1997 Röportajından Sonra Ne Oldu?

Türkiye'de sosyal bilimciler dahil akademik çalışmaların dili çok kuru, anlaşılmazdır çoğunlukla. Akademik çevrelerin hapsolduğu üniversiteler ile toplumun arasında ciddi uçurum açılmıştır. Bilimsel üretim düşük ve topluma liderlikten uzak bilgi yığını anlamsız. Toplumun bir parçası gibi değil de, dışarıdan bakan ayrıcalıklı karşıtı gibi duran Türk aydını 'anlamak'tan uzak. Bunun anlamı da gerçeklerden uzak kalındığı. İçinde yaşadıkları toplumu kendi kavramları, özgün analizleri ile değerlendiremeyen aydınlar Batılı kavramlarla düşünme, yazma kolaycılığı nedeniyle kültürel iklimden kopmuş durumdalar. Problem tanımlamak ve problem çözmekten uzak bir tutum ve davranış biçimi 'kanaat önderliği' yapamamakta, toplumunun geleceğine hedef koyamamakta maalesef. Bir yanda jakoben bakış açısını savunanlar, en tepeden bakanlar, diğer yanda sadece bugünün moda düşmanlıklarını kaşıyanlar, düşünce modasını takip edenler var. Burada sağ sol da pek belirgin değil. Birbirinin içine sık sık girmekte. İslamcılar solculara hayranlık duymakta, solcular sağcılarla ortak moda konularda işbirliği yapmakta ya da İslamcıların radikal grupları modernizmi popülist kavgalarla yerden yere vurduğunu sanmaktalar. (Yılbaşı kutlanmalı mı diye saçma sapan konularda olduğu gibi)

Genelde, iki üç, iki kutup arasında sıkıştırılmış bu yapı farklı düşünenlere kapalı kapılar sunuyor. Bunu aşarsanız iyi bir kötek sizi bekliyor demektir.

Arada kalmış bir Türkiye, arada kalmış toplum ve yapı ile Türkiye ne yapacak? Yeni bir dil arayacak olan düşüncelere kucak açması gerekli. Özgün olan kurtarıcı fikir yapımız olacaktır. Ya bizden, ya onlardan zihniyetini yıkmadan bilimsel hiçbir ürün verilemez bu ülkede. Her iki kutupta birden duran ender insanlardan biriydim 97'de. Hem Yeni Yüzyıl'da çalışıp, hem STV'de haber yorum yapıyordum. Kıyamet koptu. Beni düşünsel olarak bir yere çekemeyen kutuplar beni damgalayarak hapsetmeye karar verdi. Sadece tek tarafta çalışınca 'damga' kaçınılmaz olacaktı nasılsa. Karşıtlıklara dayalı dünya düzenini sonuna kadar reddediyorum. Her şey geçirgendir ve kültürel düzeyde birbirini etkiler. Bu kaçınılmaz bir durum. Bunu yok varsaymak hastalıklı davranış biçimleri doğurmakta. Bugünün yeni dünyasında Rus-Amerikan karşıtlığına dayalı bu bakışın ne kadar komik olduğunu anlamak için Afganistan savaşındaki Rus-Amerikan işbirliğine bakmak yeterli sanırım.

Ayrıca İslamcı-laik kutuplarına bakınca birbirlerine ne kadar benzediklerini gözlüyorum. Hatta ne kadar özendiklerini zaman zaman. Günlük pratikler açısından bir fark yok. Tüm bunlar yapay, sahte. Bu konuda zorlamalar sadece Türkiye'nin hanesine kayıp olarak yazılacak.

Ben hiçbir kutuptan değilim, ara renk olarak özgün bir kalemim var. Tüm çağrım kalemimle geçirgen olan duvarlara. Herkes bunu denemek zorunda. Deneyin lütfen. Arada kalın. Yeter ki, kazılmış siperlere yatmayın.

Ülkenin dönüştürücü gücü kutuplardan birin seçmemekle mümkün olacak.

1997'den bugüne kadar süren savaş toz duman yaratmaya çalıştı. Dönüştürmenin gücü engellendi. Köprülere izin verilmedi.

Fakat yine de köprüler kuruldu. Cemaat kapalılıktan topluma açılmaya doğru bir yola girdi. Bugün epey yol almış durumda.

Kadının yerine ilişkin kaygı, gelenek ve düşünceler de ciddi değişimler yaşandı. Pratik yaşamda kadının yeri daha belirgin ve aktif hale geldi. Kadınlar da her yerde varolmaya başladılar. Tartışmaya açıldılar.

Kadının aile içinden çalışma yaşamına geçme süreci hızlandı. Kadın erkek ilişkilerindeki kasabalı ayrımcılık yerini daha kentli bir anlayışa bıraktı.

1997'den bugüne cemaat kapalı kutu olmaktan çıktı. Daha açık ve net, korkmadan yaptıklarını savunan bir yapı oluştu.

Cemaatle toplum arasında atılan köprülerden çok insan gelip geçti. Birçok ideolojiden insan birbiri ile 'insanî' ilişki kurdu ve önyargılarda ciddi gerileme oldu. Özellikle Abant Toplantıları her insanî, hem entelektüel köprülerden birini oluşturdu. Bu gün yerleşmiş bir platform durumunda Abant Toplantıları. İlk günlerde gazetecilerin ilgisini içki içen var mı yok mu, içkiye izin veriliyor mu diye çeken toplantılar, artık entelektüel düzeyde tartışılıyor.

Diyalog, toplumsal barış, uzlaşma için önemli bir açılım olan Abant Toplantıları Prof. Mehmet Aydın gibi yeni isimlerin kazanılmasına vesile oldu. Birçok bağnazlığın aşılmasını kendinden örnek vererek başaran Mehmet Aydın önemli bir figür oldu. İslamiyet'i tanımayan sol ve entelektüel çevreler için de bir okul gibi görev yaptı.

Fethullah Gülen'in yurt içindeki azınlık din adamları ile görüşmesi, sevgi ve hoşgörü mesajları vermesine alışılmış ki, Papa ile görüşme gündeme düştü. Papa ile görüşmenin anlam ve önemi 11 Eylül saldırısından sonra çok daha önemle ortaya çıkmış bulunuyor. Her şeyin altında 'buzağı' arayan ve belden aşağı vurarak ayakta kalan kesim bunu da beğenmedi.

Huntington'ı da ilk tartışan dinî lider olan Fethullah Gülen vizyon sahibi olduğunu kanıtladı. Onun dediklerinden söz etmemek imkânsız hale geldi.

Gerçi, birçok gazeteci ve aydın yazıya 'Hayır, Fethullah Hocacı filan değilim.' diye başlamak zorunda kaldı. Çünkü olumlu yazı yazmanın bedeli 'Fethullahçı' damgası yemek olarak belirlendi.

Fethullah Gülen'i şablona sıkıştıramamanın acısı yaşandı medyada. Mehmet Ali Birand 'Fethullah Gülen'e net bir damga vuramamanın sıkıntısı içindeyiz' diye yazdı. (Sabah 15.01.1998)

Cemaat ve Fethullah Hoca şeffaflaştıkça kendini karşı tarafta hissedenlerin dalgaları yükseldi. Bu dalgaların fırtınası 'düğmeye basma' operasyonuyla geldi ve kıyıda patladı.

Ali Kırca 'Düğmeye ben bastım' diyerek bu dalganın ilki oldu.

Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Hazırlıklar yürütüldü.

1980 sonrası tümüyle yasal görünen ilişkiler ve süreçler bile yozlaşmaya açık, aslında sonuçları itibariyle vahşi bir himayecilik zemini kurularak formel olan dinamitlenmiştir. Ne ülkenin hukuk sistemi işlerlik kazandırılarak bir reform yapılabilmiştir, ne de göçle yığılmış kentlerde hukuk üretilmiştir. Bu sosyal yapıda 'cemaat' kaçınılmaz bir modelleşme olmaktadır. Bunu anlamak yerine sadece 'düğmeye basmak' ne kadar modern dünyanın bilimsel 'çözümleme'lerine uymakta acaba?

1980 sonrasının acımasız itiş kakış hâlâ sürmektedir.

Anadolu ile Kucaklaşma

Kitap sonrası fark ettiğim önemli bir konu şu: Anadolu İstanbul'daki yazar çizer takımını tanımıyor. Hiçbir köprü yok aramızda. 'Bu kitaptan sonra sizi tanıdım' diyen çok sayıda Anadolu insanı oldu. Kasaba ve köylerden zaten söz etmiyorum. Bunun üzerine bana yoğun bir talep geldi ve konferans dizileri başlattım. Ege'yi köy köy gezdim, Anadolu'da birçok kente gittim. Kentlerde nisanlar izole katmanlar halinde yaşıyor. Çeşitli siyasî gruplar birbirini tanımıyor, askerler ve bürokratlar halktan izole öğrenciler başka bir grup, kadınlar sosyal yaşamdan kopuk zaten. Tüm farklı grupları bir araya toplayan konferanslar düzenlenmesini istedim. Gerçekten birçok ilde göz yaşartıcı beraberlikle yaşadık. İlk defa birlikte olanların birbiri hakkındaki yorum ve görüşlerini paylaştım. Olağanüstü şeyler yaşadım. Çok güzeldi.

Onlara neler anlattım diye merak ediyorsunuzdur eminim. Konularım şöyleydi: Değişen Dünyada Türkiye'nin Yeri

21. Yüzyılda Türkiye
Yeni Kurulan Dünya Düzeni ve Türkiye
Bilgi Toplumu, Eğitim ve Türkiye
Değişim ve Türkiye

Hepsinin içinde kadına geniş yer ayırıyordum. Önceleri kadın erkek ayrı oturan insanlar bir süre sonra karışık oturma talebime sıcak baktılar ve karıştılar. Türkler hiç bağnaz değil, sadece söylemesini bilin yeter.

Türk kültüründen ve Horasan Erenlerinden başlayan Türk İslam anlayışından söz ettim. Dünle bugünü karşılaştırdım ve Türk Rönesansı fikrini ortaya attım. Sunu tez olarak sundum. Sorular bölümünde en çok sorular soru olan Fethullah Gülen ve okullarıyla ilgili bilgiler verdim. Görüşlerimi açıkladım. New York Sohbeti'ni daha detaylı anlatmamı istediler genellikle, onu anlattım. Tüm soruları cevaplandırdım. Kadınları sosyalleşmeye çağırdım ve erkeklere onların önlerini açmaları için önerilerde bulundum. Zorladım. Açık ve net konuştum. Canımın istediği gibi konuştum. Kimse bana bir şey demedi. Bir tek yerde siyasal İslamın temsilcisi partililer tarafından 'dinlenmedim', bunu sloganist sorularından anladım.

Türk toplumunun kesinlikle değişime açık ve akla, eğitime inanan bir toplum olduğuna bir kez daha iman ettim.

Kent varoşlarında deforme kültürün Türkiye'yi gelecekte en çok tehdit eden unsur olduğunu düşünüyorum. Kendi topraklarında yaşayanlar için durum çok daha değişik.

Her sınıftan ve ideolojiden insanın Türkiye sevgisini çok içten gördüm.

Her sınıf ve ideolojiden Türler dünyanın ve Türkiye'nin sorunlarıyla yakından ilgiliydiler. Hiç de kapalı devre bir düşünce dünyaları yok. Türkiye'de sosyalleşmenin 1960'tan itibaren tedricen yok olduğunu kavradım. Bu yok oluş kültürel deformasyona neden olmuştu yer yer. Bunu giderecek politikalar ve politikacılar yoktu. Yerel liderler yoktu. Dinî liderler yerel liderlik yapıyordu. Dünyaya açılan ve dünyada Türkiye'ye yer bulmaya çalışan tek lider de; Fethullah Gülen. Ona olan ilgiyi kavramak çok kolaylaşıyor böyle bakınca. Eski bir imparatorluğun torunları, elbette büyük bir düş arzuluyorlar. Ben de arzuluyorum. Oysa bize sunulan 'ne kokar ne bulaşır' politikasını hazmedemiyoruz doğrusu.

Bu konferanslarda birlerce insanla buluştum. Manisa'da 1500 kişiden fazla insana, Çorum'da 2000 insana konuşmak gibi olağanüstü günler yaşadım. Hele bir yerde bir spor salonu dolusu insanın önünde sahada kurulan masada konuştum ki müthişti! Esas ilginç olan masanın önünde kuyruğa girmiş ellerinde tek kırmızı güller taşıyan uzun bir kadın kuyruğuydu! Türkler olağanüstü insanlar. Onların en büyük gücü 'gönül', yani iman gücü, sonra akıl gücü. Bunun nasıl sentezlendiğini pratikte yaşadım, anladım. 1000 yıllık kültürünü ıskalayan devlete, resmî görüşe, aydınlara karşı akacak yeni bir mecra bulunmuş olduğunu gördüm.

Fethullah Gülen'i neden sevdiklerini de bu geziler sonucunda daha iyi kavradım. Fethullah Gülen onlara köklere derinde olan kültürlerinin iyi, olumlu yanlarını sunuyor ve onların diliyle onları tarif ediyordu. Sıcak bir ilişki kurulmuştu. Hepsinden önemlisi; Fethullah Gülen halka inandığı için halk da ona inanıyordu. O onlara güvendiği için onlar da ona güveniyordu.