Barışa Uzanan Yol Abant-Washington-Brüksel

28 Şubat'ın Gölgesinde Diyalog Arayışı!

"Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, ABD Başkanı George Bush, Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin, Almanya Şansölyesi Gerard Schröder, İngiltere Başbakanı Tony Blair.... sayısı yüzü aşmış devlet başkanı, Dalai Lama, Papa ll. Jean Paul gibi milyarlarca insanı temsil eden din adamları, hükümetler ve devletlerle bir türlü barışık yaşayamayan sivil toplum örgütlerinin temsilcileri... Hepsi Birleşmiş Milletler'in New York'taki ana binasının görkemli genel kurul salonunda yerlerini almış. Ancak toplantının ana nedeni ne Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, ne de uluslararası bir barış anlaşması... Tüm bu isimler Türkiye'de başlayan bir organizasyonun Abant Toplantıları'nın Birleşmiş Milletler'de yaptığı son toplantı için biraraya geldi. İşte Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak kürsüye geldi. Bu toplantıları başlattığında saçları daha gür ve daha siyahtı. Ağarmış saçları ve fakat yüzünde neredeyse mümkün görülmeyen bir başarıyı elde etmiş olmanın memnun ifadesi var... Sırasıyla, Prof. Mehmet Aydın, Prof. Mete Tunçay, Prof. Kenan Gürsoy kürsüye gelip Dünya liderlerine barışı, hoşgörüyü, birarada barış içinde huzurla yaşamayı Türkiye'de nasıl başardıklarını anlattılar, bunun bütün dünyaya örnek olmasını dilediler...

Yukarıdaki satırlar hayal gibi gelse de gerçekleşme ihtimali elbette var. Çünkü Türkiye'de, Abant gibi küçük bir göl kenarında başlayan bu toplantı, şimdi sınırları çoktan aştı ve önce Washington'a, ardından Brüksel'e taşındı. Hem de tam Avrupa Birliği'nden müzakerelerin başlaması için tarih beklendiği dönemde. Yine AB'nin tüm önemli isimleri ile Türkiye'den onlarca bilim ve düşünce adamının katılmasıyla...

BM bugün için hayal tabi ki. Ancak bugün toprağın bağrına atılan insaniyet tohumlarının yarın böyle bir ağacı meyve vermekten başka ne sonucu olabilir ki? Madem insanoğlu ne ekerse onu biçiyor, Barış, sevgi, hoşgörü, diyaloğ eken başka ne biçer ki?

Kolay olanı herkes yapabilir. Zor olanı yapmak ise herkesin harcı değildir. Peki imkansız olan nasıl başarılır? İmkansız olanı ancak "Mümkün olanı hemen yaparız, imkansız ise biraz zaman alır' diyebilen ve bunu hayatlarında fiilen gösterebilen insanlar gerçekleştirebilir.

İmkansız..Yani buradaki anlamıyla bütünüyle imkansız olan değil, ama gerçekleşmesi, gerçekleştirilmesi çok zor olan... Mesela farklı görüşteki insanların bir araya gelip kavgasız gürültüsüz, bir diyalog zemininde, görüş ayrılıklarının had safhada olduğu bir konuda bir mutabakat arayışı... Farklılıkların karşılıklı olarak törpülenip, herkesin sivri taraflarını yuvarlaklaştırmak suretiyle anlaşmaları ve ortak bir metne imza koymaları...

Sivriliklerin "Öteki'ne batması ve "O'na hayatı zehir etmemek için törpülenmesi...

Bu tablo öyle pek de mümkün görünmüyor değil mi? Elbette. İşte bir avuç insan "Acaba' diye yola çıkarken ne kadar zor hatta mümkün olan en az ölçüde imkansız olan bir işin altına girdiklerinin farkındaydılar. Fakat bu zorluklar içinde müthiş de bir kolaylık faktörü vardı. Her ne kadar farklı din, görüş, çevre vesaireye sahip de olsa insanın "özünde iyi' olduğunu, üslubu, yolu, yordamı ortaya konduğunda aralarında çözülmedik anlaşmazlık kalmayacağına inanan insanlar bu işin altına giriyordu!

BM Değil Ama AP

Yer, belki bugün için BM binası değil ama, işte medeniyetler arası diyaloğun zemini Avrupa Parlamentosu'na (AP) kadar taşındı. İşte AP binası ve işte diyaloğun, hoşgörünün, kardeşliğin, sevginin barışın adamları...

Abant'taki küçük gölün kenarındaki küçük otelin küçük salonlarında küçük ve Türkiye'de o günkü atmosferin etkisiyle biraz da ürkek adımlarla başlayan diyalog yürüyüşü Brüksel'e vardı. İşte AP kürsüsünde konuşan kişi bir Avrupa ülkesinin dış işleri bakanı... İşte biraraya gelmez denilen insanların kol kola yürümeleri, kardeşane birbirlerine tebessüm etmeleri, birbirlerinin inançlarına, fikirlerine, düşüncelerine saygı göstermeleri...

İlk Toplantıda Herkes Gergin

Nitekim korkulan oldu. İlk toplantıda başladı yüksek sesle itirazlar. İtirazları alaylar, alayları tehditler izledi. Başından beri her toplantının içinde yer alan Fatih Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan'a göre ilk toplantı'da herkes fevkalade gergindi:

"İlk toplantıda katılımcıların hepsi çok gergindi. Adeta kendi düşüncelerinden taviz verirlerse bunun dünyanın sonu olacağı şeklinde bir algılayış içindeydiler. Israrla herkes kendi düşüncesinin doğru olduğunun altını çiziyordu. Hele konu sonuç bildirilerini yazmaya geldiğinde gerginlik had safhaya gelmişti ve farklı bir kelime veya cümle yazılırsa millet parçalanacak, vatan yıkılacak düşünceleri hakimdi...'

Hatta bazı katılımcılar böyle bir fikre ortak olmamak için toplantıyı terkettiler. Bazıları tehditler savurdu. Bazıları da küsüp gitti!

Din ve Laiklik!

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın ilk toplantısının konusu "Din ve laiklik'ti. Toplumu keskin çizgilerle birbirinden ayıran bir konuydu bu, ve belki de ilk toplantının konusu olarak seçilmesi yanlıştı. En yukarıdan en aşağıya kadar hemen herkesin keskin fikirlere sahip olduğu bir konuda uzlaşma sağlamak mümkün müydü? Dediğimiz gibi Gazeteciler ve Yazarlar vakfı zor olana ve fakat sonunda diyaloğun ve anlayış kolaylığının gelişeceği bir göreve talipti.

Konu belirlendi ve Aydınlar "Din ve Laiklik' konusunu tartışmak üzere İstanbul'da Cemal Reşit Rey Salonu'nda biraraya geldiler.

Ülke 28 Şubat antidemokratik sürecine girmiş... Din ve Laiklik Herkesi geren bir konu. Başbakan Necmettin Erbakan'ın şahsiyeti üzerinden hareketle din devleti tartışmalarının yoğunlaştığı bir atmosfer... 28 Şubat sürecinin başlangıç brifingleri. Temel mefhumlar çerçevesinde bir hayli kafalar karışık ve dağınık...

Fikir Gaffar Yakın'ın

O günlerde Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'na gelip-giden Afyon Milletvekili Gaffar Yakın bu konuların bir sempozyum çerçevesinde uzmanları ile değerlendirilmesi önerisini ortaya attı. Bu görüş kabul gördü, çünkü herkes bu dağınıklığın bu kafa karışıklığının giderilmesini istiyordu.

1998 Haziran'ındaki bu ilk toplantı aslında oldukça renkli geçti. Bu toplantı aydınlara birbirlerinin görüşlerini anlama, aslında pek de birbirlerinden çok fazla ayrı düşünmediklerini teşhis etme fırsatı verdi. Katılımcılardan Yaşar Nuri Öztürk Yazar Ali Bulaç'a "Din ve Laiklik' konuşmasının ardından "Ya Ali, sana ne olmuş böyle. Bizim adımız reformiste çıkmış, ama sen benden söylemem bekleneni çok şeyi benden çok daha ileride söyledin' diyordu.

Prof. Dr. Mehmet Aydın

"Bu ülkede önemli bir grup sürekli ve ısrarla zor olanın peşinde; Diyalog, uzlaşma, hoşgörü, sevgi, herkesi kendi konumunda kabullenme... Gazeteciler Yazarlar Vakfı kurulduğundan bu yana zor olanın büyük toplumda soyutu somuta çekmenin eylemi içinde. Bu vakıf birey ve topluma ayna tutarken gerçeği görebilmemiz için çalışıyor. 98 Temmuz'unda düzenlediği Abant Toplantısı İslam ve Laiklik çalışması'nda birleştirici zekanın nadirattan rastladığımız kurumsal düzeyde bir örneğini sundu. Vakıf bu faaliyetiyle de bir kere daha toplum olduğumuzu bizlere hissettirerek 'Kesintisiz sivil iletişim'le farklılıklarımıza rağmen aynı ufka bakabileceğimizi gösterdi...'

Tartışma, Gürültü, Gerginlik

Kim bilir belki de sadece bir sempozyum olmasından dolayı dışarıdaki 28 Şubat gerginliği toplantıya yansımamıştı. Bu da vakfın yöneticilerini cesaretlendirdi ve önce Gaffar Yakın'ın dile getirdiği sonra Durmuş Hocaoğlu'nun o gün için biraz da "konformist' kaçan önerisiyle Abant'ta bu konuda yeni bir toplantı tertip edildi: "Aslında bu konular öyle bir kaç saate sığacak konular değil. Şöyle bir sayfiye yerinde, salim kafayla, hem de tatil yaparak konuşulması daha iyi olur.'

Türkiye'de 75 yıldır süren Din ve Laiklik tartışmasında hemen bir mutabakata varmak kolay olmayacaktı. Olmadı da. Gerçi 1998 Temmuz'unda yapılan bu ilk toplantıya katılanlar sonunda ortak bir metne imza attılar, fakat o noktaya gelene kadar epey gürültü çıktı.

Toplantıyı Terk, Şantaj, Tehdit

Birinci Toplantı'da "Din ve Devlet dengelerinde yeni bir arayış' hedefleniyordu. Türkiye'deki laiklik uygulamaları ile toplumun kahir ekseriyetinin dini olan İslam tartışılırken "Kutsal Devlet' kavramı tartışıldı. Ve tabii ki bu noktada sorun çıktı. Toplantıda "Kutsal Devlet' kavramına karşı çıkılması eğilimi liberal düşünceden Prof. Mustafa Erdoğan, Atilla Yayla ve onun gibi düşünenlerin "Devletin kutsal olamayacağı' görüşü ağır basmaya başlamıştı ki, kültür eski bakanlarından Namık Kemal Zeybek "Kutsal devlet kavramının reddedilmesinin mümkün olamayacağını' söyleyerek karşı çıktı. Sonra da "Kutsal Devlet kavramı reddedilirse ben bu toplantıyı terkederim' dedi. Namık Kemal Zeybek kendi devlet anlayışının sonuç bildirgesinde herkesin görüşü gibi yer almasını istiyordu. Oylamada o zaman DYP Milletvekili olan Namık Kemal Zeybek'in "Kutsal Devleti' yer almayınca toplantıyı terk etti. Bu tavır toplantının ruhuna aykırıydı. Çünkü toplantıda bir uzlaşma arayışı söz konusuyken herhangi bir görüşün kayıtsız şartsız ötekiler tarafından kabul edilmesi diye bir şey olamazdı. Ve bu tavır tipik "Ya sev ya terket' anlayışının ifadesiydi. Zeybek'te buna uygun davrandı ve terk etti; "Hiç gereği yokken ve gündemde değilken bildiriye "Devlet kutsal değildir' diye başlayan bir bölüm konuldu. Kimsenin "Devlet kutsaldır' diye savunmadığı bir ortamda bu sözün ne anlamı var diye düşünürken amaç ortaya çıktı. Bildiride deniliyor ki "Devlet her türlü ideolojiye inanç ve felsefi görüşe eşit mesafede bulunması gereken bir kurumdur'. Ben buna itiraz ettim. Tarihin hiç bir döneminde ideolojisi olmayan bir devletin kurulmadığını, bugün de öyle bir devletin varolmadığını, her devletin varlığını koruyacak ve varlığını şekillendirecek bir ideolojinin var olduğunu ve bunu savunduğunu söyledim. Hukuk sistemi bütün inanç düşünce ve ideolojilere söz hakkı ve hürriyeti tanıyabilir, tanımalıdır da. Ancak devlet eğitim yoluyla ve başka yollarla yurttaşlarına yurtseverlik ve milli değerlere bağlılık duygularını aşılamak durumundadır.'

Bu uzlaşma toplantısı ilkti ve ilk toplantıda böyle şeyler olabileceğini herkes bekliyordu. Çünkü uzlaşma kültürü öyle bir kaç saat veya gün içinde kazanılan bir şey değildi. Zeybek gibi Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk'de "İslam ve Laiklik' toplantısını ortasında terk etti. Hatta Yaşar Nuri Öztürk terk etmekle kalmadı, toplantıyı tertip edenleri ve katılanları da "tehdit' ile karışık protesto ederek ayrıldı.

Yarım Saatte Tankları Buraya Yığarım

Abant'taki otelin toplantı salonları katılımcıların komisyonlar halinde belirlenen alt konulara ayrılmasıyla kifayetsiz ale geldi. Bunun üzerine Prof. Hayrettin Karaman, Prof. Mehmet Aydın, Prof. Yaşar Nuri Öztürk o anda boş bulunan otelin barında oturdular. Barda tabii ki içki şişeleri dizili ve şişelerin yanında da kocaman bir Mariliyn Monroe posteri asılı...

Prof. Dr. Hayrettin Karaman burada böyle bir mekanda da toplantı yapılabileceğini, çünkü burasının da vatan toprağı olduğunu söyledi ve 'Bismillahirrahmanirrahim' diyerek 'Akıl vahiy ilişkisi ' konusunda konuştu:

'Vahyi akla indirgemek mümkün değildir ve dini tamamen bir akıl ürünü haline sokmak mümkün değildir. Dinin asıl amacı insana ortak aklın çözebileceği doğruları ve iyileri teyid etmektir, insane ortak aklının erişemeyeceği konularda insanları aydınlatmaktır. Kapsamı bakımından dinin kapsama alalına girmeyen hiç bir alan yoktur.'

Kahraman'ın bu sözleri üzerine Yaşar Nuri Öztürk biraz da sinirli bir şekilde 'Burada bu konuşmaların yapılacağını bilseydim bu toplantıya katılmazdım. Bu büyük bir şansızlık' dedi. Bu arada oradaki ilahiyatçı katılımcılardan birisi 'Ben konuşmalara besmele ile başlanmasına kızıyorum' dedi. Bundan maksat besmeleye değil de 'Konuşmalara besmele ile başlanmasına kızıyorum'du. Yaşar Nuri Öztürk'de o kişiyi teyit etti. Bunun üzerine Hayrettin Karaman biraz da espri ile 'En akla gelmeyecek yerde bile, mesela meşru cinsel temasta bile besmele vardır. Besmele çekilmiş olanlar besmeleye kızmaz' deyince ortam biraz gerildi ve tabii ki oturum bitti.

Fakat tartışmalar oturumun dışında cereyan etti. Ve orada katılımcılardan birisi 'Ne demek, bu ülkede besmele çekmeden konuşmaya başlayan insanlara besmelesiz mi denmek isteniyor' diyerek kızdı ve 'Yarım saat içinde buraya askeri yığarım tankları yığarım' tehdidini savurup çekti gitti.

Bu tartışma elbette şık değildi, ama sonuçta beklenen askerlerde tanklarda gelmedi. Ve bu olay oradakiler tarafından bu kişinin 28 Şubat atmosferinden gereğinden fazla etkilenmiş olabileceğine yoruldu.

Uzlaşma Kültürü Zayıflığı ve Pratiği

Birinci Abant toplantısı çok farklı dünyalardan elli civarında aydını biraraya getirmiş, ve bu aydınlar belki de ilk defa herhangi bir konuda bir uzlaşma zemini arayışına sokulmuştu. Bu yüzden ilk toplantı çok yoğun ve sert tartışmalarla hatırlanıyor. Fakat Abant toplantılarının uzlaşma kültürüne katkısı geçen yıllar içinde ortaya çıktı ve her toplantı bir öncekine göre daha az tartışmalı ve bir öncekine göre daha yumuşak bir zeminde oldu. İlk toplantı öylesine sert tartışmalara sahne oldu ki, bir ara toplantıya devam edilemeyeceği noktasına gelindi. İşte tam da bu sırada bugünün Devlet Bakanı Mehmet Aydın ılımlı, hakimane ve kapsayıcı tavrı ile tartışmaları daha medeni ve olması gereken entellektüel seviyeye çekmeyi başardı. İlk toplantıda 'İslam ve Laiklik' konusunda onlarca fikir havada uçuşuyordu. Rıza Zelyut tartışmayı alevilerle ilgili olan bir zemine çekmeye çalışırken, Namık Kemal Zeybek ile Mustafa Erdoğan ve Atilla Yayla'dan oluşan liberal ekip çok aktif biçimde birbirleriyle tartışıyorlardı. Kezban ve Hüseyin Hatemi'ler de tartışmaya zaman zaman katılıyorlar, hatta zaman zaman da birbirleri ile bile tartışıyorlardı.

'Ertuğrul, Burada Büyük İşler Oluyor'

İşte tam bu sırada Mehmet Aydın konsensüs ile toplantının yöneticisi seçildi. Fehmi Koru'da tartışmalarda geçen görüşleri ortak bir metin haline getirerek bu ortak metin üzerinde tartışmayı sağladı. Böylece toplantının yarıda kesilme ihtimali de ortadan kalktı.

Bütün bu tartışmaları rahmetli gazeteci Yavuz Gökmen büyük bir hayretle izliyordu. Gökmen bir ara toplantı salonundan çıktı ve Hürriyet'in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ü telefonla arayarak ona hitaben 'Ertuğrul canım, burada müthiş işler oluyor. Burada sürmanşetten verilecek tartışmalar oluyor' dedi. Gökmen'in bu uyarısını dikkate alan Hürriyet ilk abant toplantısına iki tam sayfa ayırdı.

Fehmi Koru Faktörü

Fehmi Koru'nun tartışılan görüşleri ortak metin haline getirmesinden sonra toplantı kurtulmuştu. Bu tarz toplantılarda kurtarcılık genellikle Fehmi Koru'ya düşüyordu. Ne zaman bir toplantı çıkmaza girer, taraflar restlerini çeker ve oturum sertleşir, işte o zaman Fehmi Koru devreye girer ve atmosferi herkesin daha rahat nefes alabileceği bir hale getirir.

Mesela yine Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın düzenlediği 'Birinci Avrasya Gazeteci ve Yazar Kuruluşları Toplantısı' (1998, Eylül, Silivri) sırasında rahmetli Gazeteci Ahmet Kabaklı'nın 'Türk Dünyası' heyecanıyla Ruslara 'Türk dünyasının kültür ve kimliğini unutturarak yıllar yılı zulmettiler' demesinden sonra ortamı yumuşatan yine Fehmi Bey olmuştu.

Rahmetli Kabaklı bu toplantıda 'Alçak Ruslar Türk dünyasını sömürdü...' gibi sözler edince salonda bulunan Rus gazeteci ve yazarlar ve hatta Türk Dünya'sından gelenlerden bazıları rahatsızlanmaya başlamışlardı. Kaldı ki, salonda Rusya Federasyonu Yazarlar Birliği Başkanı'da var. Fehmi Koru bu toplantı da uzlaştırmacı kimliğini ortaya koydu ve tarafların konuşmalarını ortak bir metin haline dönüştürerek tartışmanın zeminini değiştirdi. Böylece Kabaklı Hoca'nın heyecanla ve fakat farkında olmadan çıkarttığı küçük 'Kriz'in önüne geçilmiş oldu.

Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan

'Abant'ta her toplantı bir öncekine göre daha fazla uzlaşma ile bitti. Birinci toplantı çok gergin iken, ikinci toplantı daha sakindi. Bu defa katılımcılar daha bir hazırlıklı geldiler ve daha teknik olmaya gayret ettiler. İlk toplantıdaki gerginlik yerini mantıklı ve hazırlıklı olmaya terk etti. Çünkü karşılıklı samimiyetler de gelişmeye başlamıştı. Ama en önemlisi burada hangi ölçüde konuşulursa konuşulsun vatanın parçalanmayacağı anlaşılmıştı ve kimse de vatan haini değildi zaten. Üçüncü toplantıdan itibaren her kesimden katılan hemen herkes çok rahattı ve konular daha serbest biçimde tartışılmaya başlandı. Toplantı zamanları dışında herkes birbirini tanımaya başladı, dostluklar gelişti. Sonuç bildirileri Ankara'daki resmi makamlara, başta Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı ve Başbakan olmak üzere diğer ilgili yetkililere izah edilerek iletildi.

Bu toplantılar ile esas ortak payda olan insane olma prensibinden hareketle, dini, kültürü, milliyeti, rengi düşüncesi ne olursa olsun her insanla diyalog kurulabileceğini öğrenmiş olduk. Diğer dinlere mensup insanlarla da korkmadan ve çekinmeden görüşülmeye başlandı. Onlar bizi biz onları sever sayar olduk.'

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak:

'Bir dönem partilerin ideolojik saplantıları ile, bir dönem Türk-Kürt ayırımı ile, bir dönem sağ-sol sürtüşmeleri ile, bir başka dönem laik-antilaik gerilimi ile ve özellikle 90'lı yıllarla birlikte ise Siyasal İslam sorunu ile doludizgin tartışmalara sahne oldu ülkemiz..Hiç şüphe yok ki bütün bu tartışmaların merkezinde din, devlet, İslam, laiklik ve demokrasi gibi kavramlar ve bunların birbiri ile olan ilişkisinin tam olarak anlaşılamaması yatıyordu. Abant, işte tam da bu noktada bir kırılma noktası oluşturdu. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın hoşgörü ve uzlaştırıcı tavrı ile öncülük ettiği Abant'ta her yıl bu kavramlar masaya yatırıldı. Abant'ta yaşanan, bir süreçti. Kimilerine göre bu süreç bir 'Rönesans'tı, kimilerine göre 'devrim gibi kararlar'ın alındığı sıradışı bir toplantı, kimilerine göre ise Türkiye'nin dönüşümü ve değişimiydi. Abant Toplantıları, birbirinden çok farklı insanları biraraya getirdiği zaman henüz kafalar çok karışıktı. 'Bir çok farklı kavramın kabulü ve tartışması İslam'ın önünde engel değildir. İslam ve demokrasi birbiriyle çelişmez' diyen akademisyenlerle laikliği dinsizlik sayan ve 'öteki' ile konuşulacak bir şeyi olmadığını düşünenler tartışma platformunda birlikte oldular. Önce her sözcükten tartışma çıktıysa da yemek ve çay molalarında yapılan sohbetler, insani duygular bir süre sonra herkesi kaynaştırdı. Uluslararası kavramlarla tanışıldı. Dünyaya ve farklı görüşlere yelken açan akademisyen, politikacı ve medya mensupları bir çok önyargıyı bilgi sanmaktan kurtuldu. Türkiye'nin ortak birikimi olan insanların savrulmuş dünyalar yerine bir platformda toplanmasına da böyle karar verildi. İkinci toplantıdan sonra artık Abant Platformu doğmuş oldu. Türkiye'nin ortak değerlerini ve zemini oluşturmak için 6 yıldır gayret eden Abant Bilimsel Danışma Kurulu bugün bağımsız bir organ. Tam bir 'think tank' kuruluşu.'

Türkiye'nin aydınları Abant'ta hem kendileri hem de Türkiye için dönüm noktası olabilecek bir manifesto çıkardılar. Abant'ın serin suları zor bir doğuma, yoğun bir güven bunalımının aşılmasına kişiler ve ekoller arası gövde gösterisine ve unutulmayacak görüntülere sahne oldu. Sonunda Mehmet Aydın mutabakat bildirisini Abant Gölü'nün derin ve serin sularına doğru okudu:

Birinci toplantıdan çıkan bildiri bildiri mutabakat ile oluşmuştu ancak medyada, özellikle de 'islamcı medya' olarak anılan gazetelerde de eleştirildi. Bazıları olayı 'körler sağırlar diyaloğu' olarak anmayı tercih ediyordu. Laiklik konusundaki toplantıda laikliğin ortak bir tanımının yapılamadığı vurgulanıyor, toplantıda isteyenlere içki verilmesi lanetleniyordu. Fakat diyalog zemininin gelişmesinden rahatsız olan sol yayınlarda da bu toplantılarla ilgili benzer yazılar yazıldı:

'Fethullahçılar Abant'ta içki alemli toplantı düzenleyip İslamiyet hakkında ahkam kesmişler... Zaten Yavuz Gökmen, Nevval Sevindi gibi tiplerin de katıldığını okuyunca insane bu toplantının ne menem bir şey olduğunu hemen anlıyor. Bunlara mı kaldı İslam'ı tartışmak.'

Bunlara mı Kaldı İslâmiyet!

Abant Toplantıları 'Merkez Medya' tarafından 28 Şubat'ın zor zamanlarında bir haber gibi görülüp objektif biçimde değerlendirilirken 'islamcı medya' olarak anılan gazeteler tarafından ağır biçimde eleştirildi. Bazıları olayı 'körler sağırlar diyaloğu' olarak anmayı tercih ediyordu. Laiklik konusundaki toplantıda laikliğin ortak bir tanımının yapılamadığı vurgulanıyor, toplantıda isteyenlere içki verilmesi lanetleniyordu. Aydınlar arasındaki diyalog zemininin gelişmesinden rahatsız olan sol yayınlarda da bu toplantılarla ilgili benzer yazılar yazıldı:

'Fethullahçılar Abant'ta içki alemli toplantı düzenleyip İslamiyet hakkında ahkam kesmişler... Zaten Yavuz Gökmen, Nevval Sevindi gibi tiplerin de katıldığını okuyunca insan bu toplantının ne menem bir şey olduğunu hemen anlıyor. Bunlara mı kaldı İslam'ı tartışmak.' (Akit Gazetesi)

Aslında bu içki meselesi çok ciddi bir konu olmamakla birlikte toplantıya katılan bazı gazeteci yazarların içki istemesi üzerine ortaya çıktı. Bunlardan biri neredeyse bütün toplantılara katılan Cüneyt Ülsever'di. O'na göre 'hem her görüşe saygı olacak hem de içki yasaklanacaktı. Bu pek mantıklı değildi.' Sonunda Ülsever'e içebileceği söylendi.

Cüneyt Ülsever: İçtim

'Abant toplantısına davet edildik. Aramızda içki içen katılımcılar da vardı. 'Bizi buraya davet ettiniz. Yemeklerde içki yok. Herkesin günahı kendi boynuna. O zaman biz kendi içeceğimiz içkinin parasını ödeyelim' dedim. Kabul edildi. Ancak hatırladığım kadarıyla parasını bize ödetmediler. Ondan sonraki tüm toplantılarda verilen yemeklerde içki de vardı. İsteyen istediğini içti. Bu da her görüşe saygı ve uzlaşma zeminini artırdı.'

Rahmetli Gazeteci Yavuz Gökmen ilk toplantıların en insaflı katılımcılarındandı. 20 Temmuz tarihli Hürriyet'te Abant Toplantı'sının önemini şöyle belirtiyordu:

'Toplantının özü bence şuydu, 'ben sana karışmayacağım, sen de bana baskı kurma. Mesele de buydu bence... Demek ki, Türkiye kimsenin başkasının yaşam tarzına karışmadığı, temel hak ve özgürlüklere dayalı barışçı ve çağdaş anayasasını mutlaka yapacaktı...'

Ahmet Taşgetiren

Yazar Ahmet Taşgetiren toplantının 28 Şubat'ın etkileri ile gerektiği kadar özgür bir ortamda yapılamayacağı gerekçesiyle ilk toplantıya davet edildiği halde katılmadı. Bunu da şöyle dile getirdi;

'Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın düzenlediği 'İslam ve Laiklik' konulu toplantıya davet edildim ve katılmadım. Çıkan bildiriyi görünce iyi ki katılmamışım diyorum. Tahmin ettiğim gibi toplantı, yaşanan ortamın etkilerinden kurtulamadı ne yazık ki... Oysa bu konu ancak doğrular konuşularak çözümlenebilir...'

Her Şey Tartışılabilir!

Abant Toplantıları'nın ortaya koyduğu bir gerçek vardı ve bunu prof. Dr. Mehmet Aydın şu cümlelerle dile getiriyordu: 'Hiç bir şey tartışmanın dışında değildir.' Fakat Türkiye bir kısım doğmalar, bir kısım tabular ve bir kısım tartışılmaz konularla yıllardır oyalanmış, ülkemiz bu yüzden sağlıklı bir tartışma zeminini hiç bir zaman yakalayamamıştı. Abant zamanla bu tartışma zeminini oluşturan çok önemli bir platform haline geldi.

Dinin yorumlanmasında bile ilahi bir yetkili olmadığı halde nasıl oluyor da dünyevi ideolojilerin tartışılması yasaklanabiliyordu!

Aslında Abant'ta yapılan Dinde yeni ufuk arayışları konulu toplantıya Fethullah Gülen'in değil de Fethullah Gülen'e yönelik yıkım kampanyasının gölgesi düştü. Çünkü bazı aydınlar Fethullah Gülen'in niyeti konusunda şüpheye düşmüştü. Vakıf yöneticileri Abant Toplantısını o yıl yapmamayı bile düşündüler. Bu moral bozucu ortam düşünüldüğü gibi etki etmedi toplantıya. Hatta toplantı daha fazla ilgi bile gördü. Ruşen Çakır:

'Bunun en önemli nedeni toplantının Gülen aleyhine kampanyanın gölgesinde yapılacak olmasıydı. Vakıf yetkilileri katılacaklarından emin olduğu bazı isimlerin baskılar nedeniyle vazgeçtiğini öne sürdü. Bütün bunlara rağmen elliye yakın katılımcının önemli bölümü İslami kesime ve Gülen Cemaatine pek yakın olmayan isimlerden oluşuyordu...'

"Din ve Laiklik" bildirgesi'nin medyaya yansıması ne ilginçtir ki gerek "sol" gerekse "İslâmcı" medyayı tahmin etmedi. "İslâmcı" medya toplantıda içki içilmesini öne çıkararak verdi haberlerini. Cumhuriyet ise bildirgeyi "Gülen'in laiklik fetvası" olarak duyurdu ve bildiri ile "Laikliğin daraltıldığını" yazdı. Aydınlık Dergisi ise bu toplantı sonrası Vakfın Onursal Başkanı Fethullah Gülen için düzenlenecek "Kasetli yıkım kampanyası"nın haberini veriyordu:

'Evet! Şu kamufle edilerek yayınlanan şeriat anayasası taslağı üzerinde durmak ve şeriat heveslilerini pişman etmek gerekiyor. Yakın zamanda Fethullah'ın papucunun dama atılışını hep birlikte izleyeceğiz.' (Aydınlık, 26 Temmuz 1998, Emcet Olcaytu)

Aydınlık dergisinin satır aralarında Fethullah Gülen'e yönelik bir kampanya başlayacağı haberi bir müddet sonra gerçek oldu! Gülen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın onursal başkanıydı. Ona yönelik bir menfi kampanya doğal olarak Vakfın Abant platformu toplantılarını da etkilerdi.

Çok Cesur ve Nitelikli Bir Girişim...

PROF. DR MEHMET ALİ KILIÇBAY
Hoşgörüyle Dinlemeyi Öğrendik

'Abant Platformu 7 yıllık bir hikâye. Katılımcılar ilk toplantıda birbirlerini tanıdılar. Birbirlerinin düşüncelerini dinlemeyi öğrendiler. Ancak, benim gördüğüm kadarıyla herkes mevziini koruyor. Yani karşı tarafı dinliyor, görüşlerini not ediyor. Fakat herkes kendi görüşünü koruyor, savunuyor. Bu toplantılardan beklenen ikna işlevi bana göre çalışmadı. Türkiye'de ikna sürecinin çalışması mucize olur. Hangi toplantıda olursa olsun insanların fikirleri sabit kaldı. Fakat şu çok büyük bir başarıdır. Karşı tarafı hoşgörüyle dinlemeyi öğrendik. Abant toplantılarından çıkan sonuç karar değildir. Bildiridir. Oy çokluğuyla alındığı için katılımcıları bağlamaz. Herkes bildirgedeki her maddeye katılacak diye bir şey yok.'

SOLİ ÖZEL (Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi)
Entelektüel Bir Platform

'Türkiye'de Abant Platformu öncesinde de entellektüeller arasında bir çok başlangıç yapıldı. Ancak, kurumsal kimlik kazanmak açısından Abant Platformu bir ilk. Farkı görüşlerden aydınların bir araya geldiği toplantılar, çok geniş bir siyasi yelpazeyi kapsıyor. Türkiye'nin önemli sorunları masaya yatırılıyor. Çözüm önerileri getiriliyor. Bu açıdan önemli bir sorumluluğu var. Abant Platformu toplantıları, entelektüel yapısı ve Türkiye'nin sıcak meselelerine çözüm arayışı için karşıt görüşleri bir araya getirmesi bakımından bir ilk...'

HRANT DİNK, (Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni)
Çok Zor Bir Görev, Fazlasıyla Başarılı

'Başlangıcından ele alırsak cesur ve nitelikli bir girişimdi. Çünkü Türkiye, karşıt görüşlü entellektüelleri arasında oturup konuşabilme geleneğine pek alışkın değildi. Abant toplantıları böyle bir geleneği böyle bir geleneğin başlatılmasına öncülük etti. Bu çok zor bir görevdi ve her babayiğidin harcı değil. Bu maya tuttu. Katıldığım birkaç toplantıda karşıt görüşlü olan insanlar arasında tamamen aksi görüşler beyan etmeme rağmen toplantının sonucunu getirebildik. Konuştuk, tartıştık. Raporlar ne kadar objektif oldu? Bu konuya giremem. Ama Abant toplantılarının çok önemli iki özelliği vardı. Entellektüelleri, karşıtları yan yana getirmek ve bu buluşmaların entellektüelliğini, performansını yüksek tutmak. Bunları fazlasıyla başardı.'

RIZA ZELYUT (Yazar)
Kendimi Hareketin Dışında Gördüm

'Abant Platformu'nun ilk dönem toplantılarına katıldım. Bu toplantılarda Türkiye'de diyaloğun ve hoşgörünün geliştirilmesi yönünde adım atılması temel alınıyordu. Böyle bir sürece Türkiye'nin her zaman ihtiyacı vardı. Ancak, daha sonra bu sürece katılmaktan vazgeçtim. Çünkü, bu süreci düzenleyen ve arkasında Fethullah Gülen Hoca'nın bulunduğu söylenen hareketin samimi olmadığı düşüncesine vardım. 1999 yılında Fethullah Gülen'e ait kasetlerde rejime yönelik gizli emellerin olduğunu anlayınca, kendimi bu hareketin dışında gördüm. Ondan sonra da çalışmalara katılmadım.'

Sevgiyle Yaşar, Sevgiyle Ölürüz

Allah, insanları birbirine bağlama konusunda sevgiden daha güçlü bir irtibat unsuru, bir zincir yaratmamıştır. Aslında dünya, köhne bir harabeden ibarettir, onu taptaze ve canlı kılan sevgidir. Cinlerin, insanların sultanları; arıların, karıncaların, termitlerin bile kraliçeleri, bu sultan ve kraliçelerin de tahtları vardır. Krallar, kraliçeler belli yol ve belli usullerle seçilir ve gelir tahtlarına otururlar. Kimsenin intihâbına ihtiyaç duymadan gelip gönüllerimize taht kuran bir sultan varsa o da sevgidir. Dil-dudak, göz-kulak onun bayrağını çektikleri ölçüde birer kıymet ifade ederler; sevgi ise kendinden kıymetlidir. Sevginin otağı sayılan gönül onun sayesinde kıymetler üstü kıymete ulaşmıştır. Sevgi sancağının gidip önünde dalgalandığı kaleler, kan dökülmeden fethedilmişlerdir. Sevgi askerlerinin ulaşabildiği yerlerdeki sultanlar, muhabbet çerisinin sıradan birer neferi haline gelmişlerdir.

Biz, gözlerimizde sevginin zaferleri, kulaklarımızda onun davulunun, kösünün sesi bir atmosferde yetiştik. Gönüllerimiz hep onun bayrağının dalgalanma heyecanıyla attı. Sevgiyle o kadar içli-dışlı olduk ki, neticede hayatımızı bütün bütün ona bağlayıp ruhumuzu da ona adadık. Artık biz yaşarsak sevgiyle yaşar, ölürsek sevgiyle ölürüz. Her nefeste, bütün benliğimizde onu duyar; soğukta onunla ısınır, sıcakta da onunla serinleriz. Bizim harb u darbimizde güm güm sevgi davulunun sesi duyulur; sulh u sükunumuz da yine sevgi mehteriyle şölenleşir.

Binbir fenalığın kol gezdiği şu fevkâlade kirlenmiş dünyada, her zaman temiz kalabilmiş bir şey varsa o sevgi, onca sararıp solan gülendam şeylerin yanında hiç renk atmadan güzellik ve cazibesini koruyabilmiş bir dilber varsa o da yine sevgidir. Dünyada hiçbir millet ve hiçbir toplumda ondan daha gerçek, daha kalıcı bir şey yoktur.

Varlık bilinip görülme fitilinin, sevgi çerağından tutuşturulması sonucu meydana gelmiştir. Eğer Hakk'ın yaratma sevgisi olmasaydı, ne aylar, ne güneşler ne de yıldızlar meydana gelirdi. Kâinatlar birer sevgi şiiri, yerküre de bu şiirin kâfiyesidir. Tabiat kitabı ve eko sistemde her zaman sevginin gür solukları duyulur. İnsanî münasebetlerde de hep onun bayrağı dalgalanır durur.

İnsanın insanları sevip çevresine alâka duyması, hattâ bütün varlığı şefkatle kucaklayabilmesi, biraz da kendini bulup bilmesine, kendi mahiyetini keşfedip Yaratıcısıyla olan münasebetini duymasına bağlıdır. O, kendi derinliklerini, kendi özündeki cevherleri duyup hissedebildiği ölçüde, aynı hususların başkalarında da bulunduğunu düşünür, hem Yaradana nisbetin hatırına hem de mahiyetindeki cevherlere karşı kadirşinas davranma hissiyle her varlığı daha bir farklı görür daha bir farklı duyar ve daha bir faklı değerlendirir.

Bu inceliği sezebilen bir ruh, özü aşkla yoğurulmuş Mevlânâ gibi: 'Gel, gel aramıza katıl; biz Hakk'a gönül vermiş aşk insanlarıyız! Gel gel bize katıl da sevgi kapısından içeriye giriver, giriver ve evimizde bizimle beraber otur... Gel birbirimizle içten konuşalım.. (gönüllerimizle sarmaş-dolaş olalım da) kulaklardan, gözlerden gizli konuşalım.. Güller gibi dudaksız ve sessiz gülüşelim.. Tıpkı düşünce gibi dudaksız-dilsiz görüşelim.. Mademki hepimiz biriz, birbirimize dilsiz-dudaksız gönülden seslenelim.. Mademki ellerimiz kenetli, gel bu halden bahisler açalım; El-ayak, gönül hareketlerini daha iyi anlar, öyle ise gel dilimizi tutalım, titreyen gönüllerimizle konuşalım..' der ve gönül dilinden bize destanlar sunar.

Dünyamızın, cennet haline gelmesinin ve cennet kapılarının ardına kadar açılmasının, açılıp bize 'buyurun' edilmesinin önemli bir vesilesi sayılan aramızdaki birliği bozmak da neden.! Birlik ve beraberlik, Allah'ın muvaffak kılmasının bir yolu ise, bu ihtilaf ve iftirakın mânâsı da ne!? Ne zaman, bizi birbirimizden uzaklaştıran duyguları, düşünceleri, ruhumuzdan söküp atacak ve birbirimizi kucaklamak için yollara döküleceğiz!

Abant Kabinesi

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Onursal Başkanı Fethullah Gülen'e yönelik 'Kasetli yıkım kampanyası' aydınların bir kısmı üzerinde etkili oldu. Ancak bir kısmı ise kampanyayı hiç önemsemedi. Fakat Toktamış Ateş, Fethullah Gülen ile daha önce dostane ilişkiler içine girmiş birisi olduğu halde, Abant toplantılarına bizzat katılmayı çok defalar beyan etti ama bizzat katılmadı.

Ateş, 'Din, devlet ve toplum' konulu toplantıya gelmedi fakat toplantıya telefonla katıldı. Bulunduğu tatil yöresinden toplantı esnasında telefonla bağlandı ve görüşlerini katılımcılara aktardı.

Bu durum Hüseyin Hatemi'nin pek hoşuna gitmedi ve vakıf yetkililerinden birinin kulağına eğilerek 'Ben de şimdi odama çıkıyorum, pijamalarımı giyeceğim, yatağıma uzanacağım ve toplantıya telefonla katılacağım' diyerek memnuniyetsizliğini vurguladı.

Kıvırtmayın İlahiyatçılar

İkinci Toplantı'da elbette dini özgürlüklere referans teşkil edecek şekilde bir bildiri çıktı. Ancak bu bildiri ortaya çıkarken, özellikle İlahiyat kökenli katılımcılar gerek Fethullah Gülen'e karşı basında yürütülen kampanyanın etkisiyle ve 28 Şubat'ın sıcak atmosferinin etkisiyle 'Din ve Devlet İlişkileri' konusunda net ifadeler söyleyemiyorlardı. Bu sıkıntıyı gören Kezban Hatemi toplantının birinde biraz da espriyle karışık biçimde 'Kıvırtmayın ilahiyatçılar' diyerek bu konuda ne söylenecekse net biçimde söylenmesi gerektiğini ortaya koydu.

'Orada da Halit Refiğ ile kavga ettik. Sonra toplantılara katılmadım. Bu tartışmalardan konuşmak istemiyorum. O zaman gerekeni söylemiştik. İlahiyatçılara 'kıvırtmayın' dememin nedenlerini o zaman açıklamıştım.'

Karı-Koca Hatemiler toplantının gerçekten hem entellektüel seviyesini yükseltiyorlar, hem de zaman zaman yaptıkları esprilerle gerginlikleri yumuşatıyorlardı. Bir defasında Hatemiler birbirleri ile bile tartıştılar:

Kezban Hatemi eşi Hüseyin Hatemi'nin bir maddenin oylanması sırasında her iki tarafında görüşü lehine oy kullandığını görünce 'Aaaa, adam iki görüş içinde el kaldırdı, milletvekili gibi valla' dedi.

Abant Kabinesi

Abant toplantılarına gerek başından beri, gerekse ara ara katılan aydınların bir kısmı daha sonra politikada önemli mesafeler kat ettiler. Özellikle politik kesimden toplantılara katılanların altısı bugünkü AK Parti hükümetinde önemli bakanlık koltuklarında oturuyorlar. Bunlar: Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Maliye Bakanı Abdüllatif Şener, Devlet Bakanı Mehmet Aydın, Devlet Bakanı Ali Babacan, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu.

Ayrıca Abant Toplantılarına katılan Bülent Arınç TBMM Başkanı oldu, Ali Bardakoğlu'da Diyanet İşleri Başkanı.

AK Parti Hükümeti kurulduğunda hükümetin ağırlıklı bakanlarının Abant Toplantıları'na katılan kişilerden oluşuyor olması kabine için 'Abant Kabinesi' denilmesine de yol açmıştı.

Mehmet Aydın Faktörü

Elbette bu isimlerin Abant toplantılarına büyük katkıları oldu, ama bunlar içinde Prof. Mehmet Aydın'ın katkısının özel bir yeri var. Mehmet Aydın neredeyse bütün toplantıların en fazla takdir toplayan ismiydi. Uzlaştırıcı tavırları ve hemen her kesimdeki insanın mutabakatla toplantıları yönetmesini istedikleri kişi oydu. Mehmet Aydın aynı zamanda ilk toplantıdan 5.cisi dahil toplantıların bilimsel koordinatörlüğünü de yaptı:

Peki bir Abant toplantılarının ilgilendiği konularda bir çok toplantılar yapılmasına rağmen Abant platformu niçin bu kadar ses getiriyordu? Bu sorunun cevabında elbette Mehmet Aydın var:

'Aslında bu sorunun cevabı bana o kadar zor görünmüyor. Şöyle ki:

1) İlk Abant Toplantısı, sonuç bildirgesinin ilk cümlesinde de ifade edildiği gibi, 'Türkiye'nin din-devlet ilişkileri ve laiklik ekseninde düğümlenen derin bir bunalım içinden geçtiği' bir dönemde yapılıyordu. Amacı ise o 'düğümü', yobazlığın, kısır ideolojik çekişmelerin ve dayatmaların dünyasından çıkarıp ilmin ve fikrin ışığında masaya yatırmaktı.

2) Bana göre, Abant Toplantısı'nda bir Abant ruhu oluştu ve sergilendi. Bu ruh cesurdu. Türkiye'de yapılan toplantıların pek çoğunda, burada saymayı gerekli görmediğim birçok sebepten dolayı hakim bir ses vardı. O toplantılarda 'muhalif ses'in varlığı genel dekorun bir parçası olmanın ötesinde fazla bir güce sahip değildir. Oysa Abant Toplantısı'nda bir ses öteki ses kadar önemliydi, ilim ve fikir ölçüsü içinde kaldığı sürece de saygıya layıktı. Toplantının formatı da buna göre düşünülmüş ve düzenlenmişti: Toplantıda 'fikir' denilmeyi hak eden her sesten yeterli miktarda bulunmalıydı ve bulundu. Bu itibarla:

3) Abant ruhu demokrattı. Katılımcılar, kafalarından ve gönüllerinden geçirdiklerini rahatça dile getirdiler, konuştular, tartıştılar. Zaman oldu, ikna yoluyla fikirler değişikliğe uğradı; zaman oldu fikirler inatla, azimle sonuna kadar savunuldu. Bütün bunlar demokrasinin en önemli yordamı olan açık konuşma, açık tartışma usulüne göre oldu. Başka bir ifadeyle:

4) Abant Toplantısı diyalojik mantığın en güzel sergilendiği toplantılardan biri oldu. Bu mantık üç ana basamağı içerir:

a) Bilgi basamağı: Katılımcılar farklı yetişme tarzları, farklı meslek ilgileri olan kesimlerden seçilmişti. Bu, toplantıyı zaman zaman tam bir 'zengin sofrası'na çeviriyordu. Tartışılan ana konulara herkes kendi bakış açısını, o açının kazanımlarını sundu. Benim açımdan, toplantı gerçek bir bilgi şöleni oldu.

b) Eleştirel aklın ve analitik gücün ön planda olduğu ikinci basamak, Abant Toplantısı'nda hep el üstünde tutuldu ve bu gücü hiç kimse 'kişisel hesaplar' için kullanmadı.

c) Egzistansiyel (Varoluşsal) basamak: Abant Toplantısı'nda diyalojik halet-i ruhiyenin bu boyutu hiç eksik olmadı. Farklı inançlara, düşüncelere sahip olan insanlar, birbirlerinin 'duruşları'na sempati ile baktılar. Farklı duruşlarda var olmanın şartlarını, zihin ve hayal güçlerini kullanarak anlamaya ve yorumlamaya çalıştılar. Bu çabayı sergilerken arada-sırada zorlanmalar yaşandı. 'Benim duruşumun doğruluğu o kadar açık ki!' diye sesimizi yükselttiğimiz anlar oldu fakat sonunda daima 'Herkesi kendi duruşunda saygıyla kabullenme ve öylece tartışma adabı' demek olan 'diyalog ve hoşgörü' kazançlı çıktı. Sadece bu sonuç bile bir başarı sayılabilir.

5) Abant Toplantısı, birlikte yaşamanın temel şartı olan 'ortak payda'nın yakalanabilmesinin zor; fakat imkansız olmadığının mütevazı bir örneğini ortaya koydu. Yeterli miktarda iyi niyet, bilgi, tefekkür, müsamaha ve cesarete ülke sevgisi, demokrasi ve insan hakları konusunda gösterilen titizlik, milli birlik ve beraberliğimiz söz konusu olduğundan yeni düşünceler, yeni projeler ortaya koyma arzusu ve daha pek çok iyi şey, bir araya gelince ortak paydaya ulaşmak makul bir imkan olarak karşımızda belirebiliyor.

Yeni Bir Vizyon

6) Abant Toplantısı'nın en önemli sonuçlarından biri de basında ve görüntülü medyada uyandırdığı büyük ilgiydi. Abant Bildirgesi ülkede pek çok insanı düşünmeye sevk etti. Düşünenler, düşündüklerini yazdılar, konuştular. Bildirgede dile getirilen bazı düşünceleri 'devrim', 'rönesans', 'dinde reformun ilk işareti' diye görenler olduğu gibi, onları 'sakıncalı', hatta 'zırva' diye değerlendirenler de (sayısı çok az olmasına rağmen) oldu. Aslında var olan sonuç ne 'devrim' niteliği taşıyordu, ne de 'zırva' idi. O yeni bir ufuk, başka bir deyimle, 'yeni bir vizyon' arayışının belirtisiydi. Öyle bir ufuk ki, aklın nazari ve ameli gücünün kullanılmasını istiyor; problemlerinin çözümünde bilimi, tefekkürü, zengin ve kültürel mirasın sunduğu her çeşit imkanı işgörür vaziyette tutmayı amaçlıyor; insanların demokrasiyi, insan haklarını merkezde tutan bir devlet yapısı ve felsefesinin ışığı ve güvencesi altında birlikte barış içinde yaşayabileceklerine, yaşamak zorunda olduklarına inanıyor ve ayrıca inanıyor ki 'insan dünyada hayal ettiği, vizyona sahip olduğu nispette yaşar.'

Prof. Dr. Mete Tunçay:
Temel İnsanlık Değerlerini Paylaşıyoruz

'Abant toplantıları, 1998'den beri altı kere yapıldı. Ben bunların son üçüne katıldım. Ülkemizin gelecekte de, çağdaş dünyayla uyumlu olarak demokratik ve özgür bir yaşam sürebilmesi için, bu toplantılara hakim olan diyalog ruhunun yaygınlaşmasını zorunlu görüyorum. Toplantılardaki tartışmalarımız, sorunların çözümleri konusunda aramızda farklılıklar olmakla birlikte, hepimizin temel insanlık değerlerini paylaştığımızı ortaya koydu. Bu hiç kuşkusuz, aynı kültür gelenekleri içinde yetişmiş olmamızdan ileri geliyordu. Laikliği doğru anlamalı ve doğru uygulamalıyız. Türkiye'de dine inananlara, dinin kafalardaki egemenliğini geriliğin hem nedeni hem belirtisi sayanlar arasında en az iki yüzyıldır bir çekişme var. Din konusunda bilinemezciliği (agnostizmi) benimsemiş biri olarak, Hiçbir bilimin dinin karşıladığı manevi ihtiyaçları tatmin edemeyeceğini, onun yanıtlamak iddiasında olduğu soruları çözemeyeceğini düşünüyorum. Ama metafiziğe sığınmadan, özgür ve adil bir yaşam ahlakını kabul eden insanlar da bulunmaktadır. (Ben kendi payıma, onlardan biri olduğum kanısındayım.) Fakat bu görüşte olmak, bize 'ötekileri inançlarından zorla döndürmeye çalışmak hakkını vermez.

Sorun, Birbirimizi ötekileştirmeden ortak bir yurttaşlık bilinci içinde bir arada yaşama iradesine erişmektir. Bu düşüncelerle, Abant toplantılarında başlayan anlayışın gittikçe genişleyen çevrelere hakim olmasını, gelenekçilerle yenilikçilik arasındaki gerilimin sağlıklı bir biçimde aşılmasını diliyorum.'

Rhode Island-Abant Çizgisi

Abant Platformu'nda Din ve Devlet ilişkileri konusunda varılan uzlaşma metinleri ilginç bir şekilde ABD'nin kuruluş yıllarında her eyalette kabul edilen anayasalardaki ya da anayasalarına kaynaklık eden metinlerdeki din özgürlüğünü düzenleyen maddelere benziyordu. Bu elbette din özgürlüğünün yeniden keşfedilmesi gerektiğini ifade etmiyordu. Olsa olsa bu din özgürlüğü gibi evrensel bir kavramın kişi, kişilerin inancı, coğrafya, ülke, yönetim gibi değerlere göre değişmeyeceğini ifade ediyor. 1600-1700'lü yıllarda ABD toplumundaki din ve inanış özgürlüğü uygulamasına temel teşkil eden din özgürlüğü anlayışının bir benzeri yıllar sonra Abant Vadisi'nde ortaya konuluyordu. Orada farklı görüşlere sahip Hristiyanlar, burada farklı görüşlere sahip Müslümanlar din özgürlüğünün toplumun huzuru için vazgeçilmez bir gereklilik olduğunu tespit ettiler.

Belki çok fazla önemli değil ama ilginç bir de tevafuk var. Bu kararların alındığı Abant ile tarihsel anlamdaki ABD'deki Rhode İsland coğrafi konum itibariyle aynı paralelin üzerinde bulunuyor. Her ikiside 40 paralelin üzerinde.

New England ABD'nin kuzeydoğusunda dört eyaletten oluşan bölgeye verilen ad. Bu bölge, Avrupa'dan dini baskılar yüzünden kaçmış kişilerin ilk yerleştikleri bölge olma özelliğini taşıdığı gibi, Rhode İsland da Amerika'da dini özgürlüğün temellerinin de atıldığı bölgedir. İngiltere'den dini baskılar yüzünden kaçanlar Rhode İsland'ı her milletten dini azınlıklar için bir tür cennet olarak niteliyor, bunun da 'Allah'ın bir emri' olduğunu savunuyordu. (1644)

Amerika'da din özgürlüğünü sağlamaya çalışan ilk yasa olan Maryland Yasası(1649) 'inançlı bir Hıristiyan'ın hür ibadetinden ya da inancından dolayı taciz edilmemesi ve ayıplanmamasını; inancına aykırı bir din veya mezhebin esaslarını kabul etmeye ya da bu din ya da mezhebin gereklerine riayet etmeye zorlanmamasını' öngörüyordu. Massachusetts'deki püritenlerin (dini ayin ve merasimlere karşı çıkan dini topluluk) üyelerinin kendisine ve iki baptist arkadaşına yapılan eziyetlerin anlatıldığı bir eserde (A narrative of New Englands Persecution, 1652) Hz. İsa'nın hükümranlığını maddi değil, manevi kılıçla sürdürdüğünü, dini meselelerde vijdana baskı yapılmasının bir milletin huzur ve refahını bozacağını, insanları 'zahiren dindar ve dolayısı ile iki yüzlü'(münafık) yapacağını savunur: 'Rhode İsland sakinleri gelişmiş bir yönetimin dini konularda tam bir özgürlükle ayakta durabileceği ve en iyi şekilde korunabileceğinin canlı bir örneğini' oluşturuyorlardı.

1677 Batı New Jersey Haklar Sözleşmeleri'nde 'hiç kimsenin dini konularda bir başkasının vijdanını kontrol edecek güç ya da otoriteye sahip olamayacağı, hiçbir göçmenin dini meselelerdeki kanaati, düşünceleri ve Tanrıya ibadet şeklinden dolayı cezalandırılamayacağını, şahsına, malına ve ayrıcalıklarına zerre kadar zarar verilemeyeceğini ve vijdanlar üzerinde yalnızca tanrının hakim olabileceğini' belirtilir.

Abant Platformu bildirgesi ülkemizin geleceği adına, daha fazla özgürlük talep eden bir tür 'Aydınlar Dilekçesi' işlevi görüyor. Abant'ta Rhode İsland'da dünya üzerindedir ve dünyanın bir yerinde olanın diğer yerlerinde olmaması için elbette geçerli hiçbir sebep yoktur.

Herkes Demokratik Tövbe Etmeli

Abant Toplantılarının Türkiye'de demokratik gelişim sürecine katkıda bulunduğunda herkes müttefik. Bu yüzden olacak, 3. Abant Toplantısı'nın konusu olarak 'Demokratik Hukuk Devleti' olarak belirlendi Adından da anlaşılacağı gibi toplantıda her ne kadar anayasamızda Türkiye Demokratik sosyal bir hukuk devletidir yazsa da uygulamada bunun böyle olup olmadığı masaya yatırıldı.

Ve İlk tartışma konusu da bu farklılıktan ortaya çıktı. İnsanlar bu ülkede düşündüklerini korkusuzca açıklayabiliyorlar mıydı?

Mesela Prof. Dr. Hayrettin Karaman 'İslamcıların' takiyye yaptıklarını kabul edip onları demokratik tevbeye davet etti. İşte yeni bir kavram daha: Demokratik tevbe.

Herkes Takiyye Yapıyor

'İslamcıların bugün güç korkusuyla takiyyeye sığındıkları bir gerçektir. 28 Şubat'tan önce konuştuklarıyla 28 Şubat'tan sonra söyledikleri farklıdır. Bir nevi demokratik tevbe gibi. Aslında tüm kesimler demokratik tevbeye gelmelidir... Türkiye'de bir çok ideoloji mensubunun karşı tarafı bastırarak yok etmek istediği biliniyor. Daha önce komünistler bunu denedi. İslamcılar da aynı şeyi yapmaya çalıştı. İslamcılar öyle laflar etmişlerdir ki lafta kalmayıp öyle faaliyetlere, öyle örgütlenmelere girmişlerdir ki başka ideolojilere mensup samimi insanların korkmasına neden olmuşlardı. Bu korkunun meşru bir zemini vardır.

Bugün bir ideoloji ya da dinin diğerini yok edemeyeceği ortadadır. O zaman soru şudur: O zaman bu ideolojiler ve dinler bir arada nasıl var olabilir?'

Prof. Karaman bir kısım 'islamcı' gazetelerin kanserden ölen Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Oramiral Güven Erkaya'nın ardından attığı 'Hakkımızı helal etmiyoruz' başlıklarını da Abant'ın gündemine taşıdı ve 'Hakkımızı helal, etmiyoruz başlığı toplumsal barışı zedeledi. Gideceğimiz başka Türkiye yok' dedi.

'Türkiye'yi bölmeden parçalamadan, o üzerinde çokça durulan kültürel çatlağı büyütmeden bu çatlağın her iki tarafındaki insanların birbirleriyle savaşmasına sebep olmadan bu ülkenin nimetlerini paylaşmak istiyorsak, karşılıklı saygı içerisinde birlikte yaşamak istiyorsak yarayı kaşımaktan, arı kovanına çomak sokmaktan uzak durmalıyız. Bu tür manşetler toplumsal barışı zedeler... Bir demokratik tevbe söz konusu ise onu sadece totaliter islamdan söz edenlere değil, bütün totaliterlere teklif etmek gerekir...'

Demokrasinin toplumdan topluma farklı anlamlar kazandığı da ortada. O halde sabit bir demokratik tavırdan söz etmek de mümkün değil. Her devlet kendine göre demokrasi uygulamalarına gidebilir:

Hüseyin Çelik:

'Demokrasi toplumdan topluma farklılık kazanır cümlesi Türkiye'deki bazı anti demokratik kurumlara meşruiyet kazandırır. Mesela MGK anayasal kuruluş ama demokratik değil.'

Bu toplantının son gününde toplantıya katılan aydınlar toplandıkları otelin bahçesine demokrasiyi temsilen bir ağaç diktiler ve bu ağacın Türkiye'deki demokrasiye paralel olarak büyümesini temenni ettiler.

Rahmetli sanatçı Cem Karaca bu toplantıdan sonra katılımcılara bir konser verdi.

Bülent Arınç: AB'yi Savunuyorum

Benim 10 yıl önce yaptığım konuşmaların kasetlerini dinleseniz tüyleriniz diken diken olur herhalde. Benim oluyor çünkü. Avrupa Birliği üyeliğini istemek o zaman benim için vatan hainliğiyle eşdeğerdi. Egemenlik hakkının ihlali olarak görüyordum bu projeyi ve savunucularının ilgili ceza kanunu maddelerine göre yargılanması gerektiğine kaniydim. Ama şimdi AB'ni savunuyorum. İnanarak savunuyorum.

İlber Ortaylı: Son Derece Faydalı Buluyorum

Abant Platformu, her yerde rastlanan bir toplantı değil. Garp toplumlarında da çok ters istikametlerden aydınların bir araya gelip her sene 3 gün boyu tartışmaları pek rastlanır durum değil. Herhalde bizde aydın sınıf dışlandı, ıstırap çekti. Ondan dolayı bir araya geliyorlar. Çok kalabalık. Son derece esaslı bir birliktelik bu platform. İnşallah devam eder. Son derece faydalı buluyorum. Birtakım sivri üsluplar kullanılmıyor değil ama törpüleniyor burada. Laiklik gibi konseptlerin toptan reddedilip kaldırılması, sayıyla ilgili bir iş değil. Bu Türk siyasi hayatında bir konsepttir. Sorun çok daha derin.

Dücane Cündioğlu: AB Standardında Devlet!

III. Abant Toplantısı'nın yayımlanan sonuç bildirgesinde yer alan 4. maddenin yazımı şu 3 aşamadan geçmiş: 1. Demokrasi ile İslam arasında bir uyumsuzluk yoktur. 2. Demokrasi İslâm'ın hasmı ya da alternatifi değildir. 3. İslam demokratik hukuk devletinin önünde bir engel değildir. Bu ifadeler arasındaki farklılıklar ve değişiklikler ne sebeple veya ne tür hassasiyetlere binâen yapılmış olursa olsun sonuç değişmiyor. Maddenin yayımlanan son hali, Abant Platformu'ndan beklenen hizmeti yerine getiriyor; dolayısıyla tarihinin, coğrafyasının ve kimliğinin, Türkiye'nin Avrupa Birliği içerisinde yer almasına engel teşkil etmeyeceği konusunda ilgililere bir nevî taahhütte bulunuluyor. Türkiye'nin, mevzuâtını -hem resmî, hem sivil etkinlikler aracılığıyla- Avrupa Birliği'nin standartlarına uydurma çabaları içerisinde Abant Platformu ile Diyanet İşleri Başkanlığı'nın üstlendiği rol, hiç kuşkusuz ki çok önemli... Vatikan müzakerelerini hem resmî, hem sivil temsilcilerle sürdüren Türkiye, sonbahar hazırlıklarını da aynı kanallara tevdî etmiş görünüyor. Bu bakımdan Abant Sonuç Bildirgesi'nde siyasî merkezin istemediği, rahatsız olduğu bir söylemin değil; bilakis siyasî merkezin -şimdilik- istediği, hoşnut kaldığı bir söylemin seslendirildiği söylenebilir.

'Hukuk Devleti' Bildirisi

1. Demokratik hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ilkesiyle ve temel hak ve özgürlükler çerçevesinde toplumun idaresini esas kabul eder ve meşruiyetini bu evrensel değerden alır.

2. Demokratik hukuk devleti, şiddet içermeyen bütün inanç ve düşünce sistemleri ve bunlara dayanan hayat tarzları karşısında eşit mesafede durur.

3. Demokratik hukuk devleti, doğal bir olgu olan toplumsal çeşitliliğin, bütün unsurlarının temel hak ve özgürlüklerini eşit ve aynı biçimde güvence altına alan bir toplumsal sözleşme anlayışına dayanır.

4. İslam demokratik hukuk devletinin önünde bir engel değildir.

5. Ülkemizin bugün karşı karşıya bulunduğu siyasi, idari, toplumsal ve kültürel sorunların hepsinin çözümünde demokratik hukuk devletinin tam anlamıyla tesis edilmesi, temel amaç olmalıdır. Bu açıdan, bazı ciddi kusurları ve noksanları bulunmakla beraber, Türkiye'nin demokratikleşme sürecinde bugüne kadar sağladığı kazanımlar da göz ardı edilmemelidir. Nitekim keyfî iktidarın Anayasa ile sınırlandırılmasına yönelmiş, Osmanlı meşrutiyetlerinden sonra kurulan Cumhuriyetimiz de giderek daha demokratikleşmektedir.

6. Türkiye'de Demokratik Hukuk Devleti'nin tesisi, farklı dünya görüşlerine veya kültürel özelliklere sahip toplumun değişik kesimlerini barışçı bir biçimde bir arada yaşayabilmelerinin ve ortak bir yurttaşlık bilinci geliştirebilmelerinin ön şartını oluşturmaktadır. Bu çerçevede, hiçbir birey veya gurubun siyasetten veya kamu hayatından dışlanmaması gerekir.

7. Bu yönde atılacak adımlar, Türkiye'nin insan hakları ve demokratikleşme ile ilgili uluslararası taahhütlerine sadık kalması bakımından önemli olmakla beraber, özünde Türkiye toplumunun kendi varlık, dirlik ve düzenlik meselesidir.

8. Ülkemizin yeni ve sivil bir anayasaya acilen ihtiyacı vardır. Bu çerçevede, yurttaşların kendi anayasalarını yapmaları yönündeki düşünceyi ve sivil girişimleri destekliyoruz. Sivil-demokratik anayasa girişiminin, başta siyasal partiler, seçim ve ceza mevzuatımız olmak üzere temel yasaların düzeltilmesiyle tamamlanması gerekir.

9. Sivil ve siyasal özgürlüklerin güvence altında olması demokratik hukuk devletinin vazgeçilmez şartıdır. Bu bağlamda, şiddet kullanmaya açıkça teşvik biçiminde olmamak kaydıyla, her türlü düşüncenin özgürce ifade edilebilmesi ve örgütlenebilmesi esas olmalıdır.

10. 'Hikmet-i hükümet' anlayışından hareketle devletin hiç bir kurumunun, hiçbir icraatında, hukukun üstünlüğü ilkesi göz ardı edilemez. Demokrasilerde devletin, hukukun dışında ve üstünde meşru bir varlığı yoktur.

11. Demokratik hukuk devleti, çoğunluk iradesinin mutlak egemenliği düşüncesiyle de bağdaşmaz. Demokratik çoğunlukların bile temel özgürlükleri ve hukuk devleti güvencelerini ortadan kaldırma hakkı yoktur.

12. Demokrasiyi korumak ve geliştirmek, resmî kurumsal yapıların değişmezliğini sağlamakla değil, demokratik yöntem ve kurumları desteklemek ve yeniden yapılandırmakla olur. Kamusal alandaki sorunlarımızın üstesinden gelmenin yolu, demokrasiyi ertelemek değil, demokratik siyaset alanını daha da genişletmektir.

13. Demokratik hukuk devletinde yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesinden hiçbir biçimde vazgeçilemez. Hukuk uygulayıcılarının siyasal ve ideolojik mülahazalarla hareket etmemeleri esas olmalıdır.

14. Ülkenin iktisadi varlıklarının büyük bir kısmının devletin elinde olması, iktidarların iktisadi hayata keyfi müdahalelerde bulunmasına imkân sağlamakta, bu temel özgürlükler için tehdit olabildiği gibi, siyasi yozlaşmanın da nedenlerinden birini teşkil etmektedir. Yurttaşlar arasında vergi ödeme ahlâkının, kamu otoriteleri açısından da harcamalarda saydamlık ve hesap verme anlayışının yerleşmesi, demokrasimizin sağlığı bakımından son derece önemlidir. Bu bağlamda devletin sosyal adalet uyarınca, gelir dağılımındaki bozuklukları ortadan kaldırması, erişilmesi gereken önemli bir hedeftir.

15. Mevcut merkeziyetçi hantal bürokratik yönetim yerine, yerel topululukları il, ilçe, belde ve köy düzeyinde sisteme ortak eden, katılımcı yönetimi, üniter devlet anlayışı içinde yapılandıracak bir idari reform gerekmektedir.

16. Demokratik sistemin önemli bir unsuru olan medyanın kendi gücünü, demokratik işlevi ile ilgili olmayan iktisadi ve ticari çıkarlara alet etmesi, basın ahlâkına ve tarafsızlık ilkesine aykırı yayın yapması, demokrasiyi zedeleyen etkenlerden biridir. Medya sahipliğinde, tekelleşme 'devlet'le karanlık ilişkilere girme ve yargı sürecini etkileme eğilimleri, demokratik hukuk devleti anlayışı ile asla bağdaşmaz.

17. Demokratik hukuk devletinde siyasal kararlar alma yetkisi, halkın demokratik usûllerle seçilmiş temsilcilerine aittir. Sivil ve askerî bürokrasi, sadece demokratik yöntemlerle belirlenen politikaların uygulanması ile görevlidir.'

Abant Toplantıları'nda gözle görülen bir eksiklik 'Kadınların toplantılara katılmaması'. Aslında toplantıya hanım akademisyenler, bilim adamları davet ediliyor, ancak çoğu mazeret bildirip katılmıyor. Ancak ilk toplantılara göre son toplantılarda kadın temsilci oranı artıyor.

Uzlaşmak İhanet Değildir

Sosyalist ve ilahiyatçı aynı mutfakta... 4. Abant, Toplantı'lara ilk defa katılacak olan Prof. Dr. Mete Tunçay'ın 'transferi' haberleri ile başladı. Bu toplantı Hürriyet Gazetesi'nde Mehmet Aydın ve Mete Tunçay'ın aynı toplantıda buluşması sebebiyle 'Sosyalist ve ilahiyatçı aynı mutfakta' başlığı ile duyuruldu. Gazete, Mete Tunçay'a bu toplantılarla Fethullah Gülen'in ilişkisinin kendisini rahatsız edip etmediğini sordu ve O'ndan 'Uzlaşmak ihanet değildir' cevabını aldı:

'Bu toplantının ne başında ne sonunda ne de ortasında o isim hiç olmadı, hiç geçmedi, bahis mevzuu olmadı. Fethullah Gülen'e güvenen sempati duyan insanların bu işin arkasında maddi olarak bulunduğunu hissediyorum. Bu gayet açık bir şey. Ama konuların saptanmasında, insanların çağrılmasında oradaki tartışmalarda hiç bir zaman Hoca Efendi'nin hoşuna gider-gitmez diye bir şey yapılmadı. Biz böyle bir dedikodudan dolayı geri duracak kadar yüreksiz değiliz. İşi pek bilmeyenler ve uzaktan bakanlar hayret ediyorlar. Oturup anlattığımda hak veriyorlar. Öyle bir gelenekten geliyoruz ki, uzlaşma ihanet demek. Uzlaşmanın nefret edilen kavramdan, kabul edilen kavram haline gelmesi ilginç. Müminler arasında da her türlü siyasi islamı uzlaşma olarak gören ve sayan bağnaz küçük azınlıklar var.'

Abant'ın gizli gündemi yok

Prof. Dr. Mehmet Aydın'da Fethullah Gülen faktörünü şöyle değerlendiriyor:

'Bana düşünce, yön istikamet empoze etmek hiç kimsenin haddi değil. Biz bir hareketin ajanı olarak çalışmıyoruz. Bu memleketin iyiliğine düşündüğümüz konuları başkalarıyla paylaşmak istiyoruz. Bunun arkasında bir şey aramak veballi bir iş. Oraya katılan bütün arkadaşlar adına konuşuyorum, görüneni telaffuz edilenin ötesinde başka bir şey yok. Abant gizli gündemi olmayan bir programdır. Abant'tan sonra yüzüme karşı söylemişlerdi: Yahu hocam senin öyle kozmopolit bir yerde ne işin var. Geç öğrendik ama hayat kozmopolit.'

Abant Danışma Kurulu, sene içinde yaptığı toplantılar neticesinde, 4. Abant Toplantısı'nın konusunu 'Çoğulculuk ve Toplumsal Uzlaşma' olarak belirlemişti. Aslında Abant toplantılarının konuları bir bütünlük gösteriyordu. Bir önceki Abant'ta sonuç bildirisine bir cümle ile de olsa yansıyan 'toplumsal sözleşme' ifadesi bir yönüyle sonraki toplantının konusunun ne olacağını belirlemişti. Böylece her yıl Abant'ta yapılan toplantılar esnasında bir sonraki yılın konusunun da kendiliğinden belirlenmiş olması bir gelenek haline dönüşüyordu. Burada Türkiye için en hayati konular bir bir masaya yatırılıyor ve Türk bilim adamları ve aydınları tarafından çözümlenmeye çalışılıyordu. Cumhuriyet tarihimizin bu en önemli toplantılar serisi 4. yılında özellikle aldığı ortak kararlar ile ülkemizin Çoğulculuk ve Toplumsal Uzlaşma anlamında hem sorunları gösterme, hem de çözümleri ifade etmesiyle farklılığını ortaya koyuyordu.

Prof. Dr. Mehmet S. Aydın, 'Çoğulculuk ve Toplumsal Uzlaşma' konulu toplantının açılışını şöyle yapıyordu:

'Abant Toplantılarının belki en önde gelen özelliklerinden biri, ülkemizde tartışılan, hayati bir önem arzeden problemlerin, sırayla birbirleriyle bir bakıma bağlantılı olarak ele alınmasıdır. Ve bu konular tartışılırken de hemen hemen her düşünce çizgisinin temsil edilmesi isteniyor. Türkiye'de İnsanımız düşüncelerini tartışabilecek, konuşabilecek sabır ve dayanıklılık içinde olsun. Yeter ki başka görüşlere en azından tolerans ile bakabilsin; ve hiçbir ayırım yapmadan işin sadece ilmî, fikrî, akademik ve siyasi boyutları içinde meseleleri ele alabilsin ve işleyebilsin.

IV. Abant Platformu'nun konusu, 'Çoğulculuk ve Toplumsal Uzlaşma.' Zaten bu konu, bizim yolumuzun üstündeki konulardan biriydi. Hatırlayacağınız üzere birinci toplantımızın konusu din ve laiklikti. Onun da sonunda varmak istediği yer, toplumsal uzlaşmaydı. Dolayısıyla, orada birtakım tanımlarımız oldu, tekliflerimiz oldu. Mesela, laiklik ve din anlayışımızla ilgili birtakım tespitlerimiz ve tekliflerimiz oldu. Onların hepsinin arkasında, hakikaten bu sene üzerinde önemle duracağımız çoğulculuk dediğimiz şeyin kendisi vardı zaten. Eğer bir ülkede kültür, din ve insanlık gibi büyük kavramlar bir tek çizgi üzerinde tanımlanmak istenirse, öyle bir çabada düşünsel çoğulculuk olmuyor. Mesela, eğer bir dinî anlayış veya kültür kendi içinde farklı anlayışlara ve yorumlara izin vermiyorsa, orada hem ciddi bir kısırlaşma oluyor, hem ciddi bir zayıflık ortaya çıkıyor. Üstelik, toplumsal hayata yansımasında da barışı bozan, uzlaşmayı tehdit eden bir durum ortaya çıkarıyor.

Yine biz Abant güzergâhında 'hukuk devleti' üzerinde önemle durduk. Hukuk devletinin en önemli özelliklerinden biri, zaten bu çoğulculuk dediğimiz, insanların farklı inanışlarını, tutumlarını, dünya görüşlerini ve bakış tarzlarını bir bakıma birbirini yok eden unsurlar değil ama birbirlerine katkıda bulunan unsurlar olarak görmektir. Önemli olan şu ki, hayat dünyasına baktığımızda da, biz çeşitliliği ve farklılığı görmekteyiz. Elbette bu, her farklılığın mutlaka çok önem arzettiği manasına gelmeyebilir ama en azından bunların bilinmesi lazımdır. Farklılıklar ve farklı yaklaşımlar bilinmeli, tanınmalı ve onların varlıkları kabullenilmelidir. En azından bunlara toleransla yaklaşılmalıdır. 4 senedir buraya gelen arkadaşlarımız biliyorlar, Abant'ın gizli bir gündemi yok. Abant'a katılanlar gizli bir gündemi beceremezler zaten. Katılımcıların % 80'i üniversiteden gelen hocalardır. Biz öğretmenler mazlum insanlarız. Öyle o kadar arka gündemli, derin ya da gizli gündemli toplantıları zaten beceremeyiz. Kaldı ki, bu hakikaten Abant Platformu'nun felsefesine de aykırıdır. Ne konuşuluyorsa odur. Ne gibi bir karara ulaşılıyorsa veya ulaşılamıyorsa, odur.'

Yenilikçiler

Konu, Toplumsal uzlaşma... Müslümanlar ile solcular birarada. Gizli gündem yok. Ve bu toplantının en önemli konuklarından birisi bugünün TBMM Başkanı Bülent Arınç. O sıralarda ne AK Parti var ne de İktidar.

Bülent Arınç'ın içinde bulunduğu siyasi harekete 'Yenilikçiler' deniliyor. Bülent Arınç'a gazeteciler 'Abant toplantılarına yenilikçilerin gölgesi mi düştü? Diye sordular. O da 'Burada siyasi kimliğimizin ötesinde konuşuyoruz. Ayrıca ben vakıfların kimin gölgesinde olduğuna inanmam. Abant platformunun faydalı işler yaptığına inanıyorum.'cevabını veriyor.

Abant Toplantılarının başından beri katılımcısı olan Durmuş Hocaoğlu bu toplantıda ilginç sözler sarfetti. Kurtlar vadisinde duyduğumuz türden sözlerdi bunlar:

'Devlete yakın olan özgürlüğe uzaktır... Biz yeterince demokrasi talebinde bulunmuyoruz. Demokrasi verilmesi gereken bir hak gibi görülüyor. Oysa demokrasi alınır. Bunun yapılabilmesi için de devletle göbek bağının kesilmesi gerekir. Üç günlük kuzunun anasının peşinden koşması gibi herşeyini hatta demokrasisini bile devletten bekleyen toplumun demokrasiye ulaşması mümkün değildir. Hiç bir otorite kendi iradesiyle kendisini sınırlandırmaz. Devletin karşısına toplumsal mukavele ile çıkmalıyız. Devlete meşruiyeti millet verecektir. Milletin bu iradeyi ortaya koyması lazımdır.'

Hüseyin Çelik ise sistemin insanları tek tipleştirmek peşinde olduğunu söyledi:

'Farklılıkların kabul edilmesi lazım. Kemandan zurna sesi, zilden davul sesi çıkartmasını beklemeyezsiniz. Orkestra şefinin mahareti farklı sesleri hoş bir armoniye dönüştürmesindedir. Osmanlı Türkçesinde buna kesret içinde vahdet, çokluk içinde birlik denir. Süleymaniye camii muhteşem bir eserdir. Onun yapımında kullanılan ağaçta pirinçde mermerde diğer maddelerde birbirinden farklıdır. Ama hepsi önemlidir ve bütünlük içinde Süleymaniyenin güzelliğine katkıda bulunurlar.'

Abant toplantılarının 28 Şubat sürecinin fırtınalı zamanlarında başlaması belki de eleştirilebilirdi. Ama bu toplatıların bu zamanda başlaması belkide çok iyi bir netice verdi. Sosyolog Prof. Nilüfer Göle Milliyet'ten Derya Sazak'a verdiği bir mülakatta Abant toplantılarının 28 Şubat'ın farklı kesimler arasına koymaya çalıştığı duvara karşılık farklı kesimlerin birlikteliğini kurumsallaştırdığını söylüyor:

'Artık eskisi gibi bizi ayıran kalın duvarlar, hatta coğrafya farkı yok. Eskiden islami kesim müslümanlar denince taşra akla geliyordu, karşısında kentliler. Kürt meselesi denince bir doğu vardı, bir de batılılar vardı. Şimdi coğrafya olarak da yanyanayız, kentli batılı birlikteyiz. Yakınlaştık. Aynı parlamentoyu, kenti mekanları plajları paylaşıyoruz... 28 Şubat bu yakınlığı reddediyor. Hala inkar ediyor, olmadık bir duvar koyuyor. Ama sivil toplum, örneğin Abant Platformu gibi neredeyse bu birlikteliği kurumsallaştırıyor. Zihinsel olarak uzlaşının ipuçlarını görüyoruz. Hatta yüzyüze biraraya gelme, ama çoğulculuğun alt yapısını kuramıyoruz, hukuk, kurum ve yönetim ister...' (Milliyet, 16 Temmuz 2001)

Çok Renklilikte İttifak...

1. Çoğulculuk, ancak hukukun üstünlüğünü esas alan, insan haklarına dayalı, demokratik ve laik bir rejimde gerçekleşebilir. İnanç, düşünce ve ifade, öğrenim ve örgütlenme özgürlüğü başta olmak üzere sivil ve siyasal özgürlükler çoğulculuğun ön şartıdır. Bu anlamda özgürlük olmadan çoğulculuk olamayacağı gibi; kalıcı bir toplumsal barış ve uzlaşma da sağlanamaz.

2. Demokratik çoğulculuk, kutuplaşmaların ortadan kaldırılmasını, siyasal ve ulusal birliğin güçlenerek sürdürülmesini sağlar. Çoğulculuğu gözeten bir uzlaşma, toplumsal sözleşmeye dayanan yeni bir anayasada ifadesini bulmalıdır. Bu husus, toplumun farklı kesimlerinin eşitlik statüsünde bir araya gelerek 'çokluk içinde birlik' ilkesi uyarınca anlaşabilmelerine bağlıdır.

3. Farklılıkların tanınmasına dayanan çoğulculuğun temel hedefi, toplumsal uzlaşmaya varmaktır. Bu uzlaşmadan kastedilen, farklı olanların dönüştürülmesi değil; söz konusu farklılıklarla birlikte yaşamanın gerçekleştirilmesidir.

4. Uzlaşmayı hedefleyen çoğulculuk anlayışı ve farklı kimliklerin bir arada yaşaması her kimliği ve kültürü zenginleştirebileceği gibi; onların etkileşimine ve değişimine de imkân sağlar. Bu süreçte toplumun ortak değerlerini güçlendirmek ve yenilerini üretmek önemlidir.

5. Toplumsal uzlaşma, aynı zamanda ahlaki bir meseledir. Bu itibarla, 'öteki'ni kendimiz kadar 'saygı değer' kabul etmeden gerekli uzlaşmaya varılamaz.

6. Siyasal çoğulculuk, çoğunluğun yönetimi kuralı ile çelişmez. Ancak çoğunluğun tercihleri uygulanırken çoğunluğun dışında kalanların da haklarının gözetilmesi demokratik rejimin temel ve vazgeçilmez bir ilkesini oluşturur.

7. Çoğulculuğun hayata geçirilmesinde toplumun maddi refahının önemli bir payı vardır. Öte yandan, demokratik çoğulcu yaşam da ekonomik kalkınmaya büyük katkı yapar. Ekonomik refahın yurttaşlar arasında adaletli dağıtılması, çoğulculuğun temellerini pekiştirmekle kalmaz, demokrasiye olan inancın ve güvenin artmasına da hizmet eder.

8. Her toplumun çoğulculuğu, kendi tarihsel ve toplumsal tecrübelerinden beslenir. Toplumumuzun da tarihsel ve sosyo-kültürel birikimi ve tecrübesi, çoğulculuk için önemli bir kaynak oluşturmaktadır.

9. Modernleşme adına homojen bir toplum yaratma çabaları kabul edilemez. Siyaset, türdeşlik yönündeki bir toplumsal dönüşümün aracı olamaz. Türkiye'nin temel sorunlarından biri, devlet yönetimi ile halkın talepleri arasındaki uyuşmazlıktır. Devlet, toplumu bir inşa alanı olarak görmekten ve 'toplumsal mühendislik' yapmaktan vazgeçmeli; toplumdaki farklılıkları tanıyarak tercihlerini dikkate almalıdır. Türkiye'nin, bütün vatandaşlarına ve her toplumsal kesime eşit mesafede duran, bütün farklılıkların kamusal alanda temsil edilmesini mümkün kılan bir devlet anlayışına ihtiyacı vardır.

10. Siyasal çoğulculuğun önünün açılabilmesi için Anayasa, siyasal partiler ve seçim kanunlarında demokrasinin evrensel kurallarına uygun değişiklikler yapılması acil bir ihtiyaçtır. Bu bağlamda, fikriyatı ve faaliyetleri herhangi bir şekilde şiddet içermeyen partilerin siyasetten men edilmeleri önlenmelidir. Bununla beraber, siyasetin finansmanının ve kamu harcamalarının şeffaflaşması ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesine imkân sağlayacak düzenlemelerin yapılması da zorunludur.

11. Çoğulculuk ve uzlaşma ile ilgili olarak alınan bu kararların hayata geçirilebilmesi için eğitim ve öğretim, Türkiye'nin sosyo-kültürel gerçeklikleri doğrultusunda, sivil toplum örgütlerinin katkılarıyla yeniden düzenlenmelidir.

Sonuç olarak, bütün önerilerimizde 'çoğulculuk' derken çeşitli toplumsal oluşumları adlandırmayışımız, her adlandırmanın politik bir duruşu ön plana çıkarabileceği endişesiyledir. Arzumuz, her türlü adlandırma ve politik duruşun kendini ifade edebileceği bir Türkiye'dir. Çoğulculuk ve toplumsal uzlaşma, kadın-erkek eşitsizliği başta olmak üzere, bireylerin cinsiyet, ırk, dil ve din gibi hiçbir ayrıma tâbi tutulmaksızın bütün temel hak ve özgürlüklerden yararlanmasını zorunlu kılar.

Alev Alatlı: Abant Ana Arterdir

Güzeldi güzeldi. Ağırlama olağanüstü özenliydi. Vakıf, katılımcılara ülkemizde az rastlanır bir imkân sunmuştu. Kendi adıma minnettarım.. Durmuş Hocaoğlu'ndan Mehmet Ali Kılıçbay'a, Ali Coşkun'dan Kemal Karpat'a, Mehmet Altan'a, Reha Çamuroğlu'ndan Ali Bulaç'a kadar ülkemiz entelijansiyasının renklerini aynı masa etrafında toplanmış görmek güzeldi. Tartışmalarda adabın gözetilmiş olması güzeldi. Kimsenin kimseye küsüp gitmemesi güzeldi. 'Sonuç bildirgesi' bir uzlaşma metni, yani katılımcı çoğunluğun bireysel mütalaalarını doğrudan hükümsüzleştirmediği için tümüyle reddetmedikleri, 'genelde kabul edilebilir' düşünceleri yansıtıyor. Türkiye'nin kaderini değiştirebilecek nitelikteki insanlarını bir araya getiren Abant Platformu, ana-arter doğruları aşamayan bir bildirgeyle sonuçlanmışsa, bunun nedeninin toplumsal yapımızı şekillendiren uzlaşma kültüründe aranmasının yerinde olacağını öneriyorum. Aklı ahlâktan koparan, bireyi mevcut süreçlere yabancılaştıran toplumsal psikolojimizi masaya yatırmamız gerektiği kanısındayım.

Ya AİHM ya da İstiklâl Mahkemeleri...

Abant Platformu her yıl sağcı-solcu, mümin-münkir gibi her gruptan insanı biraraya getirip kavgasız ve karşılıklı saygıya dayalı bir ortamda fikir tartışması yaptırmaya devam ediyor. Küreselleşme konulu toplantıda konuşan Prof. Dr. Mete Tunçay 'Ne yazık ki bu yöntem başka çevrelerce benimsenmiyor.

Ancak demokrasi olacaksa başka yöntem de yok' diyordu.

Elbette aynı ülkede yaşayan insanların bir kısmını baskı altında tutan yönetim tarzına demokrasi denilemezdi. Abant platformu demokrasiye katkısı kadar ülkedeki ortamı da gözeterek çalışmalarını sürdürüyor, bunu da Mehmet Aydın şu sözlerle açıklıyordu:

'Küreselleşmeye karşı çıksak da üzerinde çalışmak zorundayız. Bu günlerde Ankara'nın ateşi zaten yüksek, bu yüksek tansiyona biz de katkıda bulunmayalım, toplantı dengeleyici olsun'

Küresel Kontrol

Küreselleşme son yıllarda gündemimize giren bir kavram ve her kavramın olduğu gibi bununda taraftarları ve karşıtları var. Mesela Alev Alatlı bu kavrama karşıydı. O'na göre dünya küreselleşmiyor, sadece bazı şeyler daha hızlı değişmeye başlıyordu: 'Küreselleşiyor denilen dünyaya bakıldığında sadece Ruanda'da 12 milyon insan açlıktan ölüyor. Küreselleşme denen şey aslında bir imparatorluk. Küreselleşme kendi kendine olmadı. Bu imparatorluk bazı güçler tarafından bilerek ve isteyerek oluşturuldu. Bu süreci ittiren ABD ve AB değil. 100 ya da 200 bin kişilik bir kartel gücü ellerindeki parasal imkanlarla dünyayı kontrol altında tutuyor.'

Dünyaca ünlü tarihçi ABD Wisconsin Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Karpat'da bu toplantıdaydı. Küreselleşmenin bazı ülkelerin kendi değerlerinden fedakarlıklarda bulunmayı gerektirdiğini söyledi ve 'Küreselleşen dünya ulus devlet anlayışından uzaklaşmayı gerektiriyor. Ulus devletler bu süreçte var olmaya devam edecek, ancak uluslararası bir üst yapının araçları veya uzantıları haline geleceklerdir. Bu nedenle Türkiye'nin küreselleşen dünyadaki konumunu çok iyi düşünmesi gerekir' dedi. Karpat'a göre Türkiye süratle küreselleşmeye yönelmeliydi.

Durmuş Hocaoğlu bu toplantıda bir tartışmanın fitilini ateşleyen kişi oldu. Hocaoğlu toplantıya katılan liberallerin çok despot davrandıklarını gördüğünü bu yüzden 'liberalleri biraz daha liberalleştirmek gerektiğini' söyledi ve 'Atatürk yaşasaydı bu AB yanlılarını istiklal mahkemelerinden yargılardı. Bu ilginç söze cevap liberal görüşleri ile tanınan Doç. Dr. İhsan Dağı'dan geldi. 'Küreselleşmeye müdahil olmazsak marjinalleşiriz. Liberallerin iç kritiğe ihtiyacı olabilir, ancak ben AB yanlısı bir insane olarak İstiklal Mahkemesi'nde yargılanacağıma Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yargılanmayı tercih ederim.' Bu sözler salonda büyük bir alkış tufanı kopartmaya yetti.

Abant platformunda küreselleşme konusu tartışılıyordu ama küreselleşme tartışmasından Türkiye'nin AB'ye üyeliğine destek çıktı. Fakat küreselleşme konusunda bir mutabakata varılamadı. Ancak yine de ortaya bir ortak metin çıkarılması başarıldı.

Küreselleşme tartışmalarında Prof. Mehmet Aydın yine en kapsamlı ve uzlaştırıcı açıklamaları ile dikkat çekti:

'Küreselleşme'nin, klasik deyimimizle, 'efradını cami, ağyarını mani' bir tanımını yapmak mümkün değil. Çok boyutlu bir kavram. İktisadi, mali, siyasi, hukuki, kültürel vs. boyutları var. Her genel kavramın başına gelen, 'küreselleşme'nin de başına geldi. O kadar farklı tanımlar yapılıyor, kelimeye o kadar farklı anlamlar yükleniyor ki, kavram adeta 'anlam bunalımı'na giriyor. Kimilerine göre çağın en büyük 'nimeti', kimilerine göre ise 'zulmet'i; pek çok kötülüğün temel kaynağı.

Madalyonun Öbür Yüzü

Önce 'nimet' tarafına kısaca temas edelim: Küreselleşme genellikle 'malların, hizmetlerin, bilim ve teknolojinin, hatta kültür araçlarının bazen sınırlarını zorlayarak, bazen de gönüllü taşıyıcıların eliyle dünya (globe) düzeninde yayılması' biçiminde tanımlanmaktadır. Küreselleşmenin üç temel direği bulunmaktadır. İktisadi hayatta rekabete dayanan serbest piyasa ekonomisi ve bunun güvencesi niteliğinde olan liberal (yahut neo-liberal) demokratik siyasi bir yapı; 'doğal' sayılabilecek (yani zorla empoze edilmeyen) 'seküler' bir süreç içinde dinlerin, kültürlerin birbirleriyle temasa geçmesi ve bu anlamda yakınlaşması. Bu süreç ekonomiyi, siyaseti, genel siyaset kültürünü, çeşitli hayat vizyonlarını çoğu kez olumlu bir yönde etkiliyor. Toplumu dönüştürüyor. Enformasyona dayalı alt yapı dünya genelinde çok sayıda insanın teşebbüs gücünü, rekabet vizyonunu kamçılıyor; tüketim zevkini çeşitlendiriyor, zenginliği yayıyor. Bu gidiş, hukuku ve siyaseti derinden etkiliyor. Uluslar üstü sermaye her iki alanda da liberal değişiklikler talep ediyor. Ekonomik yetersizliklerin, üstü örtük uygulamaların, ekonomiyi siyasete kurban etmenin yollarının tıkanmasında, şeffaflığın gerekliliğinde ısrar ediyor. Dolayısıyla, toplumu bütünüyle dönüştürüyor. Küreselleşme yanlılarına göre bu süreç, tıpkı selefi 'modernleşme' gibi zaten önlenemez, durdurulamaz.

Madalyonun bir de öbür yüzü var: Acaba ekonomik globalleşmeyi hangi aktörler yönlendiriyor? Globe'un ne kadarı bu sürecin merkezinde, ne kadarı çevresinde, ne kadarı büsbütün dışında kalıyor? Globalleşme bir kapital ve patronlar diktatörlüğü doğurmuyor mu? Dünya zenginliğinin dağılımını kimler, hangi ölçülere dayanarak yayıyor? Globalleşme sürecinin hızlanması, işsizliği ve yoksulluğu ne kadar azalttı? Ufukta 'adil paylaşım'ın ışıltıları görünüyor mu? Ülkeleri, ulus devletler mi, yoksa artık uluslar üstü kurumlar (IMF, Dünya Bankası vs. gibi) ve şirketler mi yönetiyor? Afrika, Asya ve Güney Amerika ne ölçüde 'enformasyon ağı'nın içinde? Bu çağda kaç dil yaygın olarak kullanılıyor? Kültür varlıkları arasındaki 'rekabet' ne kadar adil şartlar altında cereyan ediyor? Küreselleşme, çevre sorunlarıyla ne kadar ilgileniyor? Yoksa ilgilenmiyor mu?

Sonuç Bildirisi

1. Küreselleşme temelde ekonomik bir süreç olup, öncelikle sermaye, mal ve emek dolaşımı ile hizmetlerin küresel çaptaki hareketlerini öngörür. Teknoloji, iletişim ve ulaşımdaki hızlı değişmeler bu süreci dünya ölçeğinde yaygınlaştıran başlıca faktörlerdir. Bu süreç belirsizlikler, riskler ve külfetler getirdiği gibi, çeşitli avantajlar ve imkânlar da sunar. Küreselleşme, ortaya çıkardığı 'yeni beşerî durum' dolayısıyla insanların barış, diyalog ve uzlaşma ortamı içinde demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi ortak değerler etrafında bir araya gelmesi için önemli bir zemin oluşturabilir.

2. Tek boyutlu ve tek merkezli bir süreç olmaması gereken küreselleşme dinler, inançlar, kültürler, milletler kadar, dünya ölçeğindeki sivil oluşumların aktif katılımına da daha fazla açık olmalıdır. Bunun için başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, uluslar arası kurumların demokratik bir şekilde yeniden yapılandırılmasına, mevcut duruma uygun yeni kurumların oluşturulmasına, bu kurumların kuruluş amaçlarını ve hukukun üstünlüğünü gözeterek davranmalarına ihtiyaç vardır.

3. Küreselleşme süreci, bir yandan sekülerleşmeyi içerirken, diğer yandan da dinlerin kendilerini ifade etmelerine yeni imkânlar sunmaktadır. Bu arada İslamiyet'in ve İslam dünyasının bazı çevrelerce küresel sürecin dışına itilmek istenmesini veya ötekileştirilmesini hem bir haksızlık, hem de küresel barışı tehdit eden bir tutum olarak görüyoruz.

4. Küreselleşme, devletin geleneksel işlevinde bazı değişiklikler meydana getirmektedir. Ancak ulus devletler bu süreçte temel aktörler olarak varlıklarını yeni şartlar çerçevesinde sürdüreceklerdir. Kimi küresel aktörlerin ulus-devletler üzerindeki vesayetçi politikalarının geniş yığınları yoksullaştırıcı etkilerine karşı da dikkatli olunmalıdır.

5. Küreselleşme sürecinde toplumların ekonomik, kültürel ve politik yapılarının dönüşüm yeteneği, ülkeler arasındaki büyük farklılıkların kaynağı olabilmektedir. Ayrıca, bu süreçte gelişmiş piyasalar az gelişmiş piyasaları zarara uğratabilmekte, bu da hayat seviyelerinde eşitsizliği derinleştirici bir etki yaratmaktadır. Bu bağlamda, gelir paylaşımından olumsuz yönde etkilenerek yoksullaşan kesimlerin korunması ve güçlendirilmesi için gerekli yapısal tedbirler alınmalıdır.

6. Küresel sürecin önümüze çıkardığı önemli sorunlardan biri de dünyanın yoksul ve baskıcı ülkelerinden, zengin ve demokratik ülkelerine giderek artan göçler ve ilticalardır. Türkiye bir geçiş ülkesi olarak bundan en fazla etkilenen ülkelerden biridir. Bu duruma yol açan sebepler, yoksulluk, baskı ve çatışmalardır. Sorunların yerinde çözümü için göç veren ülkelerde ekonomik, siyasi ve sosyal iyileştirme programlarının uygulanması; bunun için de gelişmiş ülkelerden sorunlu ülkelere kaynak aktarılması, siyasi özgürlüklerin ve demokratikleşmenin desteklenmesi gerekmektedir.

7. Toplumların tarihi ve kültürel dinamiklerine bağlı olarak gelişen, evrensel değerlerle bütünleşen, insanlar arasında sorumluluk ve dayanışmayı sağlayan, kimlik farklılıkları ile başkalarının yaşama hakkını ve haysiyetini gözeten küresel bir ahlak anlayışının yaygınlaşmasına ihtiyaç vardır.

8. Küreselleşme sürecinde yeni bir içerik kazanan terörizm bir insanlık suçudur. Zayıfların direniş, güçlülerin ise bir baskı aracı olarak kullandığı terörizme karşı çıkmak insani ve ahlaki bir görevdir. Bu nedenle uluslararası camianın, terörün yanı sıra, onun doğup gelişmesini hazırlayan şartları da ortadan kaldırma konusunda gerekli duyarlılığı göstermesi zorunludur.

9. İnsanın huzurunu ve doğayla uyumunu sağlayacak kalitede bir çevrede hayatını sürdürmesi temel haklarından biridir. Mevcut ve gelecek kuşakların çevresini korumak küreselleşmenin temel hedefleri arasında yer almalıdır. Küreselleşme insanları aşırı tüketime yönlendirerek esasen kıt olan doğal kaynakların yok olmasına neden olmamalıdır.

10. Tarihi-kültürel değerleri, toplumsal dinamikleri ve coğrafyası dikkate alındığında, Türkiye'nin yersiz korku ve kaygılarından kaynaklanan içe kapanma eğilimlerini bir kenara bırakarak, küreselleşmeye kendinden emin olarak ve cesaretle yönelmesi ve olumlu katkılarda bulunması mümkündür. Bu ise her şeyden önce, sivil ve siyasi özgürlüklerin güçlendirildiği bir zeminden hareketle gerçekleştirilebilir. Tarihi tecrübemiz ve mevcut potansiyelimiz, yeni küresel güçlerin araçlarını, amaçlarını ve boyutlarını algılamada ve onlarla rekabet etmede yararlanılacak önemli bir kaynaktır.

11. Her dil ait olduğu kültürün temelini oluşturur. Bu nedenle küreselleşme sürecinde, yabancı dil öğretimine önem vermekle birlikte, resmi dilimiz olan Türkçe'ye özel bir hassasiyet gösterilmeli, küresel ve bölgesel boyutta kullanımı yönünde gerekli tedbirler alınmalıdır.

12. Türkiye'de ekonomik kurum ve kuralların sağlıklı işletilmemesinden kaynaklanan yapısal sorunlar ile, fiyatların genellikle piyasa yerine bürokrasi tarafından belirlenmesi, ekonominin küresel sürece entegrasyonunu geciktirmektedir. Türkiye ekonomisi verimsizliklerin finansmanına dayanmaktadır. Bunun sonuçları ise kronik enflasyon, giderek pahalılaşan kamu borçlanması ve israf olmaktadır.

13. Türkiye ekonomisi, ağır iç ve dış borç kıskacının etkisiyle, dünya ortalamasının çok üzerinde reel faiz ödemesi zorunluluğuna bağlı olarak borçların çevrilememesi tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Devam etmekte olan siyasi belirsizlik bu durumu daha da olumsuz yönde etkilemektedir. Yatırımların ve üretimin yetersizliği, işsizlik oranının ve enflasyonun yüksekliği sonucunda sürdürülebilir ve düzenli bir büyümenin gerçekleşememesi Türkiye'yi küreselleşme sürecinden uzaklaştırmakta ve doğrudan yabancı sermaye girişini azaltmaktadır.

Prof. Dr. Ümit Meriç: Küreselleşme Denince

Küreselleşmeye karşı çıkmak, güneş doğmasın demek gibi bir şey. Küçülen dünyanın tezahürleri bunlar. Ekonomik küreselleşmenin bir ideolojisi var elbette. Yoksullaşmış dünya kültürlerinin boş bıraktığı yere gelmesi beklenen tırnak içinde bir kültür var. Kendi güzelliklerimizi beşeriyete sunmak için iyi bir imkandır. İnsanları yakınlaştıran, anlaşmalarını kolaylaştıran küreselleşmeyi öpüp başıma koyuyorum. Küreselleşmeye karşı içe kapanmak asla çözüm değil.

Yusuf Kaplan: Esaslı ve Özgün Şeyler Yok...

Acaba şu Türkler veya Müslümanlar küreselleşme gibi önemli bir konuda neler söylemişler diye merak edip de Abant metnine bakan biri, 'bu metinde Müslümanların söylediği kendilerine özgü bir şey yok. Mevcut küreselleşme söylemini ya doğrudan onaylıyorlar, ya da bu sürece bir yerinden katılarak dolaylı olarak onaylamış oluyorlar. Demek ki, Türklerin bu konuda söyleyecekleri özgün şeyler yokmuş. Yani mevcut süreci onaylayarak, kendilerini onaylatmaktan başka bir şey yapmamışlar' diyecektir. Burada cevaplanmayı bekleyen hayatî soru/n şu: Bizim bu dünyaya, mevcut söylemleri onaylamaktan başka, kendimize özgü, söyleyeceğimiz esaslı ve özgün şeyler yok mu?

Mithat Melen: Abant Gibi 100 Platform Olsa...

Bizler, çoğumuz uluslararası ortamda hep yabancı vakıf ve derneklerin düzenlediği toplantılara davet ediliyoruz. Bizim kendi örgütlerimizin düzenlediği toplantı sayısı çok az. Hele eskiden yok idi. Şimdi biraz daha iyi durumdayız. Keşke Abant Platformu gibi, 100 platform veya kurumumuz olsa. Çeşitli çevre ve görüşten herkesi bir araya toplasa ve tartışıp fikrî bir üretim yapılsa. Unutmadan kurum veya örgütü kimin kurduğu değil, ne kadar demokratik ve dünyaya açık ve şeffaf olduğu önemli. 5. Abant Platformu sonuç bildirgesinin altına Türkiye'de ve dünyada imza atmayacakların sayısı azdır. Bu çağdaş metin, dünyanın ve Türkiye'nin bütün sorunlarına yumuşak bir dil ve insancıl bir yaklaşımla parmak basıyor, ayrıca çözümler sunuyor.

Türkiye İslâm Ülkelerine Model Olur mu?

Türkiye'nin zor dönemlerinde inisiyatif alan Abant Platformu, dünyanın büyük bir bunalım içinde olduğu bugün de sorumluluğunu küresel düzeye taşıdı. Washington'da yapılan toplantıda Türk ve Amerikalı aydınlar, Türkiye'yi tarihsel süreçte model haline getiren kendine has özelliklerini (İslam, sekülerizm, demokrasi) masaya yatırdı.

Uluslararası sistemin çok ağır bir bunalımla karşı karşıya olduğu günlerde. Zor zamanda aynı masa etrafında buluşma cesaretini gösteren Türk aydınları bu kez Amerikalı meslektaşları ile bir araya geldi.

Washington'da yapılan toplantının başlığı 'İslam, Sekülerizm ve Demokrasi: Türkiye Tecrübesi' idi. İslam dünyası içinde nev—i şahsına münhasır konumda bulunan Türkiye'nin ayırt edici özelliklerini yansıtıyordu bu başlık. Özellikle de Büyük Ortadoğu Projesi'nin gündeme geldiği, Türk modelinin konuşulduğu dönemde Türkiye'nin ele alınması önem taşıyordu.

Johns Hopkins Üniversitesi işbirliğiyle İleri Uluslararası Araştırmalar Bölümü'nde (SAIS) düzenlenen toplantının açış konuşmasını dünyaca ünlü siyaset bilimci Francis Fukuyama yaptı. 1990'lı yılların başında yazdığı 'Tarihin Sonu' adlı makalesi ile gündeme oturan Fukuyama, 'Bence Türkiye'nin bulduğu çözüm diğerlerine örnek bir model olabilir' dedi. Toplumun dindar olmasının demokrasi ve laiklik ilkeleriyle çelişmediğini belirten Fukuyama, Türk toplumundaki evrimin uzlaşma yönünde olduğuna dikkat çekti.

Toplantının ilk gününe damgasını vuran isim, platformun kurucularından Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın oldu. Türkiye'nin inişli çıkışlı olsa da genç bir demokrasiye sahip olduğunu belirten Aydın, cumhuriyetin demokratikleşme sürecinde Osmanlı tecrübesinin zannedildiğinin aksine çok daha etkili olduğunu söyledi. Türkiye örneğinden yola çıkarak İslam ve demokrasinin bağdaştığını dile getiren Aydın'a göre, Tanzimat'la başlayan ve Avrupa Birliği serüveni ile devam eden modernleşme sürecinde dış faktörler en az iç faktörler kadar etkili oldu. Hiçbir dinin sadece kalpte yaşamaya devam edemeyeceğini, dinin gücünü insan ve cemiyetten aldığını, İslami düşüncenin demokrasi ile beraber yaşayabileceğini söyleyen Aydın, 'Demokrasi ağacı zorlama ile dikilemez' diyerek önemli bir mesaj verdi.

Yeni bir din: Milliyetçilik

'Türk İslamı' başlığını taşıyan oturumda konuşan Kemal Karpat, devlet olmadan işlevini yerine getiren bir dinin bulunamayacağını, din ile devletin temelde birbiri ile bağlantılı olduğunu söyledi. Türkiye'de devletin dini tanımladığını ve ona sınırlama getirdiğini belirten Karpat'a göre, bu bir ikilem. Osmanlı Devleti'nin ilk döneminde devlet ve inanç unsurunun farkına varıldığını hatırlatan Karpat, dindar toplumun siyas' bir toplum haline dönüştürülmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi ve ekledi: 'Milliyetçilik yeni bir din hâline geldi.'

Carter Findley, yaklaşık 40 yıldır Osmanlı üzerine çalışan bir akademisyen. İyi derecede Türkçe bilen Findley, böyle bir toplantının Türkiye ile sınırlı kalmaması gerektiğini, diğer İslam' anlayışlarla modernizm arasındaki farkların tartışılmasının önemli olduğunu hatırlattı.

İkinci oturumun konu başlığı 'Türk Laikliği' idi. Cengiz Çandar AK Parti iktidarının bir deneyim olduğunu ve Türkiye'nin istisna' durumunu gösterdiğini söylerken, Elizabeth Hurd ise din, laiklik ve demokrasi kavramlarının dünyanın hiçbir yerinde politize edilmemesi gerektiğini savundu. Demokrasinin temelinde Hıristiyan laisizmi olduğunu hatırlatan Hurd'a göre, Atatürk, sekülerizmle Osmanlı mirasını tamamen devre dışı bırakmak istedi. Atatürk'ün bu uygulaması Hıristiyan Avrupa sekülerizmine uygun değil. Zira, Avrupa kökenli sekülerizm dini devre dışı bırakmıyor; hatta bazı yerlerde daha da Hıristiyanlaşma söz konusu.

Türkiye'de sessiz bir değişim olduğunu belirten Henri Barkey, Turgut Özal döneminde gerçekleştirilen reformların Türkiye'nin bugünlere gelmesinde oynadığı rolü vurguladı. Barkey'e göre Türkiye'de sivil toplum eksikliği var. Çünkü, güçlü devlet—zayıf toplum gerçeği değişmedi.

Din Gittikçe Güçleniyor

'Önceden Tanrı'nın ölümünden bahsedilirdi, şimdi ise dinin güçlendiği görülüyor' diyen John Esposito, Türkiye'deki demokratik gelişmenin iyi bir örnek olduğunu söyledi. 1996 yılından sonra Erbakan'ın başbakan olmasını 'En laik devlet, ortaya ilginç bir demokrasi çıkardı' sözleri ile açıklayan Esposito, kendini siyasal İslamdan ve Refah Partisi'nden uzak tutan Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında açılan davanın, devlette dinin yer almasından kaynaklanan korkuyu gözler önüne serdiğini dile getirdi. Esposito, mevcut laiklik yorumuyla Türkiye'nin diğer İslam ülkelerine model olmasının mümkün olmadığını da kaydetti.

Jenny White ise İslam'ın vizyonunu laik demokratik sisteme taşıma girişiminin küresel değil, yerel olduğunu söyledi ve 1980'li yıllardan beri İslamcılığın 'radikal' olduğunu iddia etti: 'Artık bu durum değişiyor. Ve bu Türklere ait bir model. Diğer İslam ülkelerine uyacak gibi gelmiyor bana. İslam şahs' bir unsur ama kamu alanına girerken onu dışarıda bırakıyoruz. Eskiden, dindar biri siyasete girdiğinde İslamcı olarak görülüyordu. Ancak şimdi öyle değil.'

Derviş'in Fikri...

Washington Abant'ın en önemli konuklarından birisi Kemal Derviş'di. Toplantıya katılacağı duyulduktan sonra aldığı eleştirileri dikkate almayan Derviş, büyük beğeni toplayan konuşmasında demokrasi ve laiklik konusunda Türkiye'nin model olabilmesi için mutlaka Avrupa Birliği içinde yer alması gerektiğini söyledi. 2012 yılında 80 milyon nüfusa sahip olacağımızı hatırlatan Kemal Derviş, Türkiye'nin üyeliğinin Avrupa'nın temel politikalarını kökünden etkileyeceğini savundu. Ortaçağ Hıristiyanlığının hortlamaması için Avrupa'nın Türkiye'ye ihtiyacı olduğu; Türkiye'nin üyeliği ile Avrupa'nın çok kültürlü ve çok dinli bir karakter kazanacağı görüşleri de Derviş'in konuşmasında öne çıkan başlıklar arasındaydı.

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Ahmet Hadi Adanalı İslam'da zorlamanın olmadığı, ikrahı ortadan kaldıran bir anlayışın da sosyal ve toplumsal sözleşmeye müsait olduğu görüşünü ortaya atarken; Gazeteci—Yazar Hüseyin Gülerce, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin demokrasiyi uhrev' ihtiyaçları da içine alacak şekilde geliştirmenin gereği üzerinde durduğunu hatırlattı.

Zaman zaman Türkiye'de yapılan Abant toplantılarını hatırlatan enstantanelerin yaşandığı yuvarlak masa toplantısına daha çok, Türkiye'nin diğer İslam ülkelerine model olup olamayacağı konusu damgasını vurdu. Şahin Alpay, Türk İslamı ve demokrasisinin diğer ülkelere model olabileceği tezini savunurken, Ruşen Çakır ise Türk deneyiminin fazla abartıldığını, Türk İslamı'nın ihraç edilemeyeceğini dile getirdi.

Türkiye'nin model olamayacağını savunanların başını çekenlerden biri de Prof. Dr. Kemal Karpat oldu. 'Şah Rıza Pehlevi Türkiye'yi örnek almak istedi, ama duvara tosladı' diyen Karpat, modern Türkiye hakkında kanaat sahibi olabilmek için Osmanlı tecrübesinin iyi incelenmesi gerektiğini vurguladı: 'Toplum değişimin şevkini ve motivasyonunu yaşamıyorsa, devrim imkansızdır. Osmanlı döneminin önemi de burada yatmaktaydı. Atatürk, devrimlere karar verdiği zaman toplumda, bu değişikliği gerçekleştirecek motivasyon ve şevk mevcuttu. Pehlevi, medreselerin kapatılmasını örnek alarak, ulema sınıfı ile mücadele etmekle işi bitireceğini zannetti. Bu zan yanlıştı. Humeyni'yi hapse attığı gün Şah kaybetmiş, Humeyni de devrimi gerçekleştirmişti. Ayrıca devlet gururu denen bir kavram vardır. Hiçbir ülke bir başkasının kopyası olmak istemez.'

Eşitlikçi Osmanlı Toprak Rejimi

Türkiye'nin mevcut durumuna ilişkin önemli bir açılım sağlayan isim Prof. Dr. Elisabeth Özdalga oldu. 'Avrupa açısından bakıldığında ulus devletin kurumsal yapılarını tamamlama noktasında Türkiye'de birtakım eksikliklerin göze çarptığını görürsünüz' görüşünü dile getiren Özdalga'ya göre, bir de Ortadoğu perspektifinden bakılınca, bu kez de Türkiye'nin fazlalıkları ortaya çıkmakta.

Amerikalı panelistlerin yer yer Osmanlı'da orta sınıfın gelişmemiş olmasını demokratikleşme açısından bir eksiklik ve geciktirici faktör olarak değerlendirmelerine karşılık Özdalga, 'Osmanlı toprak rejimi eşitlikçiydi, aristokrasinin ortaya çıkmasına izin vermiyordu, dolayısıyla sınıflar arasında uçurum meydana gelmiyordu. Bu da sınıf çatışmalarını önleyen bir faktör oluşturuyordu' diyerek, bir taraftan bakılınca eksiklik gibi görünen şeyin, bir başka açıdan bakıldığı zaman eşitliği ve sosyal adaleti garanti eden sigorta işlevi gördüğünü vurguladı: 'Bu tür konuları sadece demokrasi bilincine bağlamak yeterli olmaz. Tarihin ortaya çıkardığı unsurların iyi tahlil edilmesi gerekir. Tarihi uzantılar dikkate alındığında, başka ülkelerde demokrasi ekmenin zor olduğunu görürüz.'

Prof. Dr. Carter Findley'in yaklaşımı da, Arapların Türkiye'yi model olarak almayacağı yönünde. Findley, Arapların Türk modeli yerine ılımlı İslamı tercih edeceğini düşünüyor. Arap âlemi ile Türkiye'nin etkileşim içinde olduğunu söyleyen Kemal Derviş'in görüşü de Türkiye'nin model olamayacağı yönünde.

'Türkiye, öncelikle kendi durumunu gözden geçirmeli, evini temizlemeli. Araplar böyle bir ihraca kucak açacak mı?' sorusunu ortaya atan Jenny White'a göre, Türkiye'nin Orta Asya'daki ağabeyliği bile uzun ömürlü olmadı. White, Türkiye ekonomik bir açılım getirmediğinden dolayı Orta Asya ülkelerinin Güney Kore ve Singapur'a yöneldiğini vurguladı. Bunun anlamı, duygusal beklentilerinizi aşın. Beklentiniz hayallerle değil, karşı tarafı memnun edecek bir ülke olmakla elde edilebilir, mesajını vermekteydi. Türkiye, dışarıya ekonomik model ihraç etmeli ve çevre ülkeler için umut kapısı olmalıydı.

İlk kez yurtdışında yapılan Abant toplantısı, gerek katılımcıların çeşitliliği, gerekse sunulan tebliğlerin entelektüel düzeyi sayesinde hayli ilgi uyandırdı. Önceki toplantıların aksine bir mutabakat bildirgesi oluşturulmadı. Geçmiş Abant'larla Washington'da yapılan toplantı arasındaki farkı Devlet Bakanı Mehmet Aydın şöyle ifade etti: 'Önceki toplantılarla buradaki toplantı arasında format değişikliği oldu. Önceden, mutabakata varmak için neredeyse boğuşuyorduk. Burada ise daha çok bilgilendirme oldu.'

Tanzimat'tan AK Parti İktidarına

Washington'daki Abant toplantısında, Türk toplumunun geçirdiği dönüşümler ve edindiği tarihi tecrübe anlatıldı. Türkiye Cumhuriyeti tecrübesinin önemi sık sık vurgulandı. Osmanlı'nın son döneminde başlayıp, Cumhuriyet'le devam eden modernleşme olgusunun bugün Türkiye'yi diğer İslam ülkelerinden ayıran en temel faktör olduğu ortaya konuldu.

Tarihi kırılma noktaları olarak Tanzimat'a, cumhuriyetin ulus devlet olarak kurulmasına, çok partili hayatın başladığı 1950'li yıllara atıfta bulunuldu. Askeri darbelerin menf' dalgalanmalarının Türk toplum yapısı üzerindeki etkilerine dikkat çekildi. 1980'li yıllarda Özal'la başlayan reform hareketinin Türkiye'nin bugün 'model' olarak takdim edilmesinde oynadığı rolün üzerinde duruldu. AK Parti iktidarının 3 Kasım'da iktidara gelmesinin ardından Türkiye ve İslam ülkelerinde meydana gelecek muhtemel siyas', sosyal ve kültürel dalgalanmalar üzerine fikirler yürütüldü.

Kapanışta söz alan Prof. Dr. Kenan Gürsoy'un altını çizdiği gibi, Abant Toplantısı'nın, 'Türkiye'nin nereden nereye gittiğini en iyi şekilde resmeden' önemli bir platform olduğu belgelendi. Gürsoy, 'Farklılığın farkında olan entelektüel bir tarihimiz var' diyordu. Önümüzdeki aylarda gerek içeride, gerekse dışarıda yapılacak benzeri organizasyonlarla Abant'ın yerelden evrensele giden yolu daha da genişleteceği ortada. Yeni bir medeniyet ufkunda 'kendi' olarak kalmayı baştan kabullenerek çıkılan bu yolda Abant Platformu'nun oynadığı tarih' rol unutulmamalı.

CENGİZ ÇANDAR: 28 Şubat'ı Amerika'da da Bitirmek

'İslam ve Demokrasi' ve her ikisine ilişkin Osmanlı tarihinden getirdiği Türkiye tecrübesi gibi cetrefil bir konuda İslam düşünürlerinden alıntılar yaparak öyle etkili ve çarpıcı yaptı ki; konuşmanın 'Akademik kalitesi' kendiliğinden 'ikna edici bir siyasi mesaj' vermiş oluyordu. Salonda, Amerikan Dış İşlerinin ve Ulusal Güvenlik Konseyinin Türkiye ile ilgili yetkilileri harıl harıl not tutuyorlardı. Tanıdık bazıları gelip, Prof. Mehmet Aydın'ın geçmişini, özelliklerini bana sordular. Etkilenmişlerdi.

Türkiye'de ki '28 Şubat ikliminin artık dağıldığı' haberlerinin; Amerika'da ki bazı Türk yetkililere ulaşmamış olmasından o bazı Türk yetkililerinde olumsuz gayretlerinin gerekçesi de anlaşılabiliyor. Ama, 'Washington'daki Abant Platformu', hem ilgi, hem katılım düzeyi ve en önemlisi konuşmaların ve tartışmaların içeriği açısından çok tatminkar ve kaliteliydi.

TAHA AKYOL: Gülen İslâm...

Fethullah Gülen çevresinin düzenlediği 'Abant Toplantıları'na İslami kesimlerden ateistlere, liberallere, sosyal demokratlara, muhafazakarlara uzanan geniş bir yelpazeden aydınlar ve akademisyenler çağrılır, konuşurlar.

Bu yıl Washington'da yapılan toplantıda Prof. Jenny White şunları söylemiş:

'Türk İslamı, daha bireysel ve moderndir. Farklı görüşlerin ifade edilmesi de ılımlılığı getiriyor. Keşke Türkiye'de İran'dan akademisyen çağırılarak tartışmalar düzenlense...'

Sosyal araştırmalar gösteriyor ki, Türkiye'deki İslam, liberalleşmiş bir laiklikle çatışmıyor. 19. yüzyıl Avrupasında sanayileşme, şehirleşme, eğitim gibi dinamikler Hıristiyanlıkta önemli bir dönüşüm yaratmıştı: Modernleşmenin getirdiği eşitlik ve özgürlük gibi yeni değerleri benimseyen 'Katolik Rönesansı' ve Protestan ülkelerdeki 'Metodist' cemaatler gibi. (Rene Remond, Religion and Society, in Modern Europe.)

Türkiye bu sosyolojik aşamayı yaşıyor. İlahiyatçıların yeni akademik çalışmalarında da, cemaatlerin okullaşmaya ve sermayeye yönelmesinde de bunu görüyoruz.

Çok tartışılan Fethullah Gülen hareketinde de bunu görüyoruz. Gülen hareketinde derin bir dini vecd ile birlikte, geleneksel İslami ilimler çağdaş bilimle ve özgürlük, eşitlik, diyalog, çoğulculuk gibi modern değerlerle meczediliyor; devlet sistemi olarak liberal bir laiklik benimseniyor. Abant Toplantıları, bunun örneklerinden biri.