Kültürümüzdeki Yeri Olarak Portresi

Türk Tasavvuf kültüründeki önemli yerleri nedeniyle tarikatlar, veliler, halifeler irşat dağıtanlar olmuştur.

Daha çocukken başlayan din ve zahirî bilimler eğitimi vecd dünyasının geliştirilmesiyle devam eder. Arapça ve Farsça yanısıra tefsir, hadis, siyer, kelam gibi ilimlere de hakim olurlar. Vaizlik ve imamlık yaparlar, rüya tabir ederler. Düzenli bir medrese tahsili görmeseler bile yeterli eğitimi alırlar. İlmî kudretleri sınanır ve eser verirler. Genellikle çok sayıda yazılı eserleri var ve şiir yazarlar. Celvetiyye tarikatından İsmail Hakkı'nın 95 tane eseri var. Çoğunun Divan'ı var. Gazzi tekkesinde Ahmet Gazzi zamanında kütüphanesinde eser sayısının yediyüze ulaştığı bilinmekte Bursa'da. Önemli bölümü sevilen şairlerdir. Kendilerini ibadet ve taata vermekle birlikte mürid olmak esastır. Bir salikin kırk sene mürşidinin terbiyesine muhtaç olduğu söyleri ve bundan önce mürşidini kaybeden salik bu yolun yetimi sayılır. Süluk erbabı önemli zatların sohbetlerinde bulunur.

Bir kısmı halvetiyye esasında olup tehnada hak ile yalnızlığı seçerken bir kısmı celvetiyye tarikatının düsturunun uygulayarak cemaatle iç içe yaşar. Müezzinlik, imamlık yanısıra irşad hizmetlerinde bulunurlar. Burada esas dünyalığa itibar etmemektir. Nefsinin terbiyesidir. Aç kalmak, çok az yemek ve her türlü eziyete katlanarak acı çekmek nefsin terbiyesinde önemlidir. Mürşide yüreğini tam teslim etmek esastır.

Politik meselelere doğrudan doğruya karışmamakla beraber tüm padişahlarla, vezirlerle, kadılarla görüşürler. Ehl-i sohbettirler, onlara danışılır. Meseleler hakkında fikir yürütürler ve hatta karşı çıkarak tavır koyabilirler. Çile dolu yaşamları başlar başlamaz asla mal mülk edinmezler. Varolanı da dağıtırlar. Artık gönül gözü ve ateşi tüm dünya nimetlerinin önündedir. Tekkeleri, camileri, türbeleri, kütüphaneleri, sohbetleriyle manevî bir hayat zenginliğini taşırlar çevrelerine. En fakirinden padişaha, ilim irfan sahibinden musikişinasa kadar herkes onlarla birlikte olur. Hepsi Mevlana'nın, Hacı Bektaş Veli'nin, Yunus Emre'nin izinden yürürler. Sıkı bir riyazet ve nefs terbiyesinden geçerler ve müridlerini de geçirir, terbiye ederler. Kültür yaşamının önemli bir merkezi halinde yaşarlar.

Seyr-i süluk, ilahî marifetler, rüyalar ve tarikat esas ve adabına dair bilgileri verilirken mürşidin gözetimi altında süluk edilir. Mürşit, Hz. Peygamberle salik arasında bir vasıtadır. Müride gereken, meşayıhtan birine kalbini bağlayıp biat etmek ve ahdini muhkem tutmaktır. Mürit, dünya dolu şeyh olsa kendi mürşidinden başkasından medet ummamalıdır. Çünkü feyiz ancak kendi mürşidinden gelir. Hakikatte ise o devrin kâmil mürşidinden teyit gelir. Şeriat ve tarikatta kemale ulaşan, nefs mertebesini geçip ruh mertebesine erişen saliklere paye veriler.

Tabiat, nefs, ruh ve sır mertebelerini geçmek esastır, bunları geçen salik fenayı tahsil ederek mümkünatın ve kendisinin varlığını tasavvur edemez hale gelir. Salik varlığını saran tecelli nurlarından başka hiçbir şeyi idrak edemez. Bu yokluk hali elde edilince 'Vücud' Zat'ından olan Vacib'in vücudu kalır. Vahdet-i vücud bulunca Hak ile kaim olur. Zira bu makamda salik, tevhidi bizzat sahibinden işiterek 'La ilahe illa ene' (Benden başka ilah yoktur) der duruma gelir. 'ene'l-Hak' mânâsı budur. Tasavvuf yolunda yürüyenlerin cezbeye kapılıp, bazı dervişlerin aşırı hareket ve davranışları da olur. Bu konuda iki farklı tarz vardır; biri ağır ve dengeli olmaktan diğeri aykırı ve sivri davranmaktan geçer.

Bu mertebelere gelen sadece Hakk'a yönelmiştir, insanların ayıp ve kusurlarını keşfetmesi mertebesinden düşmesine neden olur.

Celvetiyye hayata ve hadiselere iştirak ister. Halk arasında Hak ile beraber olmaktır. Halvetiyye ve Celvetiyye iki tarikatın adı olmakla beraber birçok tarikatın müşterek esaslarını teşkil eder. Bu nedenle 'Hak için halkla beraber olma' felsefesi güderler. Tüm mertebeleri geçtikten sonra halka iner ve onları irşat eylerler. Bu iniş ilerlemesine mani değildir. Nitekim Hz. Peygamber'in de hali budur denir.[1]

Bu geleneklerin ve Celvetiyye geleneğinin bir devamı olarak Hocaefendi'yi değerlendirebiliriz. Bediüzzaman'ın müridi olarak, yaşamını nefs terbiyesinden geçiren Hocaefendi eğitimini mürşidlerden almış. Vaaz ve irşad işleriyle uğraşmış. Çok sayıda kitabı var, yeni bir araç olarak televizyonu kullanıyor. Halkı irşad etmek işini yerine getiriyor. Tasavvuf kültüründeki hem şifahî, hem yazalı temel unsurları kullanıyor. Hiç malı mülkü yok. Cemaatine malı mülkü paylaşmayı, ülkesi için harcamayı öğütlemekte. Menkîbeler, dinî sohbetler yoluyla fikrini yayarken günlük politikaya doğrudan karışmamakta. Ama her konuda fikrini söylüyor. Hakikat yolunun yolcusu insanlarla kaynaşıp onları irşat etmekle yükümlü olduğunu söylüyor. Yine de kalabalık içinde yalnız hissediyor kendini gelenekte olduğu gibi. Kendi ağzından yaşam öyküsünde anlattıkları da* (Küçük Dünyam) bu geleneksel formun nasıl yaşamda ruh bulduğunun öyküsüdür. Burada fazladan hapiste yattığı dönemler var, tıpkı daha önce birçok mürşidin sürgüne gönderildiği gibi. Cemaatin nefs terbiyesi kendi gördüğü geleneksel sıkılıktaki terbiye değil elbette. Bir tarikat olmadığı için bu da normaldir. Yine de cemaatindeki insanlar için şişmanlığı onaylamaz. Kilosunun üstünde olanlar her fazlalıkları için okullara bağışta bulunuyorlar. Böylece epey gelir elde ediliyor. Prensip göbekli olmamak, fazla yemek yememek.

Anadolu tasavvuf kültürünün yeni bir yol bulmaya çalıştığı bir dönemin temsilcisi olarak kendisini değerlendirmemiz mümkün.


[1] Bursa'da Tarikatlar ve Tekkeler, Mustafa Kara 1-2 Uludağ Yay.