz. Yürüdüğünüz yollardaki köprüler yıkıldığında, başka bir yerde kendinize ipten tahtadan yeni köprüler kurmalı; ayrılığı kendilerine şiar edinmişlere rağmen ayrılığa düşmeden Allah’ın izni ve inayetiyle yürüyüşünüze devam etmelisiniz.

Bir gün gelecek size bütün bu kötülükleri yapanlardan bazıları, pişman olacaklardır. Pişman olarak geldikleri zaman onların, sizi durduğunuz yerde bulmaları çok önemlidir. Hatta onlar, itizarda bulunduklarında size düşen orada ayrı bir centilmenlik sergilemek, “Estağfirullah! Bizim bunlardan haberimiz yok. Biz, sizi hep yanımızda hissettik.” demektir.

Hâlbuki onlar, kıskançlık ve hasetle sizden kilometrelerce uzağa savrulmuşlardı. Hakkınızda, “Hareketin önünü kesin. Hayat hakkı tanımayın. Onların hakkından gelin.” gibi laflar ediyorlardı. Hem de bütün bu zulümleri irtikâp ederken onların ciddî ve makul hiçbir gerekçeleri yoktu. Bilâkis onları buna sevk eden saik, rekâbet hissiydi, kıskançlıktı, hasetti. En masumlarında bile bir hiss-i tenâfüs vardı. Kendilerine göre alan bölmeye, bölüşmeye çalışıyorlardı. İşte bir hak yolcusunun bütün bunları görmezlikten gelerek, sanki yokmuş gibi kabul ederek hep durduğu yerde durması onun adına çok büyük bir fazilettir.

Beşer tabiatını doğru okuma

Öte yandan vifak ve ittifakın her zaman muhafaza edilemeyeceği, insanlar arasında bir kısım ihtilâfların her zaman için söz konusu olabileceği unutulmamalıdır. Çünkü insan, tabiatı itibarıyla buna açık yaratılmıştır. Dolayısıyla biz, şahsımız adına vifak ve ittifakın temini için sürekli en yüce gaye peşinde koşsak da içinde bulunduğumuz şartlar itibarıyla hiç beklemediğimiz tavır ve davranışlarla karşılaşabileceğimiz bir realite olarak kabul edilmelidir ki ciğersuz hâdiselerle karşı karşıya geldiğimizde derin hayal kırıklıklarıyla ümidimizi kaybetmeyelim.

Bazıları birlik ve beraberlik ruhunun korunması adına, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimiz gibi hareket ederek çevresiyle sımsıkı kardeşlik bağları kurabilir; kurşun gibi sapasağlam bir yapı hâline gelebilirler. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında yer alan sahabe-i kiram efendilerimiz arasında böyle bir vifak ve ittifak oluşmuştu. Hazreti Pîr’in etrafında ilk safı teşkil eden talebelerinde de zılliyet planında bunu görebilirsiniz. Fakat daha sonraki dönemlerde farklı anlayışlar, farklı felsefî telakkiler işin içine karıştığından dolayı aynı saffetin korunduğu söylenemez.

Evet, her insanda bir kısım zaaflar olabilir. Bazıları, içinde bulundukları heyetin genel ahengini bozacak bir kısım tavır ve davranışlara girebilirler. Bazıları, umumî ahengi zedeleyecek bir kısım hata ve günahlar irtikâp edebilirler. Bazıları, bir buz parçası gibi olan enaniyetlerini eritip bir ve bütün olma şuurunu yakalayamayabilirler. Bütün bunlar karşısında bize düşen de vicdan enginliğiyle meseleleri değerlendirmek, şahısların hata ve kusurlarına öfkelenip onları kendimizden uzaklaştırmamak, aksine onları kazanmaya çalışmak, ıslah gayreti içinde bulunmak ve böylece emanetimize aldığımız bu işi güven içinde götürebildiğimiz yere kadar götürmektir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerimede, mü’minlere kötülüğü iyilikle savmaları, affedici ve müsamahakâr olmaları emredilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân’ın bize telkin buyurduğu bu disiplinlere bağlı hareket etmeli, elden geldiğince kusurları görmemeliyiz. Aksi takdirde çoklarını ürkütür ve kaçırırız. Bu da Hak rızası yolunda yapmaya çalıştığımız güzel faaliyetlere zarar verir. Evet, eğer vifak ve ittifakı korumak istiyorsak, hiç kimseyi hata ve kusurlarından dolayı hemen kaldırıp bir kenara atmamalı, bilâkis herkesin kalbine ulaşacak yollar aramalı, bulmalı ve şefkatle bağrımıza basıp ıslahlarına çalışmalıyız.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Bir ömür boyu adanmışlık ruhu

Soru: Adanmışlık ruhunun gönüllerde canlılığını sürekli koruyabilmesi için göz önünde bulundurulması gereken temel disiplinler nelerdir?

Cevap: Her şeyden evvel adanmış gönüllerin güven kredilerini zedeleyebilecek her türlü tavır ve davranıştan uzak durmaları gerekir. Samimi hislerle, herhangi bir beklenti içine girmeksizin bir mefkûreye gönül vermiş, bir davaya kendini vakfetmiş insanların, içinde bulundukları daireye bilerek zarar vereceklerini, beraber oldukları insanların lekedâr olmasına yol açacak davranışlar sergileyeceklerini zannetmiyorum. Fakat bazen düşünülmeden atılan adımlar, iyi hesap edilmeden girişilen işler, bir kısım falsoların yaşanmasına, dolayısıyla itibar yıpranmasına yol açabilir. Böyle bir durumda yapılması gereken aynı duygu ve düşünceye sahip insanların ortak akıl ve müşterek hareketle hemen o yanlışlık ve falsoyu telafi edecek bir ceht ve gayret ortaya koymalarıdır. Böyle yapıldığı takdirde hata yapan insan mahcubiyetten kurtarılmış olacağı gibi, içinde bulunulan daire adına da bazı olumsuz düşüncelerin zihinlerde yer etmesine fırsat verilmemiş olur.

“Allah’ım arkadaşlarımı benimle mahcup etme!”

Mevlana Halid-i Bağdadî’nin istiğna konusundaki hassasiyeti bizim için çok güzel bir örnek teşkil eder. O, kendi döneminde, olumsuz bir kısım mülahazaların önüne geçme adına talebe ve müritlerine daha baştan şu manada ikazlarda bulunur: “Sakın zenginlerle, hükümdarlarla, idarecilerle senli benli olmayın. Onlar yemek yedirmeyi, iltifat-ı şahanede bulunmayı, hatta tebessümlerini bile rüşvet vasıtası olarak kullanmak isteyebilir. Eğer onların tesiri altına girerseniz ömür boyu diyet ödeme mecburiyetinde kalırsınız. Bu itibarla elinizdeki imkânlarla yetinin, hiç kimseye el açmayın. Şayet evliyseniz, ikinci evliliğinizi yapmayın. Unutmayın hükümdar ve idareciler elinize ve kolunuza vuracakları prangalarla sizi kontrol altında tutmak ister.” Bu açıdan, hayatını hizmet önceliğine bağlamış insanlar bence haklarında suizan oluşmasına sebebiyet verebilecek her türlü muameleden uzak durmalı ve töhmet mahallerine hiç mi hiç yaklaşmamalıdır. Mesela “Acaba oradan mı çıktı?” dedirtmemek için bir meyhanenin önünden bile geçmemeye dikkat etmelidir. Hususiyle birisinin ayıbının başkalarına mâl edilmesi söz konusuysa, fevkalade hassas hareket edilmelidir.

Fakat ne kadar hassas davranılırsa davranılsın, her zaman eleştiri ve tenkit oklarına maruz kalınabileceği de unutulmamalıdır. Hep birlik ve beraberlik solukladığınız, hep sevgi deyip inlediğiniz, herkese bağrınızı açtığınız ve kimseyi karşı cephe kabul etmediğiniz halde şayet hınçla gerilmiş, gayzla köpüren insanlar varsa, onlar size el uzatmayacak, bağrını açmayacak, tebessümünüze yüz işmizazlarıyla karşılık vereceklerdir. Bu takdirde hâlinizi Allah’a arz etmekten, el açıp O’na dua dua yalvarmaktan başka yapacağınız bir şey yoktur. Unutulmamalı ki, Hazreti Âdem’den bugüne bütün bunlar hep olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

Burada önemli olan hak erlerinin gerek şahsî, gerek ailevî, gerekse içtimaî hayatlarında içinde bulundukları hareketi mahcup edecek hâl ve hareketten uzak durmalarıdır. İrademizin hakkını vermekle beraber dualarımızda her zaman, “Allah’ım bizimle arkadaşlarımızı, arkadaşlarımızla da bizi mahcup etme!” demeli, Allah’ın himayesine sığınıp inayetinden yardım istemeliyiz. Yoksa insan için her zaman bir yerde nefsine yenik düşme ihtimali vardır. Çünkü mühlikât denilen ve neticede insanı helâkete götürebilecek heva u heves kaynaklı yüzlerce zaaf ve günah vardır. Ayrıca şeytan sürekli bunları süsleyip püsleyip insanın karşısına çıkarmakta, her zaman günahları insan için cazip göstermektedir. Bütün bu tehlikelere karşı uyanık ve teyakkuz halinde olmayan insan hiç farkına varmadan kendini bu tür felaketlerden birisinin içine salarak -hafizanallah- bir yüz karası haline gelebilir.

 Bu sebepledir ki, milyonların gözünün içine baktığı bir harekete mensup olan insan, iffet ve ismetlerine dokunacak şeylerden fevkalade uzak durmalı, şeytan ve nefsin zorlamalarına karşı metin durmalı, sadakat ve emanetlerinden de asla ödün vermemelidir. Beraber yürüdükleri arkadaşlarının hukuklarına tecavüz etmiş olmaktan öyle korkmalıdır ki,  çok rahatlıkla ellerini kaldırıp, “Allah’ım ben arkadaşlarımın yüzünü yere baktıracaksam, bin can ile yerin dibine batmayı arzu ederim.” diyebilmelidir. İşte bu, davaya vefanın ve sadakatin ifadesidir. Aleyhte bir söz söyletmemek ve en küçük bir yanlışlığa meydan vermemek için adanmış her ruh daima birer güven, sadakat ve ismet memuru gibi gayret göstermelidir. Evet, her zaman müstağni olmalı, kimseye el açmamalı, yüzsuyu dökmemeli, açgözlü olmamalı, Allah’ın verdiğine kanaat etmeli ve itibara dokunacak her türlü işten uzak durulmalıdır.

Temsil tebliğin önünde olmalı

Ayrıca Hak ve hakikatin sesi olmaya çalışan insan, söylenilen sözlerden ziyade samimi tavır ve davranışlarıyla inandırıcı olabileceğini unutmamalıdır. Zira hakikatin ifadesi olmayan veya maksadı aşan, mübalağaya giren bir sözün geçici bir süre muhatabı büyüleme ihtimali vardır. Fakat bütün bunlar kalblerde kalıcı bir tesir bırakma bir yana, inandırıcılığın önüne geçen engellerdir. Mütemadi davranışlarda ise yalan olmaz. Onlar sürekli doğru bir mecrada akıp durur. Daima sadakat sergileyen, her zaman vefalı davranan, asla iffetinden taviz vermeyen, sürekli çevresine emniyet ve güven vaat eden bir insan inandırıcı olur. Bu açıdan rahatlıkla diyebiliriz ki Müslümanlıkta temsil tebliğin önündedir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlik vasıflarından birisi de başımızın tacı olan tebliğdir; yani Allah’tan aldığı mesajı ümmetine bildirmektir. Fakat Allah’ın bir vahyi olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan’ın Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi bir temsilcisi olmasaydı, o, asrımıza kadar kulaklarımızda gürül gürül kendisini hissettiren bir beyan olmaz ve bu ölçüde gönüllerde makes bulmazdı. Dolayısıyla evlerimizde, yatak odalarımızın başucunda asılı bulunan ve kadife kaplamalar içinde muhafaza edilen Kur’ân-ı Kerim’in müessiriyeti onu temsil eden insanlarla olmuştur/olacaktır. Bu açıdan Efendimiz’in temsil derinliği, tebliğ derinliğinin önündedir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadece Kur’ân’ı tebliğ ettiği için değil, aynı zamanda onu hakkıyla temsil ettiği için miraç unvanıyla semalara davet edilmiştir.

Alçakgönüllülük ve gıpta damarını tahrik etmeme

Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ
“Bir kavmin efendisi, onların hizmetçisidir.” (Deylemî, Müsned, II, 324)

buyurmuştur. Bu ruhun önemli bir temsilcisi İslam kahramanı Selahaddin Eyyûbî, “Hâdimü’l-Harameyn” yani “Mekke ve Medine’nin hizmetkârı” unvanını ilk kullanan hükümdar olmuştur. Aynı ruhla Yavuz Selim Hazretleri (cennet-mekân aleyhi’r-rahmetü ve’l-gufran) hutbede, kendisi için Hâkimu’l-Harameyn denilmesinden rahatsızlık duymuş ve hemen dizleri üzerine doğrularak, “Hayır hayır, Hâdimü’l-Harameyn” demiştir. Daha sonra arkadan gelenler de kendilerine Hâdimü’l-Harameyn demişlerdir. Bu açıdan adanmış ruhlar, toplumun hangi kademesinde bulunurlarsa bulunsunlar, başkalarına hizmet etmeyi en büyük pâye bilmelidirler. Onlar, gerektiğinde “Bir işe gönül vermiş, belli bir düşünce, mefkûre ve mantık birliği etrafında bir araya gelmiş insanlara bir de su dağıtan, hizmet eden insan lazımdı.” demeli ve başkalarına hizmetkârlıkta hep önde koşmalıdırlar.

Öte yandan insanların belli alanlardaki başarıları, başkalarını gıptaya sevk edebilir. Hatta bazı zayıf karakterler hasede girebilir, rekabet duygusuna kapılabilirler. İşte bu konuda da İslâm’ın nefisleri terbiye adına vazettiği ilahî prensiplere riayet edilmelidir. O prensipler ışığında bir düstur ortaya koyan Hazreti Pîr, hakiki Kur’an talebelerinin, kardeşlerinin gıpta hislerini tahrik etmemeleri gerektiğini ifade etmiştir. Oysaki gıpta, İslâm’a göre mahzuru olmayan bir duygudur. Fakat gıptanın hasetle hemhudut olduğu nazara alınacak olursa, gıpta hislerine sahip olan bir insan hiç farkına varmadan sınırın öbür tarafına geçebilir. İşte bu sebepledir ki Hazreti Pîr, gıpta damarını tahrik etmemeyi Kur’an talebelerinin bir sorumluluğu olarak ifade etmiştir. Bunun yolu ise, hizmet eden herkesi alkışlamak ve yerinde başkalarını kendisine tercih etmektir. Ayrıca insanlarda takdir edilme, alkışlanma, beğenilme, makam mansıp arzusu gibi değişik zaaflar olabilir. Bu açıdan herkese kendisine göre bir alan tahsis edilmeli, geniş dairede hareket etme zeminleri oluşturulmalı ve bu alan farklılığı içinde fertlerin verimli hizmet etmeleri ve aynı zamanda yaptıkları işle tatmin olmaları sağlanmalıdır. Bunun yanında insanların iman ve ahlâkla mücehhez olmaları temin edilmeli, Allah’la irtibatları güçlü tutulmalı ve sahip olunan her şey Allah’tan bilinmelidir.

Zirve tehlikesi

Dikkat edilmesi gerekli olan hususlardan bir diğeri de istikamette sebattır. Cenâb-ı Hak bizi hayırlı bir yola sokmuş olabilir. Fakat sadece doğru yolu bulmak yeterli olmuyor; bu yolun sonuna kadar gözleri açık bir şekilde doğru yürümek de gerekiyor. Konuyla ilgili Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle bir hadis rivayet edilmektedir:

“İnsanların hepsi potansiyel olarak helâkete maruzdur, ancak âlimler bundan müstesnadır; alimler de helâkete gidebilirler, ancak ilmiyle amel eden aksiyon insanları değil; onlar da helâkete sürüklenebilirler, ancak ilmiyle amel etmeyi sırf Allah’ın rızasına ulaşmak için yapanlar değil. Fakat onlar da çok ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadır.” (el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/415)

Bu büyük tehlikeye bir ad koyacak olursak bunun adı “zirve tehlikesi”dir. Dolayısıyla Allah bizi nereye yükseltirse yükseltsin, her zaman baş aşağı gelebileceğimiz endişesiyle tir tir titremeliyiz. Allah daha önceki semavî din mensuplarını doğru yola hidayet etmiş, fakat onlar merkezde belli esaslara dikkat etmediklerinden dolayı muhit hattında telafisi imkânsız büyük kaymalar yaşamışlardır. Onlardan birisi “dâllîn/dalalete düşenler” damgasını yerken, öbürü de “mağdûbîn/gazaba uğrayanlar” mührüyle mahkûm olmuştur. Bu itibarla doğru yolu bulmak zor ve önemli bir iş olsa da, sürekli doğru yolda yürümek ondan daha da zordur. Evet, zirvelere çıkmak zordur ama ondan daha zor olanı zirvedeki durumu muhafaza etmektir. Bunun için Hazreti Pîr ihlâs kulesinin başından düşen bir insanın, derin bir çukura düşme ihtimali olduğunu ifade etmiştir.

Kabiliyete göre istihdam

Adanmış ruhların uzun soluklu hizmet yapabilmeleri için göz önünde bulundurmaları gereken önemli bir husus da eşya ve hadiseleri doğru okumak, fıtratla savaşmamaktır. Cenâb-ı Hak insanları farklı farklı tabiatlarda yaratmış ve onlara farklı farklı kabiliyetler ihsan etmiştir. Bazı insanlar vardır ki, onların sosyal yönleri zayıf olduğundan çevrelerine doğrudan doğruya çok müessir olamayabilirler. Mesela, kalemi eline aldığı zaman hak ve hakikate tercüman olan, yazılarıyla pek çok kişiye tesir eden, gönüllerde diriliş duygusunu uyaran öyle insanlar vardır ki, kendisine bir yerde bir konuşma teklif edildiğinde, kitaplarıyla kazandığı bütün krediyi ilk konferansta kaybedebilir. Çünkü Allah ona yazma ölçüsünde bir konuşma kabiliyeti vermemiştir. Fakat aynı insan inandığı değerleri kitap, makale ve benzeri vasıtalarla seslendirmede çok başarılıdır. İşte insanları sevk ve idare konumunda bulunan yöneticilerin bu hususun farkında olması ve herkese istidat ve kabiliyetlerine göre bir iş teklif etmesi gerekir.

Bilindiği üzere Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Halid’i, arzusuna binaen irşat ve tebliğ vazifesiyle Yemen’e gönderiyor. Ebu Musa el-Eş’arî’nin bildirdiğine göre aradan iki gün, üç gün, iki hafta, üç hafta geçiyor, ne gelen var, ne de giden. Aslında Halid b. Velid, konuşmasını bilmeyen bir insan değildi. Fakat Cenâb-ı Hak onu irşad âlemi itibarıyla mercuh, ordu komutanı olması yönüyle racih kılmıştı. Yani onun üstünlüğünü başka bir yöne bağlamıştı. Hikmet-i ilahiyeye akıl ermez. Eğer Hazreti Halid de, tarihte emsaline az rastlanır bazı sahabi efendilerimiz ölçüsünde ayrı bir söz sultanı olsaydı, Bizans’ın başına balyoz gibi kim inecek, Sasanileri kim yerle bir edecekti! İşte Hazreti Halid Yemen’de bir müddet durduktan sonra Medine’ye dönüyor ve bunun üzerine Efendimiz de (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Ali’yi onun yerine Yemen’e gönderiyor. Sözüyle ruhlarda ciddi heyecan uyaran; sesini çağlar ötesine ulaştıran; bir hatip, bir vaiz ve bir nâsih olarak Allah’ın kendisine ayrı bir hususiyet ve imtiyaz bahşeylediği Hazreti Ali oraya ulaştıktan birkaç gün sonra, inanan insanların sayısı dalga dalga genişlemeye başlıyor. Çünkü o, konuşurken ruhlara girmesini, nerede ne zaman ne söylemesi lazım geldiğini çok iyi bilen bir yüce kametti.

İşte idarecilere düşen vazife de, çevresindeki kabiliyetleri farklı farklı mütalaa etmek ve onlardan rantabl olarak istifade etmek için herkesi yerinde değerlendirmektir. Karıncaya fil vazifesi yüklemek, onu bu işin altında bırakıp ezeceği gibi, ormanı söküp götürebilecek bir fili de karıncanın işinde kullanmak ona yazık etmek olur.

Vazife taksiminde şahısların kabiliyet ve karakterlerinin hesaba katılması çok önemli olmakla birlikte, asıl tesirin Allah’a ait olduğu da asla hatırdan çıkarılmamalıdır. Mesela konuşma kabiliyeti zayıf olan, maksadını ifade etme adına üç beş cümleyi bir araya getirmekte zorlanan öyle insanlar tanıdım ki, birisine iki laf ettiklerinde muhatapta hemen bir yumuşama görülüyordu. Bu tesiri, orada söz söyleyen insanın şekline, şemailine, kapasitesine, düşünce ufkuna, konuşma kabiliyetine vererek izah edemezsiniz. Demek ki, kalbler Allah’ın elinde. Dilediğine hidayet nasip eden O’dur. Dolayısıyla gönül erleri, Allah yolunda yapılacak hiçbir işi hafife almamalıdır. Onlar bazen bir çay içirerek, bazen bir yemek yedirerek, bazen ziyarette bulunarak, kısaca gönüllere girme istikametinde her vesileyi değerlendirerek sorumluluklarını yerine getirmeye çalışmalıdır.

Adanmış gönüllerde ideal-realite dengesi

Diğer taraftan ideallerle realiteler birbirine karıştırılmamalıdır. Evet, himmetler âli tutulmalı, insan yüksek hedeflerin peşinden koşmalıdır. Öyle ki, mefkûre muhacirleri bir anda dünyanın çehresini değiştirebilecek kadar çok yüksek gaye-i hayaller peşinde olmalıdır. Zira himmetler âli ise, davranışlarla ona yetişilemediği durumlarda bile Allah, niyetlerle o boşluğu doldurur ve kişiyi hayalinde kurguladığı hedefe göre mükâfatlandırır. Yani insan, realize edilemeyen güzel niyetlerinin bile sevabını alır.

Bu açıdan insan çıtayı hep yükseğe koymalı, gaye-i hayallerini çok engin tutmalıdır. Fakat bütün bunların yanında, zaman, mekân, imkân ve insan unsurunun hesaba katılarak meselelerin realize edilmesi gerekir. Güzel düşüncelerin mevcut şartlar açısından gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği iyi hesap edilmelidir ki, atılan adımlar hüsran ve fiyasko ile neticelenmesin.

Bazen dünyanın rengini değiştirmek için yola çıkılır; fakat Farabî’nin Medinetü’l-Fazıla’sı ya da Campanella’nın Güneş Ülkesi gibi ütopyalara girilir. Tasavvur edilen bu dünyada, insanlar karşılaştıkları her yerde birbiriyle kucaklaşırlar. Aslanlar ve kurtlar koyunlara gelerek helallik isterler. Çarşı-pazar o kadar mükemmeldir ki, alış-veriş yapan insanlar adeta melekleşmiştir. Bu dünyada hiç kimse zerre kadar istikametten şaşmaz, inhiraf etmez. Ciddi bir talim ve terbiyeye ihtiyaç duyulmaksızın çocuklar hemen bir gelişme ve olgunlaşma sürecine girer ve on beş yaşına gelince de adeta melek gibi olurlar. Evet, bütün bunları düşünmek ve hayal etmek mümkündür. Fakat bunların realize edilmesi ayrı bir meseledir.

İşte burada insan tabiatını, insanların birbiriyle münasebetlerini hesap etmek zorundasınız. Peygamberlerin çevresinde bile bu ölçüde bir hayat yaşanmamış, çarşı-pazar hiçbir zaman bu ölçüde müstakim olmamış, kurtlar ve koyunlar arasında hiçbir zaman böyle bir kardeşlik teessüs etmemiş ve aslanlar et yemeyi bırakıp ota yönelmemişlerdir.

Kanaatimce realiteler bunu gösteriyorsa, dilbeste olunan hakikatlerin realize edilip edilmeyeceği nazardan dûr edilmemelidir. Eğer biz beraber olduğumuz insanlardan dünyanın çehresini değiştirecek ve ona yeni bir veçhe kazandıracak işler bekliyorsak, hükümleri hayale bina ettiğimizden ve gerçekleşmeyecek şeylerin arkasına takılıp kaldığımızdan dolayı hem kendimiz inkisar-ı hayale uğrar, hem de bize ümit bağlayan insanların ümitlerini kırmış oluruz. Böyle bir vebalin altına girmemek için fertlerin istidat ve kabiliyetleri teker teker hesaba katılmalı, ona göre bir iş taksimi yapılmalı ve güzel düşüncelerimiz zaman, mekân, insan ve imkân unsurları göz önünde bulundurularak realize edilmelidir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Bir Peygamber Ahlâkı: İstiğna

Soru: Dünyevîlik ve menfaat düşüncesi gibi bulaşıcı hastalıkların, toplumun bütün katmanlarına, hayatın her tarafına sirayet ettiği günümüzde bir peygamber ahlâkı olan istiğna disiplinini hayatımıza nasıl tatbik edebiliriz? Bu mevzuda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: İstiğna; insanın Allah’tan başka hiçbir kimseye el açmaması, yüzsuyu dökmemesi; aç ve susuz kaldığı zamanlarda dahi halka arz-ı ihtiyaçta bulunmaması ve hayatını hep gönül zenginliği, gönül tokluğuyla iffet dairesi içinde sürdürmesi demektir. İstiğna, peygamberlik mesleğinin çok önemli bir düsturu ve Allah ahlâkı ile ahlâklanmanın da bir tezahürüdür. Çünkü Allah (celle celâluhu) Samed’dir; her şey O’na muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Evet, O, Ganiyy-i alel’ıtlak, Müstağni-i Mutlak’tır.

İnsana gelince onun bir kısım şeylere ihtiyacı vardır. Bu sebeple insan için mukayyet istiğna tabirini kullanmak daha doğru olur zannediyorum. İşte insanlık âleminin medar-ı iftiharları enbiya-yı izam efendilerimiz, müstağni-i mukayyet olarak, hayatları boyunca hep istiğna ruhuyla yaşamış; isteyeceklerini yalnız Allah’tan istemiş, dertlerini yalnız O’na açmış; eda ettikleri risalet vazifesi, yaptıkları hizmet ve fedakârlıklar karşısında da hiç mi hiç beklentiye girmemiş, ücret talebinde bulunmamışlardır.

Kur’ân-ı Kerim pek çok yerde bu hususa dikkat çeker ve enbiya-yı izamın ağzından

وَمَۤا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَمِينَ

"Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden hiçbir şey istemiyorum, ücretim ve mükâfatım münhasıran Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuarâ sûresi, 26/109) hakikatini ilan eder. Meselâ Şuarâ sûresinde Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Lut ve Hz. Şuayb’ın (ala nebiyyina ve aleyhimüssalâtü vesselâm) sergüzeşt-i hayatları, maceraları, misyonları, konumları silsile hâlinde anlatılırken, her seferinde o büyük peygamberlerin lisan-ı mübareklerinden bu husus bir kez daha dile getirilir."

Bu açıdan peygamberlik mesleğinin hakiki mirasçıları, dava-i nübüvvetin vârisleri de son nefeslerini verinceye dek hep istiğna ruhuyla hareket etmeli, müstağni yaşamalı ve asla Allah’tan başka hiç kimse karşısında bel kırmamalı, boyun bükmemeli, minnet altına girmemelidir. Çünkü –Rabbim muhafaza buyursun– hizmet insanı, minnet altına girerse, altına girdiği minnetin diyetini çok ağır bir şekilde ödemek zorunda kalabilir. Bu sebeple iman ve Kur’ân hizmetinde bulunanlar, bir ömür boyu iktisat ve kanaat düsturlarına sımsıkı sarılmalı, icabında aç kalmalı, gerekirse günde bir öğünle iktifa etmeli, fakat kat’iyen başkalarına diyet ödeyecek bir duruma düşmemelidir. Evet, onlar ister şahısları, isterse aile ve yakınları itibarıyla el âleme el açmaktan, tese’ülde bulunmaktan uzak kalmalıdır. Zira her el açış, her tekeffüf Allah’ın inayet ve rahmetinden, O’nun tutup kaldırmasından bir adım uzaklaşma ve kazanma kuşağında bir kayıp, bir hüsran yaşama demektir.

Adanmış Bir Ruh Her Zaman Hür ve Azat Olmalı

Burada bir haşiye düşerek meseleyi biraz daha açmak istiyorum: Meselâ ilminiz, irfanınız, aşk u heyecanınız itibarıyla sizin topluma faydalı olabileceğinizi düşünen insanlar, değişik programlara sizi davet edebilir, arabalarıyla alıp bir yerden bir yere götürmek isteyebilir veya “şununla uçak bileti alır, yol masraflarınızı karşılarsınız” vs. diyerek size bir şeyler vermeyi teklif edebilirler. Fakat eğer imkânınız varsa, gücünüz yetiyorsa, gönüllü olarak gittiğiniz bir programa katılmak için dahi bir yerden bir yere intikalinizi kendi imkânlarınızla yapmalı; kimseye bâr olmamaya bakmalısınız.

Aksi halde, yapılan hizmet ve faaliyetlerden dolayı bir beklenti içine girilirse, hem peygamber mesleğine muhalefet edilmiş, hem de adanmışlık ruhuna halel getirilmiş olur. Böyle bir tavır aynı zamanda adanmış bir ruhun kendi tesirini kendi eliyle kırması demektir. Evet, istiğna disiplinine bağlı hareket edilmezse, belki kendisinden ciddi mânâda istifade edilebilecek bir donanım ve konumu olsa dahi o insan, hiç farkına varmaksızın, bir nev’i vesâyet altına girmiş, kendi eliyle, kendi el ve ayağına zincir vurmuş olur.

Dine hizmet yolunda koşturan bir insan, belki kendi el emeği ve alın teriyle, bazen yazarak, bazen çizerek, bazen de öğretmenlik yaparak zaruri ihtiyaçlarını temin edecek seviyede bir şeyler kazanabilir. Ancak, “hizmet yapıyorum”, “hizmet yolunda koşturan bir ferdim” diyerek belli imkânlara kavuşmayı düşünme, zengin olmaya çalışma ve hele konumunu kullanarak çevresini, yakınlarını kayırma gibi bir niyet ve teşebbüs içinde bulunma, asla unutulmaması gerekir ki tepeden tırnağa kadar izzet, itibar ve istiğnaya dayalı adanmışlık ruhuna aykırı tavır ve davranışlardır. Bu açıdan hak ve hakikat yolcuları, hiçbir zaman bir başkasına bel kırma, boyun bükme, medyuniyet hissetme şeklinde diyet ödeme mecburiyetinde kalmamalıdır. Evet, dine hizmet eden, kendini evrensel değerlere adamış bulunanlar kat’iyen vesâyet yaşamamalı; her zaman hür, serbest ve azat olmalıdır.

Gel gör ki, belli bir dönem biz de, vaaz ederken, emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker vazifesinde bulunurken maalesef maaş aldık. Rabbim taksiratımızı affetsin. Vâkıa, fukaha imamlık yapacak kimse kalmadığı zaman, bu vazifenin bütün bütün terke uğramaması için imamların maaş almasına ruhsat vermiştir. Fakat asıl olan maaş almadan imamlık, maaş almadan müezzinlik ve maaş almadan vaizlik yapmaktır. Ama neylersin ki, fakir ailenin çocuklarıydık. Maaş almadan iaşeyi temin etmek pek mümkün görünmüyordu. Fakat belki de, bir yerde taş kırıp amelelik yaparak alın teri ile kazanıp daha sonra da vaaz u nasihat yapabilirdik. Verdikleri maaşı da el sürmeden fakir fukaraya dağıtabilirdik. Ne yazık ki, böyle olmamıştır ve itiraf etmek gerekir ki, bunlar da bizim hatalarımızdır.

Gönüllerde Kalıcı Müessiriyetin Yolu

Sözün başında mutlak ve mukayyet istiğna tabirlerinden bahsetmiştik. Eğer, enbiya-i izamın istiğnasına mukayyet istiğna diyecek olursak, günümüzde Kur’ân’a dilbeste olmuş adanmış ruhlar da, onlara tâbi olmanın bir gereği olarak, elden geldiğince mukayyedin mukayyedi bir istiğna içinde olmalıdır. Biraz önce ifade edildiği gibi bir öğüne güçleri yetiyorsa bir öğünle iktifa etmeli; günde üç bardak çay içmenin altından kalkamayacaklarsa bir bardakla yetinmeli; yetinmeli ve hep müstağni yaşayarak kredilerine asla toz kondurmamalılar.

Bütün bunlar, elbette ki falanın filanın öyle bilmesi için yapılmaz. Fakat insanların, ortaya konan hakikatleri kabullenip benimsemeleri, hakkınızda suizan etmemelerine, size güvenip itimat etmelerine bağlıdır. Öyle ki kırk yıl boyunca beraber olduğunuz insanlar neticede şunu demelidir: “Biz otuz-kırk senedir bu insanları takip ediyoruz. Gördük ki, hiçbiri bir yerlerden bir şey aparıp da biriktirmiş değil, ne borsada ne de başka bir yerde hisse senetleri var. Dünyada bir dikili taşları dahi mevcut değil. Yakınlarından herhangi birini kayırdıklarına da şahit olmadık. Belli ki, bu insanlar sadece “rıza”ya kilitlenmişler ve ondan başka bir mülâhazaları da yok. Âdeta kendilerini ve sahip oldukları her şeyi Cenâb-ı Hakk’a satmış ve bununla Cennet’i peylemişler.” Bir kez daha ifade edelim ki, Hakk’a adanmış bir gönül elbette ki bu türlü demelere, görmelere, söylemelere bağlı bir hayat yaşamaz/yaşamamalıdır. Fakat bu disiplinlere bağlı bir hayat çizgisinin de gönüllerde çok önemli ve kalıcı bir tesirinin olacağı muhakkaktır.

İstiğna konusunda dikkat edilecek önemli hususlardan biri de “Başkaları hassas davranmıyor, o hâlde ben de bu mevzuda biraz daha esnek hareket edebilirim.” anlayışıdır. Bu anlayış, insanın kendi kendini kandırmasından başka bir şey değildir. Zira musibette herkesle beraber olmak ötede hiçbir mânâ ifade etmez, ahirette insana hiçbir fayda sağlamaz. Dolayısıyla, “başkaları bu konuda hassasiyet göstermiyor, bu mesele artık belva-yı âmm olmuş, öyleyse biz de belli ölçüde yiyebilir, içebilir ve daha geniş imkânlara sahip olabiliriz.” şeklinde düşünmek insanı helâke sürükleyecek yanlış bir bakış açısıdır. Bilakis her fert çevresine bakarken şöyle düşünmelidir: “Arkadaşlarımın kıvamını koruma, istiğna mevzuunda onlardaki hassasiyet şuurunu ve metafizik gerilimi muhafaza adına elimden gelen gayreti göstermeli ve böylece onların, dünyanın cazibedar güzelliklerine kapılarak mahvolup gitmelerine engel olmaya çalışmalıyım.” Bilhassa sevk ve idare konumunda bulunan kimseler, bir taraftan çok ciddi bir hassasiyet ve titizlikle bu konuda çizgilerini koruyup örnek olurken, diğer taraftan da çevresindeki insanlara bu ruhu aşılamalı, onları sürekli rehabilite etmeli ve bu konuda herhangi bir boşluk ve zaafın meydana gelmesine fırsat vermemelidir.

Makam-Mansıp Mevzuunda da İstiğna

Diğer yandan istiğna sadece maddî ücretlerle alâkalı bir mesele değildir. Cenâb-ı Hakk’ın insana bahşettiği akıl, zekâ, mantık ve muhakeme kabiliyeti, sevk ve idaredeki yüksek performans gibi donanımlar da bir imtihan vesilesidir. İşte bu tür mazhariyetler sonucunda elde edilebilecek maddî-mânevî makam ve mansıplar, ad ve unvanlar, nam u nişan, teveccüh ve iltifatlar mevzuunda da insan beklentiye girmemeli ve hep istiğna ruhuyla hareket etmelidir. Üstad Hazretleri bir yerde sebeb-i mesuliyet ve hatar olan metbuiyete, tabiiyetin tercih edilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Yani varsın, önümüze başkaları geçsin, başkaları imam olsun. Meselâ, mihraba geçtik ve insanlar da arkamızda saf bağladı. Tam o esnada gördük ki, arkamızda imamet vazifesini yapacak birisi var. Hemen geriye çekilmesini bilmeli ve onun imamete geçmesini temin etmeliyiz. Ve yine diyelim ki, yirmi-otuz sene değişik yerlerde hak ve hakikate hizmet ettik, işin tabiî seyri içerisinde insanların imreneceği, teveccüh göstereceği bir konumu bize emanet ettiler. İşte bu noktada her zaman kendimizi diken üstünde duruyor gibi görmeli ve: “Acaba bana ne zaman ‘gel’ diyecekler; diyecek de beni bu vebalden kurtaracaklar!” mülâhazasını taşımalıyız. Evet, çok rahatlıkla, bir dönem önünde yürüdüğümüz insanların arkasına geçebilmeli ve onları takip edebilecek kıvamda olmalıyız.

Eğer insan bu türlü bir niyet safveti ve mülâhaza duruluğu içinde değilse, yaptığı işe heva u hevesini karıştırıyor ve dolayısıyla halisane davranmıyor demektir. Evet, bir hizmet insanının, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşettiği bir konumu sanki onun ebedî hakkıymış gibi korumaya çalışması ve bu konuda bir ceht ve gayret içinde bulunması onun samimiyetsizliğine delalet eder. İhlâs ve samimiyetten mahrum böyle insanların arasında ise, her zaman münazaa ve münakaşa çıkabilir. Hâlbuki Kur’ân talebelerinin arasındaki münasebet kardeşlik münasebeti olmalıdır. Yaş, baş, bilgi, kıdem meselesi esas ölçü ve kıstas değildir. Dünyevî hedef ve maksatlarda pek çok makam bulunabilir. Ama kardeşlik söz konusu olunca, artık herkes aynı çizgi üzerinde yan yana gelmiş fertler gibidir. Dolayısıyla kendini iman ve Kur’ân hizmetine adamış bir fert, hangi sahada olursa olsun, hangi konumda bulunursa bulunsun her zaman iki adım geriye çekilmeye hazır olmalıdır. Aksi takdirde, hayırlı bir iş için yola çıkmış insanlar arasında dahi, enaniyet ve bencillikten kaynaklanan kavgalar, vuruşma ve didişmeler kaçınılmaz olur. Bunun neticesinde de ihtilaf ve iftiraklar ortaya çıkar, tevfik-i ilâhî kesilir. Rabbim hepimizi böyle feci bir akıbete sebebiyet vermekten muhafaza buyursun! Her birimizi ihlâsa kilitlenmiş ve ihlâsa erdirilmiş kullarından eylesin!

Bir rüya ve tabiri

Rüyamda, Bursa Ulu Cami’de hutbe okuyacakmışım. Hiç âdetim olmadığı ve şimdiye kadar hiç yazılı hutbe okumadığım halde, cebime yazılı bir hutbe koymuşum. Hutbeyi açıp az bakıyorum ve kendi kendime “Ben böyle bir şey hiç yapmadım, yazıya bağlı kalırsam ayağımda zincir varmış gibi hissederim, ben serbest konuşmalıyım” diyorum. Sonra giriyorum camiden içeriye. Camide ciddî bir tamirat varmış. Cuma mı, bayram mı bilemiyorum. Zemin toprak imiş. “Burada nasıl namaz kılarız? Bir başka yerde kılalım” deyip cemaati dışarı çıkarmak isteyenler oluyor. Ben de çok kızıyorum, “Burada, bu şartlarda hutbe okumam ben” diyorum. Hutbe metnini oradaki bir arkadaşa veriyorum. “Bu hutbeyi götür falan adama ver. Ben gidiyorum, başlarının çaresine baksınlar” diyorum. Sonra caminin önünde sağa sola gidip geliyor, dolaşıyorum. Caminin etrafındaki iskeleleri görüyorum, duvarları tamir ediyorlar. Konuşmalarından öyle anlıyorum ki; “Bunu konuşturursak kalabalık cemaat gelir, yapacağımız bu işi daha rahat yaparız” diyorlar. Orada figüre edilip kullanılmaya çalışıldığımı anlıyorum. Hutbeyi okumadan cuma namazını kılmak için başka bir yere gidiyorum.

Bir trafik kazası ve ölümün gerçek manası

Soru: Efendim, eğitim gönüllülerinden bir esnafın arabasıyla şarampole yuvarlandığını ve vefat ettiğini öğrenip çok üzülmüşsünüz. Bu ve benzeri ölümler bize neyi hatırlatmalıdır?

Cevap: Çok zikrettiğimiz ve aramızda maruf olduğu üzere ölüm, bizim için, kulluk vazifesinden terhis mânâsına gelir; Cenâb-ı Hakk’ın “Haydi şimdi bütünüyle bana gel!” demesinden başka bir şey değildir. Onu gönülden tanıyıp sevenler için bu “Gel!” deyişin üslûbunda öyle bir iltifat ve öyle baş döndürücü bir teveccüh vardır ki; “Ey gönlü itmi’nana ve huzura ermiş ruh! Sen ondan, o da senden razı olarak dön Rabb’ine! Katıl has kullarıma ve gir cennetime!” (Fecr, 89/27-30) şeklindeki çağrıyı alan ruh, bir dakika bile burada kalmak istemez. Zira, bu çağrının mânâsı, “Dünyanın sıkıntı, dağdağa ve boğucu havasından sıyrıl; yitirdiğin cennete ve ruhun asıl yurduna dön!” demektir.

Ölümü, bu mânâda bir iltifat çağrısı kabul edenler, dünyaya gelişi bir memuriyet ve askerlik, ondan ayrılışı da bir terhis, bir ikinci doğum ve bir ebedî varoluşa uyanma şeklinde anlar ve merdane yürürler kabre doğru. Aslında mü’min, ölüp mezara gömülmeyi, bir tohum gibi, sümbül vermek için toprağın bağrına saçılma olarak görür.

Ne var ki, toprağın bağrında bir cehennem zakkumu olmaktan kurtulup cennet tûbası haline geliverme, imanla ölmeye bağlanmıştır. Ölümün gülen yüzünü görebilmek için imanla ölmek şarttır.

Hadis diye rivayet edilen ve büyük bir gerçeği ifade eden bir sözde “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” denmektedir. Bir insanın hayat tarzı, onun şuuraltını meydana getirir ve besler. İnsanın şuuraltı birikimi, hem onun bütün hayatında hem ölümü esnâsında hem de kabirde Münker ve Nekir’e cevap verirken tesirini gösterir.

İmanla ölmek, hakkımızdaki ilâhî takdirin nasıl tecellî edeceğini bilemediğimizden dolayı elimizde olmayabilir. Fakat Müslüman olarak ölme yolunda bulunmak elimizdedir. Aksi takdirde, Kur’ân-ı Kerim’in “Ancak Müslümanlar olarak ölünüz” (Bakara, 2/132) emri bir “teklifi mâ lâ yutak”; yani, “yerine getirilmesi mümkün olmayan bir teklif” olurdu.

İnsan, Müslümanca ölme yolunda olmak için, gittiği her yerde dünyevî işlerinin yanında küçük dahi olsa mutlaka dine ve millete hizmetle de meşgul olmalı; hayatını başkalarına faydalı olma dantelası üzerinde örmeye çalışmalıdır. Böyle bir niyet ve gayret neticesinde, dünyevî işler bile ibadet sırasına gireceğinden, insan Rabb’iyle sürekli irtibat halinde olacaktır. Ve o irtibat varken gelen ölüm, nerede ve nasıl gelirse gelsin, bir şehitlik mülâhazasını da beraberinde getirecektir. Mesela, insanın kavî bir imanı varsa ve yolda fuzulî şeylerle değil de, meâlîye ait meselelerle meşgul oluyorsa, trafik kazasında da ölse o şehit mertebesindedir. Evet, o şekilde vefat eden insan şehadet şerbeti içer; biz de acımızı şehitlik mülâhazasına sarıp sarmalar, ısıtır ve yumuşatırız, onunla teselli oluruz.

Diğer taraftan, kevnî kanunlar sabittir ve ihmallere karşı insafsızdır. İnsan kevnî kurallara uymazsa, kurallar onu affetmez, affediciliği yoktur onların. Yani mesela, “Ben kendimi şu çukura bir atayım, ne oluyor bakayım” diyemez insan. “Şu uçakla yer çekimine bir gireyim” diyemez. Esbâb-ı âdiye açısından, Cenâb-ı Hak tekvinî emirleri izzet ve azametine perde yapmıştır ve onlar kimseye iltimas geçmeden vazifelerini eda ederler.

Bundan dolayı, mesela, mevzu bir trafik kazası ise, trafik kurallarına mutlaka azamî ölçülerde uymak gerekir. O iş, kahramanlığa gelmez; Allah muhafaza, işin kaidesine, kuralına uymayan insan intihar etmiş gibi muamele görebilir ötede. Eğer uzmanlar, ben tam bilemiyorum, mesela “Doksan kilometrenin üzerinde hız yapan şoför, direksiyon hâkimiyetini kaybeder” diyorlarsa, yüz elli kilometre hız yapmak bir intihara teşebbüs; ondan dolayı meydana gelecek ölüm de, intihar ve cinayet olarak mahşer meydanında insanın karşısına çıkabilir. Öyleyse, her şeyin kuralına, kaidesine uygun hareket etmek lâzımdır.

Bir Yiğit Vardı!

Soru: Mehmet Özyurt hocamız için "şehitlerin şahı" dediğinizi duymuştuk. Bu zaviyeden merhumu anlatır mısınız? Onun iman ve Kur'an hizmetine kurban olduğu söylenebilir mi?

Bu iman ve Kur'an hizmetine gönül vermiş bahtiyarlar arasında, zühdü, takvası, iffeti, ismeti, halktan istiğnası ve her zaman ötelere müteveccih yaşaması sayesinde sürekli yükselen; marifet, muhabbet, aşk ve iştiyakıyla kurbet ufkuna her an biraz daha yaklaşan kahramanlar tanıdım. Gönül pencereleri sonsuza karşı hep açık duran; esen yelden, yağan yağmurdan, uçan kuştan, düşen yapraktan ayrı ayrı mesajlar alan ve bu mesajları çevrelerine de duyurmak için "gaye Allah rızası, vesile i'la-yı kelimetullah" deyip bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşan onlarca bahadırla tanıştım.

Her ruhu ebedî varoluşa taşımak ve herkese sonsuzluk iksiri sunmak gibi bir gâye-i hayale dilbeste olmuş bu Rabbânîlerin dimağlarında, ızdırap dalgaları birbirini kovalamakta; ruhlarında, ümit ve hüzün meltemleri arka arkaya esip durmakta ve gönül mızraplarından kopan türlü türlü sevinç-keder nağmeleri de çevrelerinde yankılanmaktaydı.

Onların her biri, yüce mefkuresi uğruna nefsanî arzularından, şahsî çıkarlarından ve gelecek endişelerinden bütün bütün sıyrılmış; kendini mensup olduğu toplum için nakış nakış saadet projeleri geliştirmeye adamış ve hafakandan hafakana girerek sürekli dertlerle iç içe yaşama pahasına çevresindeki insanların mutluluğunu sağlama iştiyakıyla şahlanmış nebî gönüllü bir diğergâmdı.

Hasbî İnsan

İşte, merhum Mehmet Özyurt Hoca'yı da bu mefkure kahramanlarından biri olarak tanımıştım. 1945 doğumlu olan Mehmet Hoca, nezih bir çevrede yetişmiş ve daha yedi yaşında hafızlığını tamamlamıştı. Askere gidene kadar dinî ilimler tahsili yapmış; daha sonra da ilk, orta ve liseyi bir-iki yıl gibi kısa sürede dışarıdan bitirmişti. O, Yüksek İslam Enstitüsü sınavlarını kazanıp 1976 yılında Bornova'daki Büyük Cami'ye imam olarak tayin edildikten sonra ben de aynı camide vaiz olarak vazifeye başlayınca onunla tanışmak nasip olmuştu.

Mehmet Hoca'da çok farklı kemâlât emareleri gördüm. Öyleki, ondaki kemâlâtı her yâd edişimde Alvar İmamı ismiyle ma­ruf Muhammed Lütfî hazretleri ile muhterem pederi Hüseyin Efendi'nin Hâcc Muhammed Pir-i Küfrevî Hazretleri'ni ziyaret edişleri aklıma gelir. Alvar İmamı ve muhterem pederleri, Pir-i Küfrevî hazretlerinin feyz dolu huzuruna çıkar; onun sohbetleriyle müşerref olurlar. Hazreti Pir, baba-oğul bu Hak dostlarına çok iltifatta bulunur ve dahası onları kendi halifeleri olarak tayin eder. Hazreti Pir'in mollaları bu durumdan rahatsız olur; hatta hafif bir kıskançlık tavrına girerler. Gece yarısı birden bire mollaların kaldığı odanın kapısı açılır; Hazret kapının sövelerini yerinden sökecekmiş gibi tutar ve "Mollalar, mollalar! Muhammed Lütfî efendinin ve muhterem pederinin bana ihtiyaçları yoktu, ruhlarındaki kemâlât ve fazilet onları buraya getirdi" der. İşte, Mehmet Hoca da Antakya'dan gelip İzmir'de İlahiyat okurken fakirin hiçbir dersini kaçırmamıştı; hep halkada bulunmuş, kamilâne bir hâl ve edeple dersi dinlemiş, bir kere olsun bilgiçlik tavrı sergilememiş ve varlığını hissettirme çabasına asla girmemişti. Oysa ki, ufku itibarıyla o derslere çok ihtiyacı yoktu ama merhum, yüksek karakterinin gereği olarak kitabı elinden hiç düşürmemiş ve senelerce bizimle beraber satır satır ders takip etmişti.

Mehmet Hoca, Bornova'daki caminin yakınında bir ev tutmuştu. Her Cuma günü yemek hazırlar, İzmir dışından vaaz dinlemeye gelen insanları kendi evinde misafir ederdi. Yemek vesilesiyle bir de orada bazı hakikatlerin anlatılmasına zemin hazırlardı. O camide vaaz ettiğim sürece hutbeyi de hep bana bırakırdı. Bir gün, bazı şeylerden rahatsız olup da kürsüden indiğimi ve minbere de çıkmadığımı görünce Cuma hutbesini kendisi okumuş ve sözlerini evirip çevirip benim üzülmeme getirmiş, hissiyatımı tam paylaşarak duygularımı seslendirmiş, cemaate sitem ederek "Üzdünüz Hocamı" diye inlemişti.

Mehmet Hoca, öyle farklı bir çizgi takip etti ki, kendi kriterlerim açısından, tanıdığım onca insan arasında Allah'a onun kadar yakın pek az kimse gördüm diyebilirim. O, ufku engin bir alimdi; düşünce dünyasıyla aksiyonu atbaşıydı. Aynı zamanda, çok mütevazi ve başkalarını da kabullenen bir insandı. Yanında arkadaşlarının methedilmesinden rahatsızlık duymaz; birinin göklere çıkarılmasını kendisinin aşağıda ve altta kalması şeklinde değerlendirmez; bir arkadaşı hakkındaki takdirkar sözleri kendi methediliyormuş gibi kabul eder ve onun adına sevinirdi.

Mehmet Özyurt Hoca, 1988 yılında elim bir trafik kazasında dâr-ı bekâya irtihal etti. Urfa'dan Gaziantep'e giderken ve bir hizmetten diğerine koşarken yanındaki üç güzel insanla, Bayram Acar, Hasbi Hoca ve Diyarbakır'lı bir müteahhitle beraber Allah'a yürüdü.

Şehitlerin Şahı

Malum olduğu üzere, şehitlik mertebesi çok yüksek bir mertebedir; onun üstünde olsa olsa Hazreti Ebu Bekir efendimizin de pâyesi olan, hâlis ve kâmil sadıkların "sıddıklık" mertebesi vardır. (Tabiî, Peygamberliğin diğer mertebelerle kıyaslanamayacağı hakikati mahfuzdur.) Fakat, bazen bir şehit hem şehit hem de sıddık olabilir ya da bir sıddık aynı zamanda şehadet şerbeti de içebilir. Evet, Cenâb-ı Hak, zirvede bulunan ve hakka'l-yakîn mertebesinin temsilcisi olan bir insanı bir de şehitlikle serfiraz kılabilir. Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) eğer Hayber'de aldığı zehirle irtihal-i dâr-ı bekâ buyurduysa, Cenâb-ı Hakk O'nu aynı zamanda şehitlik pâyesiyle ayrı bir derinlikle daha serfiraz kılmış demektir. O'nun başka bir büyüklüğe ve yeni bir derinleşmeye ihtiyacı var mıydı, denebilir. Oysa, Allah nezdinde terakkî nâmütenâhîdir. Allah Teala, o Zat'a öyle nâmütenâhî dereceler ihsan ediyor ki, artık kendisine, içten gele gele hamd etmekten başka bir mülahaza ortaya koymama mertebesi demek olan, "Makam-ı Mahmud" veriliyor. Demek ki, oraya kadar terakkinin yolu var; orası ise zirve.. artık orada oturacak hamd edecek, kalkacak hamd edecek; o makamda dudaklardan dökülen sadece Allah'a karşı hamd ü senâ olacak.

İslâm alimleri, şehitleri, kendilerine uygulanan dünyevî hükümler ve Allah katındaki durumları itibariyle üç kısma ayırmışlardır. İ'la-yı kelimetullah yolunda ve savaş meydanında vefat eden ya da malını, canını ve ırzını korurken haksız yere öldürülen kimseler hem dünya ve hem de ahiret bakımından şehittirler. Bu durumdaki şehitler yıkanmaz, üzerlerindeki elbiseler çıkarılmaz, öylece namazları kılınarak gömülürler. İnanmadığı halde müslüman görünen ve müslümanların yanında savaşırken öldürülen kimseler de dünyevî kıstaslar açısından şehit sayılırlar, yıkanmadan namazları kılınarak elbiseleriyle gömülürler. Fakat, bunlar, dünya hükümleri bakımından şehit sayılsalar da Allah katında şehit sevabı alamayacaklardır.

Bazıları da vardır ki, Allah katında şehittirler ve şehit mükâfatı alacaklardır; ancak bunlar, diğer ölüler gibi yıkanır, kefenlenir ve namazları kılınarak defnedilirler. Peygamber Efendimiz, şöyle buyurmuştur: "Şehitler beştir: Vebaya tutulanlar, iç hastalıklarına yakalananlar, suda boğulanlar, göçük altında kalanlar ve Allah yolunda canından olanlar." Ayrıca, aile ve çocuklarının geçimini sağlamak için helâl yoldan çalışıp kazanırken ölen kimseler ve ilim yolunda can verenler de ahiret şehidi sayılmışlardır. Doğum esnasında ölen mü'mine kadın ve karın ağrısından ya da apandisit sancısından ölen bir mü'min de şehit kabul edilir.

Biz, ancak zahire göre hüküm verir; insanları dış görünüşleri ve bize yansıyan halleri zaviyesinden değerlendirebiliriz. Dolayısıyla, imana ve Kur'an'a gönül vermiş, dilbeste olduğu dava çizgisini senelerce hiç değiştirmemiş; dünyevî ve hatta uhrevî hiçbir beklentiye girmemiş, kendinden bahsedilmesini ve methedilmeyi asla hoş karşılamamış, bencilliğin semtine bile uğramamış ve hep bu hal üzere i'lâ-yı kelimetullah için koşmuş; başka mülahazalar dile getirilince, "Hayır! Rızâ-yı İlâhî bana yeter. Allah razı olmuşsa benim için her şey var demektir. Önemli olan O'nu bulmaktır. O'nu bulmak dışında kurtuluş yoktur" deyip yola revan olmuş ve hizmete giderken de bir yerde bir trafik kazasıyla ötelere yürümüş bir insan hakkında "O şehittir" hükmünü verebiliriz. Hele bir de o insanı yakînen tanıyorsak, onu duygu ve düşüncelerimiz itibarıyla "Şehitlerin Sultanı" Hazreti Hamzaların peşine takabiliriz. İşte bu duygularla ben de Mehmet Hoca hakkında "Şehitlerin Şahı" demiş olabilirim ki bu söz o büyük insan hakkında hüsn-ü zannımın ifadesidir.

Ayrıca, yanarak ölme meselesi de çok önemlidir; bir sancıdan ölen ya da yıkık altında kalıp öteye giden kimseler ahiret şehidi kabul edildiğine göre, yanarak ölen de şehitlik mertebesine ulaşmış olabilir. Vakıa, o dört arkadaşımız kaza yaptığı sırada onların ardındaki arabada bulunanlar bana telefon etmişlerdi. Oradaki manzarayı anlatmışlar; hepsinin "Allah, Lailahe illallah" diyerek ahiret koridoruna girdiklerini nakletmişlerdi. Vefat ettiğinde Mehmet Hoca'nın ve diğer bir arkadaşın işaret parmağı hâlâ yukarıdaydı, O'nu işaret ediyorlardı.

Evet, şehitlik, mertebe, ilerde olma, Allah'a yakınlık kazanma.. gibi hususların aslını sadece Allah bilebilir; biz hiç kimseyi tezkiye etmeye salahiyetli değiliz. Ne var ki, emarelere bakarak ve hüsn-ü zanlarımıza sığınarak "Onlar şehit oldular, canlarını hizmet-i diniyeye kurban ettiler" dememizde de bir sakınca olmasa gerektir...

İman Davasının Bir Kurbanı

Diğer taraftan, "Bir âlimin ölümü âlemin ölümü demektir" sözü hadis olarak rivayet edilmektedir. Kur'an-ı Kerîm başta olmak üzere Peygamberimizin hadislerini ve bütün sünnetini bilen, diğer İslamî ilimlerden de haberdar olup ileri seviyede bir bilgi birikimine ulaşan; diğer bir ifadeyle, hakikat bilgisiyle donanmış, marifete açık ve bilinmesi gerekli olan şeyi olduğu gibi bilen birisine "âlim" denir. Arap dilinde, bildiğiyle amel etmeyene âlim denmez; çok şey biliyor olsa da, o insana câhil denir. İlim, bilim olmadığı gibi, bilgin de, âlim değildir; bunlar birbirinden farklıdır. İşte, hakiki bir âlimin ölümü, âlemin ölümü olarak görülmüştür ve insanlar için büyük bir musibet kabul edilmiştir.

Aslında çok küçük musibetler bile birer ikazdır. Hatta çay içerken düşürüp kırdığınız bir bardak da bir musibettir ve bir sinyaldir. O türlü meselelerde teşe'üme girmemeli; onları ölümcül bir hadisenin sinyali görerek paniğe kapılmamalı; fakat, hiçbir hadisenin başıboş olmadığı da hatırdan dur edilmemelidir. Sizi de, sizin davranışlarınızı da yaratan Allah'tır ve her hadisenin bir sinyal yanı gerçekten vardır. İnsan o ikazı anlayabilir, Allah'a teveccüh eder, bir tasaddukta bulunur ve o belaya kefaret olabilecek bir hayır ortaya koyarsa, bunlar, Allah'ın inayetiyle daha büyük kaza ve belaların def' edilmesine vesile olur. Evet, o türlü musibetler hem birer sinyaldir, hem de aynı zamanda birer kefarettir. Kırılan bir bardak, bir bela ve musibet zincirini kırmış ve günahları da temizlemiş olabilir. Nitekim, bir hadis-i şerifte, "Müslüman'ın başına gelen hiçbir yorgunluk, hastalık, keder, üzüntü, eziyet, gam ve hatta ayağına batan diken yoktur ki Allah onunla günahlarından bir kısmını bağışlamasın." denmekte; bir başka nebevî sözde de miktarı az bile olsa sadakanın belaları def' edeceği söylenmektedir.

Bir Hak dostunun ve bir Kur'an hâdiminin Allah yolunda vefat etmesi meselesi de bu zaviyeden değerlendirilegelmiştir. Öyle ki, bir dönemde hizmet-i imaniye ve Kur'aniye aleyhine planlanan bir komplo ya da mefkure kahramanlarının başına gelecek bir büyük musibet vardır.. Cenâb-ı Allah, Hak dostlarından bir tanesini almak suretiyle, hem diğerlerini teyakkuza sevk eder, hem de geride kalanların gönüllerini yumuşatır, gözlerini yaşartır ve Kendisine teveccüh etmelerini temin eder. Geride kalanlar, incelmiş ve yumuşamış gönüller olarak Allah'a teveccüh eder ve yalvarırlar: "Allahım, Sen bütün ihtiyaçları giderme ve belaları defetme kudretine sahip Rabbimizsin; bizim ihtiyaçlarımızı da karşıla ve başımızda dönüp duran belaları def eyle." derler. Böylece, çok büyük zararlara sebebiyet verebilecek kocaman musibetleri bir kurban vermekle aşmış olurlar.

Takdir-i ilahî olarak, bir davaya kurban olacak başyüce insanlar zaten belli seviyenin kahramanlarından seçilir. "Allah'ım, bu iman ve Kur'an hizmetine bir tevakkuf gelecekse ve kudsîler bir belaya maruz kalacaksa, öyle bir musibetin def'i için ben kurban olmaya hazırım; canımı al ama Kur'an davasını ve o davanın temsilcilerini muhafaza buyur" diyerek Hazreti İsmail gibi boynunu uzatan fedakar ruhlar, canlarını bu uğurda vermeye âmâdedirler. Şu kadar var ki, onlar iradî olarak asla kendi canlarına kıyamayacakları gibi, -değil başka insanların- bir karıncanın bile yaşama hakkına müdahale etmekten de uzaktırlar; onların dünyasında intihar komandoluğuna, canlı bombalığa, toplu infazlara ve kan dökmelere kat'iyen yer yoktur. Fakat, bazen bir vesileyle, Cenab-ı Allah, "Rabbim, yeter ki davam bakî kalsın; istersen bedel olarak beni her gün elli defa öldürebilirsin!" diyerek kurbanlık bir koç gibi sırasının gelmesini bekleyen bu hasbilerden birinin canını alır.. alır ve bir kurban karşılığında Hazreti İsmail'i bağışladığı gibi onu da bela ve musibetlerin selametle savılması için fidye ya da keffaret olarak kabul eder.

İşte, Mehmet Hoca da –Allahu A'lem– böyle bir kurbanlık gibi gitmiştir ötelere.. gidişiyle de pek çok musibete keffaret olmuştur.. hizmet-i imaniye ve Kur'aniye'nin bir kurbanı olarak Allah'a yürümüştür.

Merhum Mehmet Özyurt'un uçup gidişinin ardından çok ağladım. Efendimizin Hazreti Hamza'ya ya da Hazreti Cafer'e ağladığı gibi ağladım. O kadar ki, ağlamaktan gözümde yaş kalmadı, desem sezâdır. Onun firkatinin ağırlığından belim kırıldı zannettim, çok acı çektim. Yanılmıyorsam, bir hafta sonraydı; rüyama misafir oldu. Rüyada, onun öbür âlemden geldiğinin farkındaydım. "Seni çok özlüyorum; arasıra ziyaret etsen olmaz mı?" dedim. "Tamam, yine gelirim" deyip ayrıldı. Aynı gün, belki de aynı anda yakaza halinde kendi evine de gitmiş, ailesini de ziyaret etmişti. Kısa bir süre sonra da, söz verdiği gibi yine rüyama misafir olmuş, hasretime su serpmişti. Belli ki, o büyük bir mertebenin insanıydı; Allah nezdinde bir hususiyeti vardı. O bizim bildiğimiz usullerle değil, fakat başka bir yolla "bekabillah maallah" ufkuna ulaşmıştı.

Gelecek nesillerin Mehmet Özyurt Hoca gibi hasbî ruhları tanıması ve onların izinden yürümesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü, onlar, ömürlerinin her anına bir örnek hal, tavır ve davranış sığdırmış insanlardır. Onların sergüzeşt-i hayatları yarının hasbîlerine yol gösterecek işaret taşlarıyla doludur. Dolayısıyla, hem onları birer yâd-ı cemîl olarak anmak hem haklarında duaya vesile olmak ve hem de geleceğin fedakar ruhlarına hüsn-ü misaller göstermek için Mehmet Hoca gibi kahramanların hayat hikayelerinin yazılması lazımdır.

Biri Mübalağa Diğeri İftira!..

Fezâil-i İnsaniyenin İki Kanadı

Unutmak, bazen, çok sevaplı bir fazilettir; bazen de, nisyandan daha büyük bir bela yoktur.

İnsan faziletlerini, meziyetlerini ve elde ettiği başarılarını unutuyorsa, bu çok makbul ve şâyân-ı takdir bir nisyandır. Bir insan, dünyayı ihya etse, can olup her tarafa hayat üflese ve insanlığı ayağa kaldırsa bile, kendi sa’yine terettüp eden bu meseleleri bir daha aklına hiç getirmeyecek şekilde unutmalıdır. Ezkaza bazılarını hatırlasa, o zaman da onların birer nimet-i ilahî olduğu mülahazasıyla ve istidraç da olabileceği endişesiyle; "Rabbim, bunlar benim için birer nimet miydi; yoksa, beni küstahlaştıracak istidraç sebepleri mi, bilemiyorum. Şayet, birer nimet idiyse, onlardan dolayı Sana hamd ederim. İstidraç olmalarından da Sana sığınırım!" demelidir. İşte bu manada, insanın meziyet ve muvaffakiyetlerini unutması çok büyük fazilettir.

Hataları, yanlışları ve günahları unutmak ise, büyük bir beladır. Hatayı söylemek doğru değildir; dinimiz hata ve günahların sayıp dökülmesini yasaklamıştır. Fakat, bir insana -farzımuhâl- "Hatalarını anlat" dense, o, çocukluğundan itibaren ne kadar sürçmesi ve tökezlemesi varsa hepsi önünde yazılıymış gibi bir bir sayabiliyorsa; bütün yanlış adımlarının ve zikzaklarının pişmanlığını her an yepyeni gibi duyabiliyorsa; hatta işlediği yeni ve küçük bir hata ile bütün eski hatalarını da hatırlıyor ve bir kere daha kendini levmediyorsa, bu da çok önemli bir mazhariyettir. Hataları, yanlışları, zikzakları, riyakârlıkları, sum’aları, bencillikleri ve inhirafları asla unutmama; bunlar sebebiyle kendini sürekli sorgulama.. en eskileri bile en yenilerle bir kere daha hatırlama.. dolayısıyla, her fırsatta nefsi sîgaya çekme... Yetmiş yaşında ve ölüm döşeğindeyken, altmış sene evvel ve daha mükellef olmadığı dönemde yaptığı bir hatayı bile unutmayıp onun hicabını da duyma.. işte burada da unutmama çok önemlidir.

Evet, hata ve günahları sürekli hatırda tutup tevbeye yapışma.. meziyetleri ve başarıları da hiç hatıra getirmeyip devamlı sa’ye sarılma.. bunlar, fezâil-i insaniyenin iki kanadıdır.

Derinleşme Ama Değişmeme

Derinleşme azmi içinde olmayanlar hiç farkına varmayacakları şekilde sığlaşır ve zamanla tamamen dışlanırlar. Dolayısıyla, insan, sürekli derinleşme peşinde bulunmalıdır. Çünkü, bütün kötü ahlâkın kaynağı gelişme gayretinde olmamak, olduğu yerde saymak ve mevcutla yetinmektir. Sürekli değişim, tebeddül ve tagayyür; farklı şekil, farklı, renk, farklı şive ve farklı desenlerle her zaman bambaşka güzellikler sergileme insanın hedefi olmalıdır. O, her yeni gün, "Rabbim, bugün Seni dünden daha derin duyuyorum. Keşke dün de bana bunu duyursaydın." diyebilmeli ve duymadaki derinliğini her zaman bir perde daha yükseltmeli; ertesi gün daha derin, sonraki gün biraz daha derin olmaya çalışmalıdır. Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) günde yetmiş ya da yüz defa istiğfar etmesindeki sır da, terakkideki seyrinin bu şekilde olmasındadır. O, devamlı yükseldiğinden dolayı, her an arkada bıraktığı dûn mertebelere bakmış ve her basamakta bir önceki için "estağfirullah" demiştir. Haddizatında, bir insan arkada bıraktığı mertebeleri mütâlaa ederek "estağfirullah" diyecek durumda değilse, bütün haline "estağfirullah" denmesi lazım gelecek şekilde bir sukut içinde demektir.

Değişmemenin büyük bir mazhariyet sayıldığı alanlar da vardır. Mesela; bir insan, tefekkür ufku itibariyle ya da his, şuur, mantık ve muhakeme enginliği açısından ne kadar ileriye giderse gitsin; kendi özündeki ilahi sanatı elli defa hallaç etmesi veya kainat kitabını satır satır okuması bakımından ne ölçüde inkişaf ederse etsin; ihsan şuurunun ve yakin mertebelerinin en üst seviyesine ulaşması zaviyesinden ne denli yükselirse yükselsin.. bütün bunlarla beraber, kendisini sıradan bir kul olarak görebiliyor ve farklılık mülahazalarına kapılmıyorsa, bu çok önemli bir talihlilik ve şâyân-ı takdir bir "değişmeme" halidir.

Öyle ki, Allah ufkunu açsa, göklerde uçsa.. ve bir yerde Cebrail’e ulaşsa.. sonra Cebrail, "Dost, artık ben seninle beraber yürüyemem; bundan sonrası bana kapalı. Sen yürü, yoluna devam et. ‘Top senin, çevkân senindir bu gece’ dese!" O zaman bile, yine kendisini yaratılmışların en küçüklerinden biri görme; "Ben ancak başkalarının ayaklarının altına yüzümü sürebilecek bir insanım." deme ve Hazreti Ali yaklaşımıyla, "insanlardan bir insan olma" mülahazasına bağlı kalma... Sürekli abdiyetini duyma.. ayakları yerde bir kul olduğunu hep hissetme.. farklılıklarına kendine göre farklı manalar yüklememe.. mazhariyetlerinden dolayı kendisine çeşit çeşit ünvanlar aramama.. değişik mülahazalarla birkaç versiyonu dile getirilen Kutup, Gavs, Mehdî ve Mesih gibi pâyelere sahip olduğu iddiasında bulunmama.. ve işte bu mevzuda değişmeme, kat’iyen fahre girmeme, ucbe düşmeme, yüksek rütbelere dilbeste olmama bir insan için çok büyük bir mazhariyettir. Bu duygu ve düşünceler asla değiştirilmemesi ve hep korunması gereken mülahazalardır.

Soru: "Gönüllüler hareketi" şeklinde adlandırdığınız bu hoşgörü, diyalog ve eğitim faaliyetlerini, kimileri Türkiye’nin globalleşen dünyaya yegâne katkısı olarak kabul ederken, kimileri de bir tehdit unsuru gibi görüyorlar? Bu konudaki değerlendirmelerinizi lûtfeder misiniz?

Bu harekete her iki tarafın da dile getirdikleri şekilde mana yüklemek yanlıştır ve ikisi de büyük iddia sayılır. Birincisi, ortaya konan çok kıymetli ve pek samimi gayretleri gören dostların teşvik adına seslendirdikleri şekerleme kabilinden bir iddia; ikincisi ise, içinde bulunmadıkları ve kendi adlarıyla anılmayan hiçbir işi faydalı görmeyen, kendilerinden olmayanları hasım gibi kabul edip karşı cepheler oluşturan kimselerin karalama maksadıyla ortaya attıkları iftira edalı bir iddiadır. Evet, ilki, müftehirâne bir mübalağa; diğeri de müfteriyâne bir iddiadır. Aslında, hiçbir mesnede dayanmayan sözlerle eğitim gönüllülerine iftira etmek büyük bir haksızlık olduğu gibi, hüsn-ü zanla dahi olsa, onları mübalağalarla anlatmak da yanlıştır. Her türlü iddiadan uzak kalmakla beraber, fedakâr ruhların çok samimi gayretleriyle sürdürülen faaliyetleri, Allah’ın bugünkü insanlara büyük bir lütfu olarak yâd etmek ise, hem bir şükür hem de kadirşinaslık ifadesidir.

Şahsen, yapılan onca güzel işi görünce takdir hisleriyle doluyor ve kimi zaman "gönüllüler hareketi" kimi zaman da "örnekleri kendinden bir hareket" diyerek o güzellikleri alkışlıyorum. Alkışlıyorum, zira, o hasbî insanların, hemen her meselede hüsn-ü misallerini kendi içlerinden çıkardıklarına şahit oluyorum.

Bu hususu şerh sadedinde, çocukluk yıllarıma ait bir hatıramı ve duygumu arz edeyim: Babam, vaktini hiç zayi etmeyen, bir yere gidip gelirken bile ya Kur’an okuyan ya da yeni ezberlediği bir şiiri tekrar eden ve kitap okumaktan çok zevk alan bir insandı. Ayrıca, Sahabi efendilerimizi çok sever, sürekli onların hatıralarını okur, dinler ve anlatırdı. Kitaplarının en fazla aşınan kısımları sahabeden bahseden sayfalar olurdu. Sahabe-i Kiram efendilerimize karşı o kadar alâkası vardı ki, nerede onlardan birinin adı anılsa ağlardı ve evin içinde onların hatıralarını hep canlı tutardı. Dolayısıyla, biz de Efendimiz’in seçkin arkadaşlarının sevgisiyle ve onlara karşı hayranlıkla dolu olarak neş’et ettik. Onlar benim gözümde o kadar büyük idiler ki, herbirini Kaf dağının ardındaki Anka kuşu gibi görürdüm ve onlara ulaşılabileceğine ihtimal vermezdim. Hele, günümüzün insanlarıyla az mukayese etsem, onları ufuklarına asla yetişilemeyecek ve yaşadıkları gibi bir daha yaşanamayacak başyüce şahsiyetler olarak kabul ederdim. Onlar nasıl insanlarmış? Onlardaki bu derinlik neredenmiş? Onlar gibi yaşayan insanlar bir kere daha gelir mi dünyaya?.. soruları kaplamıştı zihnimi. Uzun zaman sahabe hayatının artık mazide kaldığına ve tekrar yaşanamayacağına inanmıştım. Fakat, Hazreti Üstad’ın yanından gelen bir talebeyi ve beraberindeki bir-iki insanı görünce, "Demek ki sahabe gibi yaşanabiliyormuş; demek ki, o hayat tarzı sadece bir döneme hapis değilmiş" demiş ve çok sevinmiştim. Babamın talimiyle aşina olduğum ve kitap sayfalarında gördüğüm sahneleri o birkaç insanda da müşahade etmem bana manevi bir kuvvet ve ümit kaynağı olmuştu; o güne kadar okuyup dinlediklerimin örneklerini görme fırsatı bulmuştum.

Örnekleri Kendinden Bir Hareket

Evet, daha düne kadar, fedakârlık, cömertlik, civanmertlik ya da istiğna ruhu adına misal verecek olsanız, ta Saadet asrına, Tabiîn ya da Tebe-i tabiîn dönemlerine gitmeniz gerekirdi. Ne var ki, muhataplarınızı o örneklerle ikna etmek de oldukça zordu; zira, anlattığınız kahramanlık misallerine karşılık, "Mazide böyle bir şey ya olmuş, ya olmamış" der; onları, eski Fars masallarına benzetir, Rüstem hikayesi gibi bir hikaye olarak dinlerlerdi. O dönemde, herhangi bir "üsve-i hasene" bulabilmek için elinizde mumla dolaşırdınız vatan sathında; dolaşırdınız da birkaç insandan başkası görünmezdi gözlerinize. Misal insan, örnek adam aradığınızda Saadet Asrı’na, İslam Tarihi’nin bazı altın kesitlerine ya da son dört yüzyılın birbirinden kopuk çok kısa dönemlerine koşmakta bulurdunuz çareyi. Mazinin parlak devirleri sığınak olurdu size. Yanınızda kalb hayatı, zühd, takva ve dua denseydi, yalnızca Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ali gibi sahabe efendilerimiz aklınıza gelirdi. Fedakârlık, cömertlik ve îsâr hasleti gibi faziletlerden bahsedilse idi; Allah ve Rasûlü uğruna her şeyini, hatta sevgili evladını bile fedâ etmeyi göze almış, kadınlık aleminin yüz akı analarla ilgili konuşulsaydı ya da kendini Allah’a adamış, dünyaya hiç tama’ etmeyen ve gözü sürekli ahiretin koridorlarında yaşayan delikanlıları anlatmak isteseydiniz, yine o ilk çağlara sığınırdınız.

Fakat, Allah’a sonsuz hamd ü senâlar olsun, bu hareketin gönüllüleri hüsn-ü misallerini kendi içlerinden çıkarma eşiğini de aştılar. Belli bir dönemde "Acaba o insanlar gibi yaşanabilir mi?" diye düşünürken, günümüzde onlardan bir kaç canlı örnek gösterip "yaşanabiliyormuş" demek ve hemen her sahada onların arasından model insan göstermek mümkündür. Evet, onlar önde yürüdüler, anlattıklarını pratiğe döktüler, şahlandılar ve arkalarında yürüyenleri de şahlandırdılar. O kahramanların bazılarını tanıma talihliliğine erdim, bazılarını medyadan öğrendim ve bir kısmının hatıralarını da onları tanıyanlardan dinledim. Bazı kimseler görmezlikten gelse de, Allah görüyor, Hazret-i Muhammed (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) biliyor ve Kirâmen Kâtibîn yazıyor onların fedakârlıklarını. Tarih sayfaları da onların hatıralarıyla hergün biraz daha renkleniyor. Belki kendileri de farkında değiller ama hepsi birer yâd-ı cemil oldular/oluyorlar. Bu kahramanların hayat hikayeleri, mâkus kaderimizi değiştirme adına tarihe düşülen öyle şerefli notlardır ki, gelecek nesiller de onları şerefle yâd edecektir. Bundan dolayı, ısrarla söylüyorum; her yerde o fedakâr ruhların hatıralarını bir vakanüvist hassasiyetiyle tesbit etmek ve yazmak lazımdır ki, yarın tarihçilerin işi kolaylaşsın; sonraki nesillere de güzel misaller bırakılmış olsun.

İşte, bu yönleri itibariyle, biz de hoşgörü ve diyalog temsilcilerini, eğitim gönüllülerini takdir ediyor, alkışlıyor ve bu ideal insanların şahs-ı manevisine "örnekleri kendinden bir hareket" dense sezâdır diye düşünüyoruz. Böyle bir takdirin de, Allah’ın nimetlerine karşı bir manevî şükür ve o fedakârlar hakkında da bir kadirşinaslık ifadesi olduğuna inanıyoruz.

Biri Mübalağa Diğeri İftira!..

Ne var ki, bu hareket sayesinde dünyanın çehresinin değişeceğini, topyekün insanlığın yüzünün güleceğini ve yeryüzünün bir Cennet haline geleceğini söylemeyi ve bu türlü büyük iddialara girmeyi de doğru bulmuyoruz. Günahkâr bir insanın Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden affedilmeyi ümit etmesi gibi, biz de o engin rahmetten ümit ederiz ki, dünyanın değişik yerlerine düşen bu damlalarla Allah Teâlâ bir nevbahar icad etsin. Şimdiye kadar susuz kalmış, sararmış ve kurumaya yüz tutmuş fidanları çiselemelerle ve şebnemlerle hiç emsali görülmemiş şekilde bir kere daha canlandırsın. Öyle arzu ederiz ki, insanların adeta birbirini yediği ve tabakat-ı beşer çapındaki hır-gürlerin ardı arkasının kesilmediği bir dönemde, bu sevgi kahramanlarının tesiriyle hakikate uyanan ve insanî değerleri yeni bulmuşçasına farklılaşan kimseler bütün dünyayı felakete sürükleyecek büyük sellere karşı dalgakıran vazifesi görsünler. Dileriz, onların samimi gayretleriyle her yanda sulh adacıkları oluşsun; bunalan toplumlar onların beyaz adalarına koşsun. Bütün bu güzellikleri Rahmeti Sonsuz’un merhametinden dileniriz; fakat, bu hareketi, dünyanın rengini değiştirecek yegâne sâik olarak ifade etmeyi, başka hayırlı faaliyetleri ve hareketleri görmezlikten gelerek sadece onu nazara vermeyi ve "şuraya yürüyorlar, bunu yapacaklar" gibi mübalağalı sözleri asla tasvip edemeyiz. Bu türlü iddialı düşünce ve beyanları kulluk anlayışımıza ve itidâl düşüncemize de zıt kabul ederiz; zira, bizim vazifemiz, kendi değerlerimiz çerçevesinde dine, millete hizmet etmek ve bunu yaparken de asla neticeyi düşünmemek, hiçbir beklentiye girmemektir.

Biz insanların iç dünyalarını bilemeyiz; onların dışa akseden tavır ve davranışlarına göre değerlendirmelerde bulunur, hükümler verir ve hüsn-ü zan ederiz. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk’ın kime ne türlü bir misyon yüklemiş olduğunu, kimi ne çeşit işlerin beklediğini ve hangi insanlara ne büyük vazifeler eda ettireceğini bilemeyeceğimiz için, o mevzuda söyleyeceğimiz büyük büyük sözler mübâlağa sayılır. Allah Teâlâ, kadirşinaslığı ne kadar sever, onu ne ölçüde manevî bir şükür olarak kabul eder ve o şükre ne denli mukabelede bulunursa, mübâlağalardan da o kadar hoşlanmaz. Çünkü, mübâlağa zımnî yalandır; yalan ise bir lafz-ı kâfirdir ve günahtır. Öyleyse, hüsn-ü zan seslendirilmeli ama mübâlağa ve iddia sayılabilecek sözlerden de mutlaka kaçınılmalıdır.

Diğer taraftan, bazı insanlar da, bu sevgi kahramanlarının dünyayı değiştirecekleri ve kendilerine yaşama imkanı vermeyecekleri düşüncesiyle ciddi bir paranoya yaşıyorlar. Onların kendilerine göre düşünce sistemleri, hayat tarzları, iktisadî, siyasî, kültürel ve idarî felsefeleri var. O felsefeye göre, yarım-yamalak da olsa, bir dünya kurmuşlar. O dünyada kendilerini rahat hissediyor ve hariçten yükselen her sesi haklarında ölüm fermanı olarak görüyorlar. En masum insanları bile kendi dünyalarını karartacak ve rahatlarını kaçıracak tehlikeli kimseler olarak algılıyorlar. Karanlığı ışık gören, ışığı da karanlık kabul eden bu karanlık ruhlular, sevgi deyip sevgi konuşan ve sevgi teneffüs eden insanlardan bile endişe ediyorlar. Bu endişelerini de aka kara, karaya da ak demek suretiyle, değişik iftiralarla dile getiriyorlar.

Haddizatında, hayatını hoşgörüye, diyaloğa ve eğitime adamış insanlardan hiçbirisi gelecekte, değil dünyanın çehresini karartmak, tek insana gölge yapmayı bile düşünmezler. Zannediyorum onlar, kendilerine ömür boyu hasmâne tavır alan kimseleri mahşer günü perişan vaziyette, sürüm sürüm bir halde görseler, maruz kaldıkları bütün kötülükleri unutur ve onlara da el uzatır, tutup kaldırmaya çalışırlar. Cenâb-ı Hak orada izin ve imkan verse, kimseyi yüzüstü bırakıp geçmez ve kimsenin ebedî hüsrana uğramasına rıza göstermezler. Ömürleri boyunca tek sinek öldürmemiş, bir yılanın canına kıymamış insanların hiç kimsenin hayatını karartmayacağı muhakkaktır. Aslında, o türlü iftiraları seslendirenler de, değişik zamanlarda bu hususu test etmiş ve hakikatin böyle olduğunu görmüşlerdir. Fakat, paranoya yaşıyor olmaları ve vehimlerle oturup kalkmaları doğru düşünmelerine manidir; dolayısıyla, çok çirkin iddialarda bulunmaktan ve sürekli iftira etmekten de geri duramazlar.

Bu iki zümreyi bu şekilde tesbit ettikten sonra, diyebiliriz ki; biz ne öncekilerin hüsn-ü zanla yükledikleri o manaları taşıyacak kadar güçlüyüz, ne havariyiz, ne sahabeyiz, ne saff-ı evveli teşkil eden insanlardan bazılarıyız; ne de berikilerin iftira ettikleri kadar kötü, karanlık düşünceli, karmaşık hesapları ve gizli planları olan insanlarız. Hayır, biz kendimizi özel bir misyon eda eden insanlar olarak görmediğimiz gibi, Allah’ın rızasını kazanma maksadıyla insanlığa hizmet etmek dışında bir niyet de asla taşımıyoruz.

Vazifeye Devam...

Başkaları ne derse desin, biz, büyük iddialara girmeden, aleyhimizdeki sözlere aldırmadan, kötülükler karşısında da telaşa kapılmadan kendi vazifelerimizi yapmalıyız. Gördüğümüz muamele ne olursa olsun, inkisar yaşamamalı, kimseye küsmemeli ve darılmamalıyız. Bu dünya dişini sıkıp dayanma dünyasıdır; rahat yaşama ve hayattan kâm alma diyarı değildir. Kötülüklere maruz kalsak da, haklarımız elimizden alınsa ve kendi ülkemizde –N. Fazıl ifadesiyle– "parya" gibi yaşamak zorunda bırakılsak da, bunlara hiç takılmamalı ve kendi karakterimizin gereğini sergilemeliyiz. Elimizden geliyorsa, yılan ve akreplerdeki canavarlık ruhunu bile baskı altına alarak, onlarla da iyi geçinmeli ve hayatı paylaşılabilir hale getirmeliyiz. Onlara kızarak veya diş göstermeleri karşısında panikleyerek geriye durmamalı, hangi şartlarda olursa olsun sorumluluklarımızı yerine getirme gayretinde olmalıyız. Hatta tek başımıza kalsak bile bu duyguyu korumalı ve ona göre hareket etmeliyiz.

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) geçmiş dönemde yaşamış bir yiğidin halini birkaç fotağraf karesi içinde anlatır ve buyurur ki: Sağına baktı, sağlam kimse göremedi; soluna baktı, ayakta kalmış bir fert bulamadı; herkes dökülmüştü ve o cephede tek başına kalmıştı. "Demek iş başa düştü" deyip atını mahmuzladı.. gitti ve bir daha da geriye dönmedi... İşte bu hal, her devrin dava adamlarının halidir. Şu kadar var ki, o kahraman, maddi bir mücadelede ve muharebe meydanında bir mücahidin yapması gerekeni yapmıştır. Maddi kılıcın kınına girmesi gerektiğine ve artık mücahedeyi Kur’an-ı Kerim’in elmas düsturlarıyla sürdürme zamanı olduğuna inanan insanlara gelince; onları memleket memleket sürgüne gönderseler, zindanlara atsalar, her gün biri için idam sehpası kursalar, Hazreti Mesih’in havarilerine yaptıkları gibi çarmıhlara gerseler ve arkadaşlarını götürüp oralara mıhladıktan sonra aynı akıbetle onları da tehdit etseler bile, yine de hak bildikleri yoldan dönmemek, hak ve hakikatin sesi-soluğu olmak da bunların şiarıdır. Onlar, böyle bir mücadelenin dışında ölürlerse, işte o zaman akıbetlerinden korkar ve üzülürler; belki rahat anlarını endişelerle karşılar ve şöyle derler: "Emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker yapmadığım bir zeminde, rahat döşeğimde yatarken ölürsem nice olur benim halim; aman Allah’ım, bu ne zillettir!" Hazreti Halid’in vefat esnasında söylediği sözler onların kulaklarında çınlar; hayatı cephelerde geçen, vücudunda para kadar yara almadık yer kalmayan büyük sahabinin, yatakta vefat ediyor olmaktan duyduğu elemi onlar da kendi gönüllerinde hissederler. Bir yerden bir yere hizmete giderken trafik kazasında ölmeyi, yurtdışına gidip hicret yurdunda ötelere yürümeyi ve Allah rızası için i’lâ-yı kelimetullah adına bir işe omuz verirken ahirete göçmeyi cana minnet sayarlar. Hazreti Azrail’i, bu yolların birinde karşılamaktan memnun olur ve "Rabbim, Sana sonsuz hamd olsun ki vazife başında canımı aldın; dilerim, bunu bir şefaat vesilesi olarak kabul buyurur ve beni de affedersin!" duygusuyla kanatlanıp öbür aleme uçarlar.

Aslında, hizmet eden insanların meziyetlerini, faziletlerini, diğergamlık ve hasbîliklerini yâd etmek, dolaylı yoldan onların kulağına gittiğinde, onlar için teşvik primi mahiyetinde olabilir. Öyle bir şekerlemeye bazen ihtiyaç da duyabilirler. Bu hususu Hazreti Bediüzzaman da ifade etmektedir. Ebced ve cifirle alâkalı bazı tesbitlerini, Risalelere ve Cevşen’e ait bir kısım ikramları dile getirirken, "Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasibdi; fakat bu kadar hadsiz muarızlar ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az, fakir ve zaîf olan bizlere kuvve-i maneviye, gaybî imdad, teşci', sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i kat'iye oldu, ben de yazdım." demektedir. Bu açıdan, günümüzde de dine ve millete hizmet eden insanların bazı teşvik edici takdirlere ihtiyacı olabilir. Biz, başka insanlar söz konusu olduğunda bu takdirlerimizi arz etmeli ve insanları teşvikkâr olmalıyız. Fakat, kendi hesabımıza maddi bir beklentiye girmediğimiz gibi takdir ve tebcil arayışında da bulunmamalıyız. Bizi, hiç kimse alkışlamayabilir; hiç kimse bize destek olmayabilir. Biz, böyle bir beklentiye gireceğimize iki hususa dikkat etmeliyiz:

Bizim Kızılelmamız

Birincisi: Yürüdüğümüz yolun doğruluğunu gözden geçirmeli; şayet yolumuzun doğruluğundan eminsek, her şeye rağmen yürümeye devam etmeli; eğer usûl ve metod adına eksiklerimiz varsa, onları tamamlamalı, yanlışlarımızı gidermeli ve daha sonra da konjonktüre göre durumumuzu sık sık kontrol etmeliyiz.

İkincisi: Hedefimizin sırf Allah’ın rızası olup olmadığını sürekli denetlemeliyiz. Sadece O’nun hoşnutluğunu mu arıyoruz, yoksa niyetlerimize başka şeyler de bulaşmış mı? Dünya bir fettan gibi önümüze çıkacak olsa, biz bu işi bırakıp ona meyleder miyiz? Mesela, "Cihan hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman’ın bile fethedemediği, serdar-ı âzâm Merzifonlu Karamustafa Paşa’nın uğrunda canından olduğu Viyana kapılarını size açacağız; Türkiye’yle beraber hayaller ülkesi Kızılelma’yı da emrinize vereceğiz. Bu büyük mükafata bedel sizden tek şey istiyoruz; o da, "i’la-yı kelimetullah" dediğiniz, Allah’la kullar arasındaki manileri bertaraf etmek, insanların iyilik duygularını coşturmak ve kötülüklerden onları alıkoymak diye şerh ettiğiniz sevdanızdan vazgeçmeniz!" deseler cevabımız nasıl olur? Eğer bu işe yürekten gönül vermişsek ve Allah rızasının ne demek olduğunu biliyorsak, vereceğimiz cevap bellidir; zannediyorum, bu hareketin temsilcilerinin hepsi de bu hususta aynı duyguları taşıyordur: "O da ne demek; bizim hangi zaafımızı gördünüz de böyle çirkin bir teklifte bulunuyorsunuz! Değil İstanbul’dan Viyana’ya kadar olan memleketleri vermeniz, dünyanın doğusundan batısına kadar bütün ülkeleri de va’d etseniz, vallahi, billahi, tallahi biz yan gözle bile bakmayız o topraklara, arpa boyu ayrılmayız bulunduğumuz yerden."

İşte, bunu gönülden diyebilecek kadar vefalı olmak lazım. Evet, bizim hedefimiz Allah rızasıdır; ondan daha büyük bir gaye-i hayal bilmiyoruz. O hedefe ulaşmak için de i’lâ-yı kelimetullah yolunu ve yöntemini seçmişiz; ondan büyük bir vazife de tanımıyoruz. Bu yolda yürürken, vazifenin büyüklüğünden dolayı caka yapmama ve başkalarının ta’n u teşnii karşısında endişe ve tereddütlere kapılmama hususlarında da -Allah’ın izni ve inayetiyle- kararlıyız.

Birkaç inci

Teveccüh, teveccühü doğurur. Bakarsan bakılırsın. Çiçeğin güneşe bakışı gibi Allah’a (celle celâluhû) bakmayı becerebilirsen, ona yönelebilirsen, onun tecellîlerine muhatap olursun. Burada esas olan gönülden müteveccih olabilmendir. Eğer gönlünün sesini seslendiremiyorsan o tecellîlere muhatap olman mümkün değildir. Gönülden müteveccih olmak, çok samimî olmak esastır. Anlamak için pare pare olmuş ciğer gerek, yoksa beyhûde...

* * *

Meşru zevklerden istifadeyi de yanlış anlamamak lâzım. Her meşrunun talibi olmak, insanı nereye götürür bilinmez. İnsan, akıbetinin kötüye gideceğinden endişe etmelidir. Her meşru olan, herkes için uygun olmayabilir. Her günahtan küfre giden bir yol olduğu gibi, meşru zevklerden de günaha giden yollar olabilir. Temkinli ve dikkatli olmak lâzım.

* * *

Her gün Allah’a ve “Kitab”a hakaret edilir, Peygamber’e gizli açık küfürler savrulur; ama bazılarının kılı bile kıpırdamaz. Ne zaman biri onun gururuna az dokunsa, biraz onu rencide etse, gece yarılarına kadar uykuları kaçar ve günlerce rahatsız olur. İşte, Allah’la olan münasebetimizin bir göstergesi de bu şekildeki rahatsızlıklarımızın kaynağıdır.

* * *

Firdevsî gibi uzun ve yaldızlı bir destan keseceğinize Yunus gibi gönülden bir iki mısra ile seslenmeniz, içinizin sesini ifade edebilmeniz, benim nazarımda daha kıymetlidir. Mü’minler için küfürden daha tehlikeli şey, şâibe-i şirktir (riya). Bir söz gönlünden, tâ kalbinin derinliklerinden gelmiyorsa, rica ederim söyleme, sus. Başkaları görsün diye, başkaları bilsin diye, içinden gelmeyen duygularla yalancılık yapma ve yalancı durumuna düşme. Farzlar dışındaki ibadetleri, nafileleri yerine getirirken, birazcık görünme duygusuna girdiğin zaman selâm ver; namazı terk et, evlâdır. Şirk işmam eden tavırlardan, ifadelerden şeytandan kaçar gibi kaçmak gerekir. Çok samimî olmak lâzım...

Birkaç inci

Bazen, sırf mütevazı görünme niyetiyle yapılan tevazu, kibirden daha tehlikeli ve daha öldürücü olabilir.

* * *

Sosyal ve başarılı olmayı takdir ederim. Fakat mahcup ve edepli olmak daha çok hoşuma gider.

* * *

“Ateş düştüğü yeri yakar” sözünden iğreniyorum. Eğer mü’minsem, niçin her yere düşen ateş beni de yakmıyor! Mustarip insan ne kadar da az!... Dünya yansa dertsizin bir tutam otu yanmıyor.

* * *

Her bir günah, kendinden önceki bir günahın çocuğu, kendinden sonraki birisinin de annesidir.

* * *

Öyle bir “Sultan”a kul olacaksın ki, Fatih Sultan Mehmet ile bir farkın kalmayacak, Yavuz Sultan Selim ile aynı çeşmeden testini dolduracaksın.

* * *

Edebin asıl menşei sünnet-i seniyyeye ittiba etmektir; vicdan değildir, kalb değildir.

* * *

Ağlamak da, tebessüm de kalbin çehreye yansıyan rengi olmalıdır.

* * *

Dine hizmet etmiş insanlara saygı, dine saygının gereğidir.

* * *

O koca koca deryalar da, engin çağlayanlar da göklerden gelen mini mini damlalardan oluşur. Daha rüyanın başında deryayı görmek isteyenler, ömür boyu hep rüya görür dururlar.

* * *

Kollektif şuura bağlanarak da olsa, bir heyetin her şeyi yapacağına inanma Allah’a (celle celâluhû) karşı saygısızlıktır ve küllî bir enâniyetdir. Bu şekildeki “ene” (benlik), “nahnu” (biz duygusu) içinde beslenir ve büyür. Diğer insanlara ve topluluklara tepeden bakma olur. “Bir cemaate giren kurtulur” inancı ise çok tehlikelidir. Cemaate güven değil, Allah’ın rahmetine recâ beslemek esastır. Kinleri, nefretleri ve hasetleri olan bir cemaati Allah (celle celâluhû) muvaffak kılsa, onların dünyaya bırakacağı miras kin, nefret ve hasettir. Allah dünyayı böyle Müslümanlarla niye kirletsin ki!

* * *

Hırs hiçbir durumda tecviz edilemez. Ancak, Allah’ın rızasını kazanmada, hayır ve hasenât yolunda, onun adını dünyanın dört bir tarafına ulaştırma gayreti hususunda hırs caiz, hatta matlubtur.

* * *

Namazda iki şahıs arasında boşluk kalmamalı. Bu konu büyük bir hassasiyetle ele alınmış ve sahabe efendilerimiz onu titizlikle uygulamış. Omuzlarını, topuklarını birbirlerine yapıştırmışlar. Topuklar birleştirilirken insanın kendi ayakları arasında bir boşluk oluşsa da bu önemli değildir. İster namazda, ister namaz dışında kişinin kendi boşluğundan daha önemli olan şey, kardeşleri ile arasındaki boşluktur. Çünkü o “fürücât min şeytan”dır.

* * *

Merhum Bekir Berk’den bir hatıra: Hür Adam gazetesinde bir yazı çıkıyor. Bu yazıda herkesin yeis içinde olduğu, hatta Üstad’ın bile ümitsizliğe kapıldığı anlatılıyor. Bekir Berk hemen bir yazı yazıyor ve gazeteye gönderiyor. Yayınlanan yazıda Üstad’ın hiçbir zaman ye’se düşmediğini ifade ediyor. O gece bir rüya görüyor. Rüyada, kendisi bir yolun kenarında bekliyor. Uzaktan bir fayton geliyor ve yanında duruyor. Faytondan Üstad uzanıyor, onun omuzlarını kavrıyor ve alnından öpüyor. Tam bu sırada telefon çalıyor ve uyanıyor. Rüyası kesildiği için kızgın kızgın telefonu kaldırıyor. Telefonun öbür ucunda Sungur Abi diyor ki; “Bekir Bey, Üstadımız yanımda. Seni alnından öpüyor!”

* * *

Ramazanın son on gününde itikaf yapmalı, elden geldiğince geceleri yatmamalı ve teravihleri uzun uzun kılmalı. Üstadımız da Ramazan-ı şerifin son on gecesinde talebelerini uyarır, o mübarek zaman dilimini en iyi şekilde değerlendirmelerini istermiş.

Biz gönülden inandık mı?...

Bazı mü’minler, meydana gelen hâdiselerin şokuyla bazen kader-i ilâhîyi tenkit işmam eden düşüncelere giriyor; yakışıksız sözler söylüyorlar. Amerika’da meydana gelen 11 Eylül hâdisesinden sonra terörün Müslümanlara fatura edilmesi ve inanan herkesin maznun haline gelmesi üzerine de aynı yanlışlığa düşenler oldu. Benim saygısızlık olmasından korkarak ağzıma alamayacağım bir takım sözlerle bazı âyet ve hadis-i şerifler hakkında şüpheler dile getirildi. “Biz böyle ummuyorduk... Ümit ediyorduk ki, Müslümanlar da dünya düzeni adına söz sahibi olsun, ezilmesin... Bekliyorduk ki, sâlihlere yapılan vaadler yerini bulsun...” türünden itiraz ve şüpheler seslendirildi. Ye’s bataklığına düşüldü.

Evvela, yeis, her hayırlı işin önünde bir engel, bir mânidir. Şartlar ne olursa olsun, mü’minler ümitsizliğe düşmemelidir. Onlar bilmelidirler ki, Cenâb-ı Hakk’ın ekstra lütufları da olur. Şimdiye kadarki pek çok hayırlı ve bereketli iş, sırf bir lütf-u ilâhî olarak gerçekleşmiştir. Mü’minler kendi vazifelerini edâ ederlerse, Allah Teâlâ lütuflarını kesecek, onları yüzüstü bırakacak değildir.

Fakat bir büyük misyonun hakîkî temsilcilerine takdir edilmiş bir plaket, bir madalya ya da bir lütuf o temsilcilerden başkalarına verilmez ki. Şampiyonluk madalyası ipi ilk göğüsleyene takılır. Eğer biz hakîkî imanı elde etmiş ve imanın gereğini yerine getirmiş olsaydık, has mü’minler için takdir edilen mükâfatı elde edebilirdik. Küçük bir kısmı istisna edecek olursak, bugünün Müslümanları olarak bizler taklitte takılıp kaldık, tahkîke ulaşamadık. Pek çoğumuzda bir çeşit iman problemi var. Biraz temkinli konuşmaya çalışsam da demeden edemeyeceğim, malesef büyük bir çoğunluğun şöyle böyle, az buçuk da olsa iman problemi var. Mektepte, tekkede, medresede ve hatta Kâbe’de tavafta da olsak bazılarımızın iman problemi var.

Oysa biz bütün düşünce, söz ve tavırlarımızı Rabb’imize göre belirlemeliydik. Ona göre davranmalı; sesimizi, sözümüzü ona göre ayarlamalıydık. Onu görüyor ve duyuyor gibi yaşamalıydık. Recâizâde’nin bir yerde dediği gibi, teşbihe takılmamaya dikkat ederek, “Nerede ayakların, yüzümü süreyim!...” duygusuyla dopdolu olmalıydık. Başımız dest-i Kudret tarafından okşanıyor gibi hissetmeli, fakat teşbih ve tecsime düşme korkusuyla hislerimize hâkim olmaya çalışmalıydık. “Künh-ü Bâri, nâkâbil-i idrâktir” diyen Geothe’den daha ileri giderek, “O”nun idrak edilemeyeceğini dille beraber kalbimizle ilan etmeli; ama gönüllerimizi de bir beyt-i Hüdâ olarak, “Sahibi”nin nüzul eylemesi için daima hazır bulundurmalıydık.

Günümüzün mü’minleri tahkîki imana sahip olursa, hakîkî mü’minlere vadedilen nimetler, onlar için de geçerli olur. Yoksa, iman ve sâlih amel sırrına erememiş insanların nimet beklentileri ve ihsan ummaları sadece bir kuruntu ve ümniyeden ibaret kalır.

Biz yumurtanın içindeki civciv gibiyiz…

Bu âlemdeki durumumuz aynen yumurta içindeki civcivin hali gibi. Yumurtanın içindeki civcive “Dışarıda bir dünya var” deseniz o inanmaz, “Hadi be sen de!” der. Biz de onun gibi ahireti hesap edemiyoruz. İnsan bir bilebilse, “Bir ömür boyu dişimi sıkıp keşke daha fazlasına katlansaydım” diyecek; ama bunu ötede derse, iş işten geçmiş olacak. Burada her bir gayret, orada inkişafa vesile olur. Zaten insan burada meşru daire ile iktifa etse bir mahrumiyet yaşamış olmaz. Herkes bulunduğu konumun hakkını vermeye çalışmalı. Bütün mesele bu…

Biz, Hüsn-ü Zanna Memuruz!..

Bir mü'minin düşünce dünyasında hüsn-ü zannın yeri ne olmalıdır? Cenâb-ı Hakk'a ve insanlara karşı hüsn-ü zannın çerçevesi nasıl belirlenmelidir?

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.