Kiliseden Camiye Ayasofya

Fâtih ve fetih ordusu ilk cuma namazlarını Ayasofya’da edâ ederler.. daha sonra câmi olma yolunda evolüsyon görüyor gibi minâreleri, sağında-solundaki ilâveleri ve her yeni hükümdârın, devrinin sanat anlayışı içinde ona değişik bir boya çalmasıyla yüce mabed, şekillene şekillene bugünkü halini iktisap eder ve bugünlere gelir ulaşır...

Bağrında edâ edilen ilk cuma namazından itibâren Müslümanların gönlüne giren ve daha sonra günde beş defa onların rûhî hayatıyla bütünleşen Ayasofya, bize o kadar ısınmış bizimle o kadar içli-dışlı olmuştu ki, bir gün İstanbul’u işgal edip câmileşen bütün kilise ve manastırları eski haline çevirerek, minârelerine çan takmak isteyen "ehl-i salîbe" karşı, en yüksek ve gür sadâ onun kubbesinden taşıp Anadolu’nun dörtbir yanında yankılanmıştı. Bu manâlı ve görkemli kükreyişle milletimiz istiklâle giden yolları bulmuş ve Ayasofya da kubbesine salîb yerleştirilmeden kurtulmuştu. Kurtulmuştu ama; bugüne kadar hep rûh ve irâde nesilleriyle temsil edilen daha çok da bir "kuvve-i kutsiye" ye musahhar olan ulu ma’bed, bir zamanlar, bütün bütün maddîleşen bir dünyâdan kaçıp, manânın temsilcisi Muhammedî rûha teslim olduğu gibi, bu defa da beş asır boyunca kendisine sahip çıkanların, materyalist Batı ile zifâf sevdâsına düşmeleri karşısında câmi-kilise arası bir berzâha yuvarlanır ve bir kurtarıcı ruh beklemeye başlar... Ayasofya’yı düştüğü bu son berzâhtan kurtarıp yeni bir dirilişin Arasat’ına ulaştırmak için Hızır çeşmesinden su içmiş Hızır Çelebilere, Ulubatlı Hasan’lara, Akşemseddin’lere ve Fâtih’lere ihtiyaç var. Yani, medresenin ilim ruhuna, tekyenin gönül hayatına, kışlanın disiplinine ve bu sacayağını bütünleştirecek bir baş-yüceye ihtiyâç var...