Terkedenler Terkedilirler

Aşağıda Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 26 Kasım 2007 tarihli "Terkedenler Terkedilirler" başlıklı sohbetinin çözümünü okuyacaksınız.

Soru: Bir Cuma günü Rasûl-ü Ekrem (sallalahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in hutbe verdiği esnada, bir ticaret kervanının sesini işiten bazı sahabîlerin hutbeyi terkedip alış-verişe gitmeleri üzerine Cuma Suresi'nin son ayet-i kerimesinin nazil olduğu rivayet ediliyor. Bu ayet-i kerime sadece Cuma günüyle ve o hadiseyle mi alâkalıdır; yoksa bize anlattığı hususlar da var mıdır?

Cuma günü gibi önemli bir günde haftada bir kere olduğu için farzlar üstü bir farz sayılır Cuma namazı. Öyle büyük bir farzdır ki öğle namazının farzı, onun devreye girmesiyle düşüyor. Yani bir farz başka bir farzı düşürüyorsa; düşüren onun üstünde demektir, düşen de onun altında demektir.

Efendimiz (sallalahu aleyhi ve sellem) hutbe irad buyururken bir ticaret kervanının geldiğini duyanlar ayrılıp gidenleri var. Gidenler söylenmiyor da mescitte kalan bazı insanlardan bahsediliyor Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali Efendimiz gibi o türden o kategoriden insanlar var. Efendimiz'in (sallalahu aleyhi ve sellem)  mübarek sohbetini, onun konuşmasını soluklarını her şeye tercih eden insanlar orada kalıyorlar.

Fakat bir kısım kimseler henüz bazı şeyler gönüllerine oturmamış olacak ki içinde eşref saati olan öyle mübarek bir günde belki eşref saatinin ayrı bir derinlik halinde yaşandığı bir anda mescidi terk ediyorlar.

Henüz o ufkun ne ifade ettiğini sindirememişler belki. Dolayısıyla dıştan gelen bir ticaret kervanı onların dikkatin çekiyor. O günde büyük ölçüde kervan ticaretiyle geçiniyorlardı. Benim söylediğim şeyler onlara makul mazeret gösterilebilecek şeyler.

Avukatları olmadığım halde onlar hakkında suizanna badi olmamak için, beni mesul edeceğinden bu kadar söyleyebilirim. İşte bu türlü çıkışlarla hususi düşüncelerimi arzediyorum. O günün kadrini kıymetini henüz tam hazmedememişler. O hutbenin ne manaya geldiğini belki henüz kavrayamamışlar. Kavradıkları zaman zaten bırakmayacaklardı. Teşyi emirleri henüz yeni iniyor. Bazı şeyler hakkında çok ciddi bilgileri yoktu.

Cuma Suresi'nin son üç ayette bu olay anlatılır.

  • Ya eyyuhelleziyne amenu iza nudiye lissalati min yevmilcumu'ati fes'av ila zikrillahi ve zerulbey'a zalikum hayrun lekum in kuntum ta'lemune. (Ey iman edenler! Cuma namazına ezan ile çağırıldığınız zaman derhal Allah'ı zikretmeye (hutbe ve namaza) gidin, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.)
  • Feiza kudiyetissalatu fenteşiru fiyl'ardi vebteğu min fadlillahi vezkurullahe kesiyren le'allekum tuflihune. (Namaz tamamlanınca yeryüzüne yayılın, işinize gücünüze gidin, Allah'ın lütfundan nasibinizi arayın. Felaha ermenizi ümid ederek Allah'ı çok zikrediniz.)
  • Ve iza reev ticareten ev lehveninfaddu ileyha ve terekuke kaimen kul ma 'indallahi hayrun millehvi ve minetticareti vallahu hayrurrazikiyne.( Onlar bir ticaret veya bir eğlence görünce oraya doğru sökün edip, seni hutbe verirken ayakta bırakıverdiler. De ki: Allah'ın nezdinde âhirette olan nasip, buradaki eğlenceden ve ticaretten elbette daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.)

Bir ticaret veya eğlence görünce hemen ona dökülüverirler, üşüşüverirler diyor. Yani Allah'a kulluk her şeyden hayırlıdır. Dünya hayatı bir lehvi rayihtır. Belki Kur'an-ı Kerim'de on yerde söyleniyor. Bazen levhu ile anılıyor. Orada siyak ve sibak itibarıyla levhe kaymalar olduğundan levh bazen oynamak oyuncak olarak öne geçiyor. Orada da esas, siyak ve insibak itibarıyla oyun mevzuu esas teşkil ettiğinden dolayı Kur'an-ı Kerim'de seçtiği kelimeleri ona göre seçiyor. Ondan daha hayırlıdır deniliyor. Bu hususlarla alakalı emirler şerefsudur olmadığından ve nüzul olmadığından dolayı bilmeyebilirler. Dolayısıyla hayatlarını Medine-i Münevvere'de geçirmişler. Zamanında Mekke'de yaptığı işler ticaretti, o yüzden hemen kalkıp o ticarete koşuyorlar.

Bir yönüyle başkaları almadan, (henüz mal alıp stok yapmak dindeki adı istihkar ile ilgili o mevzudaki ayetler henüz inmemiş) gidip alalım, stok yaparız sonra satar geçiniriz gibi o günkü durumları itibarıyla meşru sayabileceğimiz bir his ve mülahazayla hareket ediyorlar.

Efendimiz'i (sas) minberde bırakıp gitmeleri kalan bir sürü insan olmakla birlikte O'na epey dokunacak bir şey ki, hem Kalb-i paki Nebevi'yi taltif adına hem de onlara o mevzuyu takip adına takınılan tavrı hatırlatma adına Kur'an-ı Kerim'in o ayeti nazil oluyor. Ve iza reev ticareten ev lehveninfaddu ileyha ve terekuke kaimen kul ma 'indallahi hayrun millehvi ve minetticare.

De ki: Allah'ın nezdinde olan şeyler ne ise onu söylemiyor. Cuma namazı içinde eşref saati avlama, Efendimiz'in (sas) hutbede attığı o ağla gelecek şeyi avlama.  Cuma namazında neler avlanmaz ki. Onu avlama bunlardan daha hayırldır. İnsanın çok sürpriz şeylerle karşılaşması kuvvetle ihtimal dahilindedir.

Vallahü Hayrürrazikıyn. Siz böyle ticarete alışverişe belki stoğa istihkara filan koşuyorsunuz ama esas Allah (cc) rızık verenlerin en hayırlısıdır. Esas rızık veren O'dur.

Bu türlü şeylerde öyle hayır kelimesine ahyer kelimesine veya ismi tafdil ifade eden şeyleri hasretme manasına kullanmak daha uygun olur. Rızk veren yalnız ve yalnız Allah'tır. Ve diğerlerinin hayrı yoktur. Hayırsız bir işe koşuyorsunuz demektir.

Şimdi o günkü cereyan eden hadisenin özü esası delalet ettiği şey sebeb-i nüzul da o. Efendimiz (sas) orada kendisinden şerefsudur olan bir hadisi şerifte "Şu mescidi Nebevide kalan insanlar da kalmasaydı vadiler ateş olurdu" diyor.

Şimdi ben evvela onlar için mazeret teşkil edebilecek şeyleri söyledim. Ama sahabi bile yapsa İnsanlığın İftihar Tablosuna karşı öyle bir şeyi müsadenizle hazmedemediğimi de ifade etmeliyim. Evet, canlar kurban edilmeli O'na. O bırakıp gidilmemeli, o nerede duruyorsa, gidip orada durmalı, insanlar onu hiç bir yerde yalnız bırakmamalı. Ve öyle buyuruyor "dereler ateş olur, ateşle çağlardı".

Demek o da Allah'ın bir rahmeti oluyor, kalanlar da Allah'ın iradesiyle kalıyorlar. Allah onları koruyup kolluyor, bir gazab-ı İlahiye'ye düçar olmamaları için. Demek ki onların o tavırlarında bilmemezlik var, henüz o meseleyi bilemiyorlar. Onun için o mazeret teşkil ediyor ki Cenabı Hak onları durduruyor ve onlara azap etmiyor. Meseleye öyle bakabilirsiniz.

Gelelim Günümüze

Şimdi o Cuma içinde bir hutbede adamların kalkıp gitmesi çok önemli bir hadise. Gazab-ı İlahiye'yi davetiye gibi bir şey. Ona iştirak de Rahmet-i İlahiye'ye iştirak gibi bir şey. Ama o meselenin aslı iştirak yani. Fakat ondan sonra o çerçevede cereyan eden hadiselere gelince onlar da onun bir izdüşümü. Yani derecesine göre onlarda da aynı şey olabilir.

Yani bir yerde Allah Celle Celalühü anılıyor. Sohbet-i Canan oluyor. İşte onu bırakıp eğlenceye gitme -şu sohbeti keselim de burada bir film seyredelim falan deme- gibi şeyler aynı şeylerdir. Gidip bir yerde ders yapacağına orada eğlenmeye gitme. Lafı güzafla vakit geçirmeye gitme. Bütün bunlar derecesine göre o asla bağlı olarak bir yönüyle belki o işin gölgesi gibi cereyan eder. Dolayısıyla o itapdan zılliyet planında derslerini alırlar. O gibi şeylerin de mutlaka bir yeri vardır. Pikniğin de bir yeri vardır yani. Ama biz nereye gidersek gidelim Cennette bile o türlü şeyler varsa orada kendi meselelerimizi müzakere ederiz.

Zannediyorum orada da en lezzetli şeyler, en zevkli şeyler Cennet nimetlerinin en üstünde Zat-ı Uluhiyyet'ten bahistir. O'nun evsaf-ı Sübhanisinden Esma-i Hünsasından, O'nun Şuunat-ı Rububiyetinden bahistir. En lezzetli şey de odur.

Bu açıdan orada da mülahazalarımız o olacaktır. Orada mülahazalarımızın o olmasının yolu buradan geçer.  Yani burada nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz. Nasıl dirilirseniz Cennette o türlü şeylerle serfiraz olursunuz. Bu açıdan lehviyata karşı kararlı bir duruş sergilemeliyiz. Her şeyimiz ciddiyete matuf olmalı, yaptığımız herşey ahiret hesabına Rabbimizin namına, Efendimiz hesabına bir şey ifade etmeli. Bize bir şey getirmeli.

Biz bu işi yapıyoruz acaba bu işin geriye dönüşü nasıl olur? Gittik şurada hopladık zıpladık bunun ne türlü bir geriye dönüşü olur ki demeliyiz. Ama bir de şurada huzurlu namaz kıldık, rüku yudumladık, secdeyle yutkunup durduk, evrad ü ezkar okuduk, Kulub-ud Daria tilavet ettik ve başkalarına da tilavet ettirdik, orada Allah'ın karşısında ellerimizi açtık ellerimizin içi karıncalanacağı ana kadar Rabbimize tazarru ve niyazda bulunduk, avuçlarımızın içine bir şey geldiğini duyuyor gibi olduk. Ellerimizi bir türlü indirmek istemedik. Bu mu yoksa o eğlence mi? Tercihte bulunmak lazım.

Yaptığımız İşi Partal Haline Getirmeyelim

Yoksa hafizanallah bir an evvel şu işi bir eda edelim, aradan çıkaralım bundan sıyırılalım da işimize bakalım gibi mülahazalarla yapılan şeyler o işi partal görme demektir. Bir an evvel eda edip o işi bir yere atma demektir. Oysaki bizden istenen ikamettir, onu hakkıyla yerine getirmedir.

Boyuna posuna göre onun resmini yapmak, ortaya koymak demektir. O ibadet ü taatın namazın kendine mahsus edası ve endamıyla orada resmedilmesi demektir. Namaz derken yani Allah nezdinde ne anlaşılıyorsa onu kastediyorum. Onun manası şudur:. Acaba bizim o namazımıza Allah'tan rahmet yağıyor mu? Melekler ağızlarını açıyorlar hep istiğfarda bulunuyorlar. Acaba o namaz bizim için vesile-i istiğfar oluyor mu? Ve bizim gönlümüzde hep dua heyecanıyla çarpıp duruyor mu? Acaba o dua heyecanı var mı bize. Salatın manasında bunlar var. Namaz kıldığımızda onu duyuyor muyuz acaba?

Keşke şu imam rükuda bir miktar daha dursaydı yani ne olurdu. 30 defa Rabbena lekel hamd deseydik. Hamden kesiran tayyiben mübareken ve lekel hamd minel ardı ve minessemavat ve minelarzd desek ne olurdu… İçinden geçireceksin. Allah'ım gökler ve yerler dolusu ve ötesinde senin bildiğin kadar sana hamdü sena olsun. Vallahi bunlar da sana azdır. Senin nimetlerin karşısında bunlar da azdır.

Bunları mülahazaya alıp orada heyecanla gerilme ve çok ciddi bir metafizik gerilim içine girme. Öyle bir gerilim içine girme ki; Cennet cismaniyet alemi itibariyle tecessüm etse onu yerinden koparıp bu dünyaya getirecek kadar bir güce ulaşma. Öbür türlüsü "aradan çıkarma" mülahazasıdır.

Evet ikame diyor Kur'an-ı Kerim. Yani o nura dilbeste olan o Mişkat-i İlahiye'ye o şem'aya koşan pervane olan insanlar "Ricalül la tülhihim ticaratüv ve la bey'un an zikrillahi ve ikamis salati ve itaiz zekati yehafune yevmen tetekallebü fihil kulubü vel ebsar - Oralarda, sabah akşam O'nun şanını yücelterek tenzih eden öyle yiğitler vardır ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, namazı hakkıyla ikâme etmekten, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar kalplerin ve gözlerin dehşetten halden hale döneceği, alt üst olacağı bir günden endişe ederler." (Nur, 24/37)

Öyle erkek oğlu erkeklerdir ki yüreklidir onlar. Duruşları sağlam, çok sağlam dururlar. Allah'ı anmaktan yad etmekten dört bir yana onu duyurmaktan ticaretten alışverişten alıkoymaz diyor.  Demek ki ticaret yapmaları mani değil. Hayatlarının önemli bölümlerini ve güçlerini büyük ölçüde o işe sarfederler, ticaretlerine de ayrı bereket getirir. Ve ikamüssaleti ve namazı ikame etmeden adabı erkanıyla hudu ve huşuyla huzuruyla Allah huzurunda duruyor olma şuuruyla namazı yerine getirirler.

"Ve ikamis salati ve itaiz zekati yehafune yevmen tetekallebü fihil kulubü vel ebsar." Onların derdi esasen Allah huzurunda durdukları zaman kalplerin ve gözlerin döneceği o andır. Işte tir tir titrerler o an. Ondan dolayı onlar zırhlar hazırlarlar, seralar hazırlar siyanet yeri hazırlar ve oraya sığınırlar diyor orada.

Sonra da "Li yecziyehümüllahü ahsene ma amilu ve yezidehüm min fadlih vallahü yerzüku mey yeşaü bi ğayri hisab" (Nur Süres, 24/38) Allah Teâlâ onlara yaptıklarına karşılık en güzel mükâfatı verecek, onların mükâfatlarını kendi lütfundan artıracaktır. Allah dilediği kimseyi hesapsız rızıklandırır) Allah dilediğine hesapsız rızık verir diyor.

Ben şimdiye kadar 100 tane belki tecrübemle gördüm orada esas durması gereken yerde dik durmayan insanlar başka şeylere temayül eden insanlar evvelen de bizzat mesele haline getiren maksudun bizzat iş haline getirip dünyayı layü lehviyyi ticareti hayatının gayesi haline getirirler.

Hayatının büyük ölçüde onlara bağlı götüren insanlar o işte de çok başarılı olmadılar. Ömür boyu koştular, hayatları öbür tarafa temayül etti, fakat çoklarını da Allah bu mevzuda tokatlıyor. Bu o dünyevi mamelekin memnu olduğuna delalet etmez. Fakat orada yanlış tercihte bulunuyorlar. Öncelik hakkı neyin, onlar neye öncelik hakkını veriyorlar.

Dünyanın Mahiyeti

Sahibi şeriat dünyaya "cife" demiş. Cife olduğunda da şüphe yok. Alem-i misalde de cifedir. Bir insan rüyasında görse ki üzerine pislik sıçradı -bağışlayın özür dilerim- görse ki kanalizasyona girdi, ihtiyaç yerinde etrafı pisledi ona dünya malı isabet edecek demektir.

Tabir adına bir şey söylüyorum. Çünkü dünya alem-i misalde berzah alemi itibariyle pislik şeklinde temessül eder. Onun için Sahib-i şeriat "ed-dünya cifetün ve tevalibuha kilabun" diyor. Ölesiye onun arkasına düşen ve onun arkasında koşturanlar da "şeylerdir" diyor. Ben o kelimenin Türkçesini söylemiyorum. Ama o bütün bütün atılacak bir şey midir? Hayır, mü'min basiretiyle onu gübreye çevirecek halde görebilir. Ahiret hesabına onu tarlaya saçar, toprağa emanet eder.

Toprak, bizim mayemizdir, bu eşref-i mahluk o toprağın bağrından çıkmıştır. Âdem Nebi, o toprağın bağrından çıkmıştır. Ve hala biz o toprağın bağrından çıkan şeylerle besleniyoruz. Toprak öyle bir şeydir ki gül bitirir, içine atılan o gübreyi bile kendisinde kuvve-i inbatiye unsuru haline getirir, bu açıdan da dünyayı ahirete çevirirler onlar.

Niye yani bu şekilde gübre gibi kabul etmiyorsunuz. Bakın bu tamamen atma diye bir şey değildir. Hazreti Üstad da ifade ederken orada diyor ki; "dünyanın üç yüzü vardır, bir yüzüyle Esma-i İlahiye'ye bakar. Aşığıyız biz onun  o mevzuda yazılan şeylere, bakabilirsiniz biliyorsunuz siz. Gülden çiçeğe koşar onu koklar onda da sen varsın senin kokuların var bunda der. Toprağa yüzünü sürer orada. Ben senden çıktım der, sen benim anamsın der, sen gül bitiriyorsun der.

Hazreti Muhyiddin'in ifadesiyle daha farklı diyor ki varlık esasen tecellilerin muttasıl kareleri şeklinde ondan ibarettir diyor. Fakat onlar çok daha hızlı cereyan ettiğinden dolayı biz onları devam eden hadiseler gibi görüyoruz diyor.

Aslında inkitalar var, onlar da kare kare geliyor ve ondan geliyor. Bu yönüyle o dünya sevilir. Bir diğer yönüyle de ahiretin mezrasıdır. Bu dünya olmasaydı ahirete gidilmezdi. Burada ekeceksin orada biçeceksin. Sahib-i şeriat bir hadisinde şöyle diyor; "Eddünya mezraatül Ahire=Dünya, Ahiretin tarlasıdır." diye buyuruyor.

Bu yönüyle de o sevilir. Bakın atmıyoruz onu. Bir de dünya, dünya cihetiyle insanların cismaniyetine, hayvaniyetine, nefsaniyetine yiyip içmesine, eğlenmesine zevk ü sefa etmesine, ölesiye insanın koşturmasına ibadet ü taatten almasına bağlı bir yanı vardır ki işte o yönüyle o cifedir.

Tebliğ ve Temsilde Vazife Şuuru

Soru: İrşad ve tebliğin sadece temsil ve halle yapılabildiği yerlerdeki arkadaşlarımız, belli bir süre beraber oldukları kimselerin hâlâ hidayeti bulamadıklarını görünce kendilerinde bir arıza olduğunu düşünüp emaneti başkalarına teslim etmeyi arzuluyorlar. Onlarda, "Olmadı, olmuyor!.." duygusu ağır basıyor. Bu türlü insanların hallerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Böyle bir düşünce bir yönüyle takdirle değerlendirilebilir. İrşatta, tebliğde bulunuyor ama sözümüzü geçiremiyoruz, sözlerimiz ma'kes bulmuyor. Bir insan kendisiyle yüzleşiyor, kendisini sorguluyor. Ben samimi olsaydım kendi hakkımda böyle düşünebilirdim. İhlaslı olsaydım kendilerine dünden bugüne hakikatleri anlattığım insanlarda da o aynı şekilde ma'kes bulurdu. Bu mesele ayrı bir meseledir.

Söylediğim sözleri ben içimin derinliklerinde duymalıyım. Bunlar benim tabiatıma mâl olmalıydı. Müessiriyet ancak oradadır. Kur'an-ı Kerim "Yâ eyyühellezine amenu lime tekulune mâla tef'alun - Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylersiniz?" (Saf Suresi, 61/2) diyor.

Demek ki ben yapmadığım, etmediğim şeyleri söylemişim. Dolayısıyla havada kalmış. Temsil bile olsa temsilde de iradilik, göstermelik ortaya koyma mevzuu yine ruhsuz olduğundan dolayı, bir kalıp olduğundan dolayı ve bir formaliteden ibaret olduğundan dolayı müessiriyeti olmayabilir.

Bir insan bunları düşünerek kendisini sorgulayabilir. Kendisiyle yaka paça olabilir. Debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi kendisini yerden yere vurabilir. Onu takdirle karşılarım.

Fakat hiçbir zaman insanın kendisini bu ölçüde sorgulaması, "sözlerim müessir olmuyor, demek ki ben ihlassızım, ihlasım olsaydı temsilim olacaktı, temsilim yürekten olsaydı tesir edecekti" etmediğine göre onu takdirle karşılarız ama insanın böyle düşünmesi, vazifesini terk edip bırakması, onu başkasına havale etmesini gerektirmez.

Ne Yapılması Lazım?

Bir taraftan bu konuda samimi olmaya gayret edecek, diğer taraftan da vazifeyi devam ettireceğiz. "Lime tekulune mâla tef'alûn" cümlesini anlarken şöyle anlamak lazım. "Yani madem söylediğiniz şeyleri yapmıyorsunuz, o zaman bunları söylemeyin." demek değildir. "Hayır, madem söylüyorsunuz, bari o söylediğiniz şeyleri yapın." demektir.

Bu açıdan bugüne kadar ben tesir edemedimse, dediğim şeyler ruhlarda ma'kes bulmadıysa bir eksiğim var demektir. Acaba ne? Ben onu gidermeye çalışmalıyım. Bu kutsi vazifeyi başkasına havale etmeyeyim, gücüm yettiği ölçüde yine bunu yapmaya çalışmalıyım demelidir, eksiğini gediğini gidermeye çalışmalıdır bir insan.

Hafizanallah bir yerden vazifesini terk edip ayrılsa günahkar olur, günaha girmiş olur. Eksiği gediği varsa insan, onu telafi etmeye çalışmalıdır. Bu onun şahsına ait bir şeydir. Herhangi bir arkadaş kendi adına bir şey düşünürken eksiğine gediğine eğilerek onları gidermeye çalışmalıdır.

Hiç kimse bulunduğu yeri bırakıp kaçmamalıdır. Yani aşk şevk ve iştiyak-ı ilahi ile Cenabı Hakk'a bir an evvel kavuşma durumunda olmalıyız. Çünkü önümüzde hala bir sürü yapılacak bir yığın iş varsa, hafizanallah düşme ve sürçme ihtimali var.

İnsan namaz kılarken, secdeye kapanırken ruhunu Allah'a teslim etmesi çok önemlidir. İstiğfar edip yatağa yattığı zaman sabaha kadar Allah'a yürümüş olması çok önemli şeylerdir. Fakat bunlarda bile yukarıdan izin gelmeden doğrudan doğruya öyle bir şeye teşebbüs etmek, "Allah canımı alsın, ne olur bir an evvel öleyim" gibi sözler Gayretullah'a dokunur.

Terhis Zamanı Gelmeden Olmaz

Yani bizler terhis ve bir yerden çekiliş zamanını belirleyemeyiz. Hayatta kaldığımız sürece de vazifemiz devam eder. Sabır kategorileri içinde iştiyakla yanar tutuşuruz. Sabır telakkimiz de odur. Cenabı Hakk'a mülaki olma (kavuşma) aşk u iştiyakıyla yanıp tutuştuğu halde hep böyle gözlerini açıp kapayarak "ne zaman, ne zaman" diyecek, "meta lika meta lika" diyecek fakat öbür taraftan da "Madem sen benim burada ocaklar gibi yanıp tutuşmamı takdir buyurmuşsun, Sen'in üstünde benim önceliğim olamaz ki. Kendime ve kendi arzularıma rağmen yaşıyorum bu hayatı. Emre ve fermana itaatteki inceliği kavrama ve ona iki büklüm münkad olma çok önemlidir.

Bize Düşen Tebliğ Etmektir

Bu açıdan da "tesir edemedim" demek bize düşmez. Tesir etmek senin vazifen değil ki. En müessir olan Peygamber Efendimiz'e (sav) diyor ki "İnneke la tehdi men ahbebte ve lakinnellahe yehdi mey yeşa' ve hüve a'lemü bil mühtedin - Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, Allah dilediğine hidayet eder, sen hidayet edemezsin" (Kasas, 28/56) diyor.

Yani Nebi'ye düşen sadece tebliğ, "Vemâ aler-Rasûlü illel-belâğ - Resûle düşen (vazife), ancak tebliğ etmektir" (Maide, 5/99) diyor. Öyleyse yine Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle "Ve ma aleyna illel belağul mübin - Bize düşen şey tebliğ etmektir" (Yasin, 36/17). Vazifemizi yapmalıyız. Ama orada onun bir kısım aksesuarı var, dış argümanları var. Onları yerine getirmede dişimizi sıkar ciddi gayret ederiz.

Acaba temsilde ne kusurumuz var? Bundan dolayı Allah bir tesir yaratmıyorsa şayet kendimize iyi bir çekidüzen vermemiz lazım derim. Fakat hiçbir şey insanı bulunduğu yeri terk edip gitmesine mazeret teşkil etmez. Hazreti Pîr buyuruyor ki –Allah ondan ebeden razı olsun– öyle peygamber var ki hiçbir ümmeti olmamış, bazı peygamberler var ki bir tane inanan çıkmış, bazıları da var ki iki tane, beş tane, on tane inanan çıkmış.

Fakat onlar yine de bu vazifelerinden dolayı Peygamberlik payesinin yüksek sevabını alıyorlar, bundan mahrum edilmiyorlar. Ve o peygamberler vazifelerinden geri durmamışlar. Kendilerine bir tek iktida eden insanın vasıtasıyla başka insanlar da imana erse böylece zincirleme hepsinin işlediği sevaplar o peygamberlerin hasenat defterlerine işleniyor. Es sebebü kel fail "Sebep olan yapan gibidir" sırrınca hepsinin kazandığı hasenat onun defterine de işleniyor.

Öbür taraftan niyetiyle sevap kazanıyor. Diyor ki ben burada tek başıma da olsam –Süleyman Nazif'in ifadesiyle– "Bu ümit benimle olduğu sürece üç yüz sene de olsa, beş yüz sene de olsa beklerim. Ya Rabbi seni anlatmak için didindim ama inanmadılar. Sen beni beş yüz sene daha yaşatsan yine aynı şeyi söyler, insanlara seni anlatırım." İster inansınlar, ister inanmasınlar, ben onu yerine getirmeye çalışırım." İşte gerçek kulluk bu espri içinde aranmaya çalışılmalı.

Onun için kimse kırılarak öyle kenara çekilmeyi düşünmemeli, işi başkasına devretme mülahazası içinde olmamalı. Hakperest bir davranışmış gibi görünüyor ama şeytanın hilesi bütün bunlar. Bazen hakperestmiş gibi gösterir ve seni o açığından vurur. Vurulmamak için emre itaatteki inceliği anlayıp yerinde durup kalman gerekir.

Günah, günahtır. Tesirsizlik ayrı bir eksikliktir. Fakat vazifeyi terk etmek, onlardan daha büyük bir günahtır.

Öncelik veya Gündelik

Soru: Gecelerimizi ihya ederken birkaç cüz Kur'an okuma, kaza namazı kılma, teheccüdü eda etme, tesbih çekme, uzunca dua ve niyazda bulunma gibi farklı pek çok şeyi yapmak istiyoruz ama zaman sınırlı olduğu için bunların hepsini yetiştiremiyoruz. Bunlar arasında yapılacak tercih, kişinin kendi ihtiyaç ve isteğine mi bırakılmalı; yoksa, tavsiye edilen bir formül veya bir öncelik sırası var mıdır?

Şimdi "öncelik" mevzuunda neler yapılması gerekiyorsa onlar önemlidir. Rıza-i İlahi'nin tahsili, i'layı kelimetullah vazifesi gaye ölçüsünde bir vazifedir. Onun önüne hiçbir şey geçemez. Dolayısıyla o yolda yapılması gereken müzakereler, muhavereler, mütevelli toplantıları, istişareler önemli bir gaye uğrunda yapılan şeylerdir ki o gaye ne kadar önemliyse Allah celle celalühü bu şeylere de o kadar sevap ihsan eder. Bunların hepsi önemlidir, fakat orada bizim seçeceğimiz şeyler vardır. Mesela i'layı kelimetullah ile alakalı mutlaka bir şeyler yapmalıyız ama her şeyi ona bağlarsak bazı şeyler aksayabilir. İ'layı kelimetullah yapayım derken namaz aradan çıkarılması gereken bir husus haline getirilmemeli. Ciddi üzerinde durulmalı.

İşi şuraya getirmek istiyorum. Mesela ömür boyu namaz kılmışsınızdır. 12-13 yaşında rüşde erdiğinizde namazın farz olduğu günden beri namaz kılmanız gerekir. Kılmadınızsa kaza etmeniz gerekir. Ne kadar kılmadıysanız onu kaza edersiniz.

İkinci bir husus, namazlarınızda temizliği dikkat ettiniz mi, istibra ve çamaşırınızın temizliğinde titiz davrandınız mı? Yoksa ulu orta farkına varmadan kirli kirli namaz kılmış olabilirsiniz. Muktezayı beşeriyettir bu. Dolayısıyla bunlara dikkat etmediyseniz namazınız arızalanmış demektir. İhtiyaten kaza edilmesi lazım. Bazıları ömür boyu kıldıkları namazları kaza etmişler, elli yaşına gelmelerine rağmen o güne kadar kıldıkları namazları kaza etmişlerdir.

Mukarrebin misali kişiler de namazın rükünlarında bir derinlik duyamamışlarsa onları da kaza etmişlerdir. Namazın secdesini, rükuunu, tekbirini yeniden duyarak kaza etmişlerdir. Yani okuduğun her şeyi, elhamdülillahtan tahiyyata varıncaya kadar bütün kelimeleri duyacaksın, onunla içli dışlı olacak ve derinleşeceksin. "Elhamdülilah" dediğinde bu kelimeler senin sinene mızrabın tele dokunduğu gibi gelip dokunacak. Bu da Allah'a yakın olan mukarrabinin namazı. Namazın her parçasını duyarak kılmamışsa ben bunu bir daha kılmam lazım diyor. Şimdi bunlar çok önemlidir.

Zaman Tanzimi

Bu konuda hayatımızı bir takvim ve tanzime bağlama lüzumu vardır. Namazı, dışındaki ve içindeki şartlarına riayet ederek hakkınca kılamadım deyip yeniden onu kaza etmek için vakit ayırmak lazım. Namazın huduu, huşuu ve haşyetini yerine getirmek lazım. "Kad eflahal mü'minun, ellezinehum fi salatihim haşiun" (Mü'minun, 23/1-2) Namazda huşu içinde olan mü'minler kurtuldu diyor.

Burada mefhum-u muhalifiyle söylemek gerekirse Allah'a karşı haşyet duyulmadan kılınan namaz, namazdan sayılmıyor demektir. Allah buna teminat veriyor, "Onlar kurtuldu" diyor. Şimdi buna göre herkes kendi idrak ve şuuruna göre "şunlar şunlar olmadı" dediğimiz şeyler varsa onları yeniden ikame edeceğiz demektir.

İ'layı kelimetullah'ın yanında hergün buna bir vakit ayırmak lazımdır. Bir günlük namazı kaza edecek kadar bir vakit ayırmak, eksiğimizi gediğimizi kapatmak açısından en azından iki günde bir bunu yapmak lazım. Yaşlanmış, yaşı kemale ermiş, bugün yarın ölecek. Varsa geçmiş ve şüphe ettikleri namazlarını fazla vakit kaybetmeden yeniden kılmaları lazım. Ancak herkes kıldığı namazdan da şüphe duyacak diye bir şey demiyorum. Arzettiğim çerçevede gönüllerine göre o vazifeyi tam eda edememişlerse yeniden "vira bismillah" diyerek tam edaya niyet ederek kolları sıvamaları gerekir.

Dua Önemli

Evrad ü ezkara gelince, günümüzde dua çok önemlidir. Mü'minler duaya karşı çok yabancılaşmışlar. Eskiden mü'minler çok dua ederlerdi. Milletimizde de şahsen bu eksikliği görüyorum. Efendimiz'in sabah akşam okuduğu dualar var. Dua okumama ve bu meseleye lakayd kalma –haşa ve kella– zımnen "Efendimiz (sav) abesle iştigal ediyordu" mülahazası taşımıyor mu? Bana öyle geliyor yani. "Efendimiz öyle yapmış ama çok da önemli değil o meseleler!" anlamı çıkmaz mı buradan? Sabah akşam okumuş Efendimiz (sav).

Başka milletlerde dünya kadar ezkar kitapları yazılmış, fakat bizde çok yok. Son zamanlarda yapılan dua tercümeleri var. Onlar da meselenin önemi üzerinde hiç durmadılar. Ama bugüne kadar yapılmıyordu madem, bundan sonra da tevarüs ettik, biz de yapmayalım demeyi gerektirmez.

Duaya vakit ayırmak lazım, günlük okuduğumuz gibi bir saat ayırıp Kulub-üd Dariye'den, cevşenden, evrad-ı kudsiyeden, me'surattan hergün belli bir miktar "Gadiyel Hacât, Dâfial Beliyyat" İhtiyaçların giderilmesi, belaların def edilmesi açısından bir şeyler okumak lazım.

Kulub-üd Dariye de herkes 20 sayfa alarak bir günde bitecek şekilde okunabilir. Bunu yapanlar var. 30 insan paylaşınca bir günde bitiyor. Böylece herkesin hanesine hergün o Kulub-üd Dariye'yi okumuş sevabı yazılır. İştiraki a'mali uhreviye cihetiyle herkesin payına büyük bir sevap yazılır. O büyük insanlar bunu 15 günde bir bitirmişse, Gümüşhanevi hazretleri üç cildi bir araya getirerek hep okuyup durmuşsa, İmam-ı Rabbani ve Halid-i Bağdadi gibi zatlar hep bunu okumuşlarsa bizim gibi hayatı hep günahlar içinde geçenlerin ne yapması gerektiğine oturup karar vermemiz lazım. Zamanı tanzim ederek hepsi yerine getirilir bunların.

Bir tanesi hergün on saat evrad ü ezkar okuyordur, bazılarının yaptığı gibi hergün bin rekat namaz kılan vardır. Fakat biz onun gibi yapamayız. Gündelik işlerin arasında bir saat kulluğa ayırıyorsam şayet 20 dakika namaz kılar, 20 dakika dua okur ve 20 dakika da başka bir şey yaparım. Gecemi gündüzümü böyle değerlendiririm Allah'ın izni ve inayetiyle. Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın çığlıklarıyla sözümüze son verelim.

Gecelerde

Ey dide nedir uyku gel uyan gecelerde
Kevkeplerin et seyrini seyran gecelerde

Bak heyet-i alemde bu hikmetleri seyret
Bul saniini ol ana hayran gecelerde

Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil
Koy gafleti dildardan utan gecelerde

Gafletle uyumak ne reva abd-ı hakıra
Şefkatle nida eyliye Rahman gecelerde

Cümle geceyi uyuma Kayyumu seversen
Ta Hay olasın hay ile ey can gecelerde

Aşıklar uyumaz gece hem sen uyuma kim
Gönlün gözüne görüne ey can gecelerde

Dil beyt-i Hüdadır anı pak eyle sivadan
Kasrına nüzül eyler o sultan gecelerde

Az ye az uyu hayrete var fani ol andan
Bul canı beka ol ana mihman gecelerde

Allah için ol halka mukarın gece gündüz
Ey Hakkı nihan-ı aşk ödine yan gecelerde

"Terkedenler Terkedilirler" başlıklı sohbetin deşifre edilmiş hali olan bu metinde gramer açısından tasarruflar yapılmıştır.