Bir Büyülü Dünya Vardı

Pırıl pırıldı o dünya apaydın ufukları, apaydın insanlarıyla. Dört bir yandan herkes merakla ona koşar ve bir kere onun nurefşân iklimiyle tanışanlar da ülkelerini bırakır gelir, onun ovasında obasında yaşarlardı. Bu dünyada geceler meleklerin iklimi kadar nurlu, gündüzler de cennet yamaçları gibi şendi. Gam-keder iğreti dururdu gelip üzerlerine çökse de.

Sevinç-neş'e tamdı en tozlu-dumanlı durumlarda bile. Genç-ihtiyar herkesin yüzünde, gözünde parıldayan ışık, gamzeden vefa ve samimiyet sayesinde o ülkede hayat âdeta bir şölene döner ve her hâliyle ruhanîler iklimini andıran o dünyada yaşama, ütopyaları aratmazdı. Civanmertti, yiğitti insanları. Vefa soluklanırdı her bucakta. Yerde kalmazdı mazlumun ahı ve haddi bildirilirdi zalimin anında.

İnanılmaz bir incelik, bir terbiye göze çarpardı her yanda. Sıradan insanlar bile hiç mi hiç kaba davranmaz ve hep bir centilmenlik sergilerlerdi her zaman. Şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, rüzgârlar ne kadar muhalif eserse essin, onlar, asla itidali elden bırakmaz, herkesin öfke ile köpürdüğü durumlarda dahi içinde neş'et ettikleri toplumun saygı kurallarına göre hareket eder ve kat'iyen kaba davranmazlardı. Mâbed, mektep her zaman kendi mânâlarının kat kat üstünde bir ışıkla tüllenir, çarşı-pazar her yanda dolaşan enderunîleriyle bu mânâya farklı bir lezzet katardı.

Nazar mı değdi, yoksa bizde nazarlar mı sathîleşti; toplum yavaş yavaş karbonlaşmaya başladı. Zamanla içimizden bazıları ve yakınımızda bulunan bir kısım nankörler kendi değerlerini, kendi ruh ve mânâ köklerini baltalamaya durdular. Nefret ediyorlardı kendi özlerinden ve bağrında neş'et edip geliştikleri millet ruhundan. O güne kadar saygı duyduğumuz her şey horlanıyor ve yüzlerce senelik tarihî müktesebat ve millî kazanımlar değersiz bir metâ gibi sokağa fırlatılıyordu. Herkesi büyüleyen, çevremizdeki hasımlarımızı bile hayran bırakan en füsunlu yanlarımız bir kısım müstağriplerce âdeta iç bulandırıcı nesneler gibi algılanıyordu. Yer yer bizi ayakta tutan temel dinamikler bir bir budanıyor ve ruhumuza inat çöplüğe atılıyordu.

Böylece her gün biraz daha millî ruhun benzi sararıyor, tarihî renkler matlaşıyor ve milletin ufkunu her yandan korkunç bir kozmopolitlik sisi-dumanı sarıyordu. Gün geldi, çoklarının, düşünceleriyle beraber eda, endam ve üslûpları da değişti. Yüreklerindeki nurla beraber ufuklarındaki ışıklar da karardı ve her yanda fitili-yağı millet ruhundan asırlardan beri par par yanan meşaleler söndü, onların yerini içi boş kandiller aldı. Artık her yerde, ruhlarda bir gevşeme, iradelerde sendeleme ve heyecanlarda da tekleme göze çarpıyordu.

Âdeta bütün bir tarih boyu harıl harıl koşan at da, yiğit de yorgun düşmüştü. Her tarafta bir çözülme manzarası hâkimdi ve her yanda hazan ağlamaları duyuluyordu. Çevreden yükselen husumet homurtularına içte ve vesâyetteki çatlak sesler de katılınca vatan evlâdına oturup ağlamak kalıyordu. Fuzûlî'nin ifadesiyle:

"Dost bîvefa, felek bîrahm, devran bîsükûn,
Dert çok, derman yok, düşman kavî, talih (de) zebun(du)."

Her tarafta öyle bir sam yeli esiyordu ki hiç sorma..! Ne yeni nesillerde direnme gücü kalmıştı ne de hayatî müesseselerde tâkat. Peşi peşine devriliyordu mîâdı dolmuş gibi her şey.. ve anında devrilenlerin yerini bir kısım derme-çatma şeyler alıyordu. Gayrı nilüferin başında toprağa kök salıp göklere ser çeken o muhteşem ağaç çürümeye yüz tutmuştu; yenileyemiyordu kendini ve karşı koyamıyordu içten-dıştan bünyesini kemiren parazitlere. Koyamazdı da, yorgundu, sarsıktı ve üzerine baltalarla gelenlerin haddi hesabı yoktu. Bin senelik bir hınçla geliyorlardı üzerine.. kesip biçiyorlardı keyiflerince. Dilim dilim koparıyor ve paylaşıyorlardı aralarında. "Evvelâ başı" deyip onu koparıyor, sonra göğsünü yarıp kalbini çıkarıyor; ardından kolunu-kanadını buduyor; bilmem kaç kere öfkeyle homurdanıyor ve dinme bilmeyen bir gayz ve hınçla gelip gelip bu enkaz üzerine çullanıyorlardı. Hakkından gelindiğine inandıkları zaman bile bir türlü yakasını bırakmıyor; dirilir, kalkar, bütün oyunlarımızı bozar vehmiyle başında nöbet tutarcasına onu sürekli göz altında bulunduruyorlardı.

Bununla da yetinmiyor, bölgede onun şuuraltı müktesebatına karşı savaş ilan ediyor, onu hafızalardan silmek ve herkese unutturmak istiyorlardı. Onun hatırlanması, şöyle-böyle zihinlerde yeniden canlanması korkutuyordu evhamzedeleri, paranoyakları. Ona karşı hayallerinde oluşturdukları ürperten kurgular aslında onların uykularını kaçırıyor ve hayatı onlar için yaşanmaz hâle getiriyordu.

Ama yıkan için de, yıkılan için de olan olmuş ve dünyanın en önemli bir denge unsuru yerle bir edilmişti. Ne var ki, kin, nefret ve gaflet öylesine derindi ki, kimse bölgede huzur bendinin yıkıldığının farkında değildi. O gün olup bitenler, bugünleri gören vicdan insanlarının sinelerine birer zıpkın gibi saplanıyordu ama onların da yapacakları fazla bir şey yoktu…

Artık bir zamanlar o taptaze, o olabildiğine canlı ve huzur edalı olan mübarek ruhun ne rengi ne deseni ne de ümit vaadeden bir yanı kalmıştı. Yerle bir olmuş ve İsrafil sûru bekler gibi bir hâli vardı. Böyle bir sûr olur muydu ve o dirilir miydi, bilemem. Bizim ölüden diri, diriden ölü çıkarılacağı konusunda itikadımız tamdı; ama görünen o ki artık asırlarca bölgede muvazene unsuru olan o ruh ve onun çelik iradeli temsilcisi hiçbir mazluma kanat geremeyecek, hiçbir düşkünün elinden tutamayacak, hiçbir azgına dur diyemeyecek, hiçbir felaketi göğüsleyemeyecek, hiçbir çığlığa cevap veremeyecek ve hele kat'iyen "Ben de varım!" diyemeyecekti.. dolayısıyla da gayrı hiç kimse merak edip bu efsanevî ruhu görmek için bölgeye gelmeyecek, kimse bu dünyadan huzur iklimi diye bahsetmeyecekti; zira orada görülen bütün tatlı rüyalar sona ermiş, emeller dibe vurmuş, gürül gürül olduğu döneme ait sesler kesilmiş, mehter susmuş, kös de rafa kaldırılmıştı... Gurbet derindi, dönüşü olabilir miydi bilinemezdi ama hasımların, onun hakkından gelmiş ve onu bütün bütün bitirmiş gibi bir hâlleri vardı.

İşi bitirilen ve sonra da derin bir çukura itilen, şair-i şehîrimizin hüzünlü kaleminden damlayan iki kızanla bir zeybek değildi. Önce kıyılan sonra da kıyım kıyım hâle getirilen bölgede muvazene unsuru bir ruh ve Asyalı bir yiğitti; evet,

Bir yiğit vardı, gömdüler şu karşı bayıra...
Arkadan kefenini, gömleğini soydular.
"Aman kalkar!" deyip üstüne taşlar koydular,
Bir yiğit vardı, gömdüler şu karşı bayıra.

Yiğidim, hele anlatıver olup biteni!
Sen dertli, vatan dertli, oturup ağlayalım...
Ağlayıp da sinelerimizi dağlayalım,
Yiğidim, hele anlatıver olup biteni!
.................................
İradelerde çatırtı, ruhlarda müthiş şok,
Tarihi yağmaladı bir düzine tâli'siz;
Değerler altüst oldu, mukaddesat sahipsiz,
İradelerde çatırtı, ruhlarda müthiş şok.

Tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril, gel!
Beyaz atının üzerinde bir sabah erken;
Gözlerim kapalı, ruhumda seni süzerken
Tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril, gel!

Ümit ve beklentilerimizin rengi, şivesi ne olursa olsun, yıkık bir rüyaya dönmüş o altın çağların ruhumda birer hicrana dönüşen elemini dindirmede zorlanıyor ve yer yer gözyaşlarımla serinlemeye çalışıyorum. Sağda-solda şafak emareleri arıyor, iç içe hatıralara inkılâp etmiş hülyalar içinde dolaşıyor ve tam bir çerçeveye oturtamadığım, belki de sığdıramadığım o tasavvurları aşkın pırıl pırıl çağları ciddî bir dâüssıla ile bir kere daha yâd ediyor ve inliyorum. Hâdiselerin daha bir karmaşıklaştığı ve her şeyin boz bulanık bir hâl aldığı şu günlerde bazen bütün bütün mazileşiyor, aydınlık günlerimize yöneliyor, onların üzerine abanıyor ve yaralı gönlümü yaşaran gözlerimle nefeslendirerek "Meğer ne âlî bir milletmişiz!" diyor, yüzümü, gözümü o muhteşem köke sürer gibi bir hülyaya dalıyorum.

Sızıntı, Ocak 2005, Cilt 26, Sayı 312

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.