Asra Gülen Adam

12 Eylül sonrasında en sık arandığı günlerdeydi. Binmiş olduğu arabada bir yüzbaşı tarafından teşhis edildi. Elinde 'Merhamet' başlıklı yazısının müsveddesi vardı.

Yazı, 'Bu alemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet vadeder. Bu itibarladır ki, kâinata bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar, tek ve çift bütün nağmeler. Ayrı ayrı ses ve soluklar, tek ve çift bütün nağmeler öyle bir ritim içinde akıp gider ki, bunu görmemek ve anlamamak kabil değildir.' şeklinde devam ediyordu.

Yüzbaşı yazıyı bir çırpıda okudu. Edebiyata vakıf bir insan edasıyla 'Bir oturuşla yazıvermişsiniz' derken aranan adama baktı, sonra yazıya bir daha baktı ve 'Devam edin!' dedi.

Bir mevcud u meçhuldü. Adı biliniyordu fakat vaazlarını dikkatle dinleyenlerden başkası bugün bilindiği gibi tanımıyordu onu. Medya mensupları tarafından da olduğu gibi bilinmiyor, bir asırlık tartışmaların doğurduğu olumsuz imajların arkasında bir yere konuluyordu. Bu sebeple hakkında çıkan haberler aleyhinde ve kuşku doluydu. O bu haberleri - eğer bir kasıt sezmiyorsa- 'Hata bizde. Kendimizi anlamamışız.' Şeklinde değerlendiriyordu. Çünkü 'Darılmak yok dayanmak vardı'

O, bugün de aranan birisi. Ama polisler, jandarmalar tarafından değil. Toplum yeni keşfediyor onu. Her kesimden insanlar ulaşmak, fikirlerine müracaat etmek istiyor. Özellikle çevresindeki iş adamlarını yönlendirerek açtırdığı yurtiçi ve yurtdışındaki kolejler dikkat çekiyor. Adı anılınca eğitim ve kültür hamleleri akla geliyor. Medyada röportajları yer alıyor, siyasilerden sporculara, iş adamlarından fikir adamlarına geniş bir yelpazede onun kişiliği ve fikirleri doğrultusunda gerçekleşen hizmetler konuşuluyor. Dünü ile beraber düşünülünce, onun bugünkü hali uzun yıllar gurbette kalmış bir oğulun anasının kucağına dönüşünü andırıyor. Ülkesinde yaşadığı gurbet yılları galiba bitiyor artık.

Ancak onun için bir gurbet daha var. Hayalleriyle yola çıktığı Efendisinin ve O'nun kutlu ashabının diyarına uçtuğu gün bitecek bir gurbet. Fakat geride bir çok yetim bırakarak.

Gördüğü muamele ne olursa olsun Hocaefendinin değişmeyen programı 'herşeye rağmen kendine düşeni yapmaya çalışmak.' Başkalarını tenkit, ortamdan şikayet ona göre şeyler değil. 'Gayr-i memnunlarla hiçbir iş başarılamayacağını' sık sık tekrar eden birisi olarak memnuniyetsizlik izhar etmek yerine, kendine döner, 'Ocak gibi yansan da gam eyleme izhar' der sabreder. Bir câni gibi resminin teröristlerle beraber duvarlara asılması ve askerlerin yolunu kesmesi karşısında da ihtimal, 'On asırdır dine ve millete hizmet etmiş bu kudsi ocağın mensuplarına geçici kusurlarından dolayı darılmamak gerekir' diye düşünmüştü.

Bu değerlendirmeler de nereden çıkıyor, sorusu akla gelebilir. Aslında yaptığımız, çok sahi de olsa, Fethullah Hocaefendi'nin taşıdığı vasfa, yetiştiği ortama ve beslendiği kaynaklara müracaat edip, İslâm tarihinde ulemanın hareket tarzını gözden geçirmeye çalışıp, sonra da elli küsur yıldır bu ülkede yaşamış olan Hocaefendi'nin kişiliğini ve hareket tarzını sohbet, vaaz ve konferanslarında arayarak bula çabası.

Hocaefendi bugün bulunduğu yer nereden geldi? Bugün onu her kesimden insanın ilgi odağı haline getiren özellikler nelerdir? Dün bir suçlu gibi aranırken bugün toplumla bütünleşmesi ve siyasilerin fikrine değer verdiği birisi haline gelmesi nasıl olur.

Yetiştiği Ortam

Hocaefendi'nin dedesi Şamil Ağa ciddi, heybetli ve vakur bir insandı. Etrafındakiler Şamil Ağa'yı hem çok sever hem de çekinirlerdi. Ninesi Munise Hanım hâl insanı idi. Etrafındakiler Şamil Ağa'yı hem çok sever hem de çekinirlerdi. Ninesi Munise Hanım hâl insanı idi. Çok az konuşurdu. Onun bir kere 'Allah' deyince kendinden geçmesi çocuk yaşlardaki Fethullah'a en fazla tesir eden şeylerdendi. Ölümü de böyle bir halde oldu. Babası Ramiz Efendi imamlık yapıyordu. Oğlunu vaaza ilk teşvik eden o oldu. Ramiz Efendi, Efe Hazretleri olarak bilinen Alvarlı Muhammet Lütfi Efendi'nin talebelerindendi. Babasının Efe Hazretleri'ne yakınlığı genç Fethullah'a tasavvufi bir ortamda gelişme imkanı sağladı. Annesi Refia Hanımefendi çok gayretli birisi idi. Köy şartlarında hem kalabalık olan aile fertlerinin hizmetlerini görür, hem de gizli gizli çocuklara Kur'an dersleri verirdi.

Refia Hanımefendi'nin Rabbi ile irtibatı her şeyin önünde gelirdi. Bir gün yatsı namazını kılmadan yatağa girince, yatağın kenarına ilişip onun duyacağı bir sesle şöyle dedi: 'Allahım! Şu anda namazını kılmadan yatan birisi var bu evde. Onun canını al. Evimde böyle birisini istemiyorum.' Bu sözleri duyan çocuk, sabaha kadar uyuyamamıştı. Refia Hanımefendi dersini vermişti. O, sinesindeki şefkati çocuklarının ahiret hayatını iman için kullanırdı.

Hocaefendi, annesinin en büyük yardımcısı idi. Annesi, ellerinden beliren bir rahatsızlıktan dolayı ev işlerini yapamaz hale gelince iş ona düşüyordu. Artık mutfağa giriyor, çamaşırları yıkıyordu.

Râmiz Efendi'nin evinde sürekli Efendimiz'in (sav) ve Ashab-ı Kiram'ın hayatı ile ilgili kitaplar okunur, kasideler söylenirdi. Ehl-i Beyt'e karşı özel bir muhabbet beslenirdi. Muhammet Lütfi Efendi Lütfi Efendi'nin dergahında ise peygamber ve ashap sevgisi bir aşk çağlayanı halinde idi. Hocaefendi bu aşk çağlayanı içerisininde serpildi, şekillendi.

Rağbet Geceler

Evden ve dergahtan aldığı peygamber sevgisi Hocaefendi'yi sahabe gibi bir hayat yaşamaya zorluyordu. Kitaplarda okuduğu şekliyle sahabe hayatı çok renkli ve göz kamaştırıcı idi. Ama o günkü şartlara göre düşünce böylesine bir hayat çok zor gözüyordu. Zor da olsa öyle yaşamak gerekirdi. Hocaefendi derununda bu tür tartışmalar yaşarken bir davet aldı. Arkadaşları onu Bediüzzaman'ın talebelerinden Muzaffer Bey'in sohbetine çağırıyordu. Daveti kabul etti ve akşam hep beraber sohbete gittiler. Bir terzi dükkanın arka odasında, dar bir mekanda, üç-beş insan vardı. O insanların hali Hocaefendi'yi çok etkilemişti.

Bir regaip gecesi yine o eve gitmişti. Hayran olduğu insanlardan birisi sessizce çıkıyor, biraz sonra tekrar odaya dönüyor, sonra bir başkası sessizce odanın dışına süzülüyordu. Bu sessiz çıkışlar Hocaefendi'nin dikkatini çekmişti. Takip edince dışarıya çıkanların nafile namaz kılmak için çıktıklarını ve nafile olduğu için de birbiriden gizlediklerini gördü. Onlara göre 'Her şey Allah için olmalıydı. 'Bediüzzaman, 'Amelinizden rıza-i ilahi olmalı. Eğer o razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok' diyordu.

Eve dönerken Hocaefendi'nin aldığı tesir daha da derinleşmişti. Gördüğü şeylerden sonra sahabe hayatının ütopya olmadığı düşünceleri ruhun sarmaya başlamıştı. Odasına girip secdeye kapandı ve Rabbine şöyle yalvardı. 'Allahım! Bu gece regaip gecesi. Herkes bir şeye rağbet eder. Ben de bir genç olarak, gençlerin rağbet ettiği şeyleri Sen'den isteyebilir. Sen'den cennete girmek, cehennemden azad olmak isteyebilirim. Allahım! Ben Sen'den o terzinin arkasında kalan insanlar arasında bir yer istiyorum. Beni onların arasında dahil et.

Hocaefendi için o geceyi yeni bir dönemin başlangıcı idi. Efe hazretleri'nden aldığı tasavvufi terbiye ile Risale-i nura açılıyordu.

Edirne, Hocaefendi'nin memleketinden uzaktaki ilk mekanı. Benliğini kavuran sahabe hayatına doğru atılmış belki de ilk adım. 'On yaşında iken bir elinde Arapça ders kitabı diğer elinde 'Gül Devrimizin' haritası, dünyada medeniyet götürdüğümüz günlerin hicranı, halinizin haybet ve hüsranı ve geleceğinizin ümit ve ümranı ile hayaller kuran' müteheyyic bir fıtrat, delikanlılık döneminde dünyasını eksi bir caminin penceresine sığdırmaya çalışıyordu. Cami penceresi belki de onun dünyasını resmeden en güzel mekandı. Hakkın huzurunda bel kırıp secde eden insanların semtine doğrudan açılırken, dünya ile arasında şeffaf bir cam vardı.

Cami penceresi Ashab-ı Suffa'yı çağrıştırıyordu aynı zamanda. Mekan ve idealler benzerlik arzediyordu. Zata gelince o, sahabeyi makamının ulaşılması mümkün olmayan sultanlar olarak değerlendiriyordu. Kendisi ise 'onların kapısında bir kıtmir olabilse yeter' di.

Eğitimle ilgisi çocukluk yıllarına dayanıyordu. Annesine, Kur'an derslerinde yardımcı olmaya çalışmasıyla başlayan ilgi Edirne'de de devam ediyordu. Onun bir şeyler öğretme, faydalı olma gayreti jurnalcilere takılıyordu. Bugün anlatılınca espiri konusu olacak şeyler ogün için emniyeti harekete geçiren acı gerçeklerdi. Ve polisle ilk defa, bugün herkes tarafından alkışlanan, Türkiye'nin bilim olimpiyatlarında birincilikler kazandıran hizmetlerin çekirdeklerini atmaya çalışırken yüz yüze geliyordu. Sonra uzun bir serüven başlayor. Defalarca karakola çağrılıyor, 12 Mart Muhtırası'ndan sonra kısa bir süre hapiste yatıyor ve 12 Eylül sonrası altı yıl süren takip başlıyordu. 'Bir şakî gibi altı yıl takip edilirken' o, Yunus'un 'Bu yol uzundur/Menzili çoktur/Geçidi yoktur/Derin sular var' mısralarından başka bir şey söylemiyordu.

İddiaya Yer Yok

'İnsanlar dünyaya insan çekirdeği olarak gelir. İnsanlığın kemali bu çekirdeğin ağaç gibi büyüyüp, dal budak salmasındadır. Annesinden doğan her çocuk insan olmaya namzet olarak dünyaya gelir. İnsan olarak giden ise dünya nüfusu dikkate alınırsa çok azdır.'

'Hocaefendi niçin bu kadar uğraşıyor?' sorusunun cevabı kısmen yukardaki cümlelerinde gizli. O kendi çekirdeğini nemalandırmağa çalışıyor. Başkalarıyla yarışmayı ise asla düşünmüyor. Allah'ın kendisine verdiği istidatları O'nun yolunda kullanmaya çalışarak, Allah'ın bir insan olarak kendisine bahsettiği alanlarda zirveye ulaşmaya çalışıyor.

Kur'an'da Hz. Peygamber'in en güzel örnek olarak gösterilmesi ona inananlar için alışması gereken çok büyük bir alan açıyor. Özellikle dine hizmet konusunda çok ağır bir mesuliyet yüklüyor. Herkes Kur'an ve sünnetten anladığı kadarı ile ona hizmet etmeli, başkasının kendisinden daha iyi anlamış olabileceği ihtimaline binaen ihtiyatlı olmalıdır. Hocaefendi kendi dışında hizmet eden insanların farklı davranışlarını duyunca şöyle karşılıyor: 'Kim bilir, belki de bizim bilmediğimiz bir şeyi biliyordur. Belki de ilhama mazhardır. Künhüne vakıf olamadığımız bir şey hakkında söz söyleyemeyiz.'

'Başkasının kusurunu görenler kendi kusurlarını görmezler' prensibinin onun hayatında önemli bir yere sahip olduğu görülüyor. Bu sebeple kimlerin ne yaptığı değil, 'Bir kul olarak Allah'a karşı, insan olarak kendisine karşı ve toplumun bir ferdi olarak da topluma karşı ben ne yayıyorum?' sorusu ile meşgul oluyor. Yanlışları, eksikleri tesbit edip sonra da tenkide başlamak ona göre şeyler değil.

Ona göre bütün problemlerin temelinde eğitilmemiş veya yanlış eğitilmiş insan var. 'İnsan unsuru iyi eğilirse problemlerin çözümü büyük ölçüde kolaylaşır.' Bu düşünce, sorumluluk şuuru ile birleşince onu eğitim konusun sistemli bir şekilde ele almaya mecbur bırakıyordu. Bu onun düşüncesiydi ve düşüncesini başka insanlara intikal ettirmek üstün bir gayret gerektiriyordu.

Askerlik sonrası tayini İzmir Kestanepazırı'na çıktı. Allah onun isteklerini yerine getirmesi için bir fırsat vermiş, polis takibine uğramadan öğrencilerle görüşebileceği bir ortamı nasib etmişti. Ona göre bu 'çok büyük bir lütufu ve kendi cinsinden şükür isterdi.' İdaresi altındaki öğrencilerle meşguliyet, ibadet ediyormuşçasına yapılması gereken bir iş hüviyetine bürünmüştü. Artık gözü gece-gündüz, yaz-kış pek uyku görmüyordu. Gündüz çocukların dersine giriyor, akşamları vaazlarının dışında halkla sohbet ediyor, gece talebeleri yatırdıktan sonra müstahdem gibi koridorları, helaları yıkıyor, dini yaşamanın yobazlık olarak algılandığı bir dönemde gücünün yettiği kadarı ile gerçek Müslüman tipini yaşayarak göstermeye çalışıyordu. Yaz tatili emeklerini alıp götürmesin diye öğrencilere kamplar hazırlıyor, kamplarda eğlence ile dersi bir arada götürmeye çalışıyordu.

Bu kadar iş arasında okuması gereken kitapları da ihmal etmiyordu. Bir taraftan dini eserler okuyarak kendi alanında gelişiyor, diğer taraftan da Batı düşüncesinden haberdar olmak için felsefi eserler ve Batı klasiklerini okuyordu.

Yapılacak çok iş vardı. Asılık problemler yolunu kesiyordu. Özellikle toplumun büyük bir kesimi camiye gelmiyordu. Kur'an denince sözün gerisini dinlemeyen bir çok insan vardı. Onlara nasıl ulaşacaktı? Onları camiye bekleyemeyeceğine göre, camilerin dışında mekanlar bulunmalı, ona göre konular seçilmeli ve bu insanlarla iletişim kurmanın bir yolu araştırılmalıydı. Sinemaları denedi, kahvelere gitti ve şehir şehir gezdi. Kur'an ve ilim, Darwinizim, İçtimâi Adalet gibi konferanslarla ilim yapabilmek, çağı yakalayabilmek için dinden uzaklaşmak gerekmediğini, aksine dinin bilimi, tekniği teşvik ettiğini anlatmaya çalıştı. 'Altın Nesil' konferansında çağı yakalayıp, aşacak ideal neslin çerçevesini çizdi. Türkiye'de solun çığ gibi büyüyüp, geliştiği günlerde o, 'SSCB'nin yıkılacağını, geride bir enkaz bırakacağını, Altın Neslin bu enkazdan mamureler çıkaracağını' söylüyordu.

Bu çatlayasıya gayret tesirsiz kalmadı. Kestanpazarı'ndan sonra Güzelyalı, Bozyaka ve onu takiben başka yurtlar açıldı. Üniversite hazırlık kursları ve kolejler ufukta belirmeye başladı.

12 Eylül öncesi anarşinin kol gezdiği günlerde ısrarla talebelerini ve vaazlarını dinlemeye gelen halkı anarşiye prim vermemek, dükkanlarını kapatmamak, emniyetin ve asayişin yanında yer almak konusunda uyarıyordu. Birlik ve beraberlik için hiç olmazsa kendi çevresinde birşeyler yapmaya çalışıyordu. 12 Eylül'den sonra ise 6 sene süren takip yılları başladı.

Fazilet Yerde Kalmadı

Aranıyor olmak onu, sorumluluğunu yerine getirmekten alıkoyamadı. O bu millete bir fikir vermiş, millet de ona güvenip destek vermişti. Yurtlar yapmış, çocuklarını eğitmesi için ona göndermişti. 'Bu güveni sarsmamak lazımdı. Batı'dan üstüste yediği sanayi, teknoloji ve bilim şoku ile millet kendine güvenini kaybetmişti. Ne yapıp yapıp bu güveni tesis etmek gerekirdi.' Bu sebeple kendisini bütün engelleri aşmak zorunda hissediyordu. Aranan birisi olmasına rağmen başlayan işlerin yarım kalmaması için kendisini çok zorladı. '1986 senesinde Hacca gitmişti. Orada memlekete girişinin yasaklandığını öğrendi. Ümitlendirdiği insanların ümidini kırmamak için mayın tarlalarından geçerek döndü.'

Gün geldi, yurtlar, okullar semeresini vermeye başladı. SSCB büyük bir enkaz bırakarak dağıldı. Bu onun için sürpriz değildi. Şimdi sıra 'İçtimâî Adalet' konferansında o tahminin arkasında söylediği ümit dolu cümlelerdeydi. Altın nesil bu enkazı değerlendirebilecek miydi?

Bu ülke insanının atayurdunun en muhtaç olduğu bir zamanda Orta Asya'ya koşması, yüz elli civarında kolej açması ümitlerini yeşertiyordu.

Ümit Aşısı Tuttu Mu?

Fethullah Gülen Hocaefendi dün olduğu gibi bu gün de tezini gerçekleştirmek için çalışıyor. Yüklendiği sorumlulukları ihmal etmemeye çalışıyor. İhmal ettiği tek şey kendisi. Şeker, tansiyon, kalp, romatizma gibi hastalıklar arasında hâlâ durmak bilmeyen bir gayretle didiniyor.

Bugün onun ümit aşısının tuttuğunu görüyoruz. Tavsiyeleri doğrultusunda açılan eğitim kurumları uluslar arası başarıların eğitim kurumları uluslar arası başarıların simgesi oldu. Dün nereye varacağını kestiremediği bu gayreti takibe alan devlet, bugün onun çalışmalarını takdir ediyor. Peki yarın ne olacak?

Bu sorunun cevabı, başta başbakan olmak üzere siyasi parti liderlerinin Hocefendi ile görüşmesi ile başlayan tartışmalarda açığa çıktı. Devleti yönetenlerin 'hoca' sıfatını taşıyan bir Türk vatandaşı ile görüşmesi Türkiye gerçeğini büyük ölçüde onaya koydu. Hür fikirli, olayları gerçeğe ulaşmak için kurcalamaktan korkmayanlar ile fikri saplantılara düşenler belli oldu. Toplum Hocaefendi hakkında ilk elden bilgi edinme imkanı buldu. Böylece tartışma zemini bilgi ile beslenerek daha sağlıklı hale geldi. Toplumda meydana gelen kaplaşma sebebinin büyük ölçüde birbirini tanımamaktan kaynaklanan vehmî korkular olduğu ve konuşa konuşa pek çok problemin aşılabileceği anlaşıldı.

Şimdi Türkiye'de Hocaefendi ve onun fikirleri gündeme gelmiş durumda. Tartışmanın merkezini aydınlarımızın büyük bir kısmı açısından Hocaefendinin fikirleri oluşturuyor. Az bir kısım ise merkeze onun hocalık vasfını yerleştirip, konuyu ideolojik boyutta ele alıyor. Hocalık vasfı açısından yaklaşanlar, bir tepkiyi iki farklı üslupta dile getiriyordu: Birinci, laik Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı laiklik düşmanı (!) bir hoca ile nasıl görüşürdü. İkincisi de bir hoca nasıl olur da devlet adamının ayağını gider, taviz verirdir?

Konuyu fikri açıdan yaklaşanlardan bazılarının değerlendirmeleri kısaca şöyle idi: Çetin Altan'a göre: Hocaefendi, olaylara bakışı ve kişiliği gerçekten ilginç bir insandı. Birçok insandan ayrılan esas bir özelliği dünya egemenliği peşinde koşan bir insan olmaması idi. İslam'ı gerçek anlamda yaşamak istiyordu. Küçük Asya'nın zaman zaman yetiştiği evrensel insanlardan birisi idi. Emeği vardı, 'hazneden geçinmiyordu.'

Posta Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz ise ilk izleniminin Hocaefendi'yi Türkiye'nin içinde bulunduğu sorunların bir bölümü ile ilgili olumlu roller oynayabilecek birisi olarak gördüğünü ifade ederek, herkesi aynı kefeye koymaktan çekinmeyen 'laikperestlerin'de ona kulak vermesi gerektiğini söylüyordu. Siyaset Bilimci Prof. Ali Yaşar Sarıbay, medrese anlayışını kolej formu içine oturtarak başarı sağlamış, elitist İslam'ın temsilcisi olan bir mücadele insanı şeklinde değerlendiriyordu. Prof. Toktamış Ateş de Hocaefendi için 'Bir çok konuda aynı duygular içinde bulunmaktan memnunun' diyordu.

Bülent Ecevit ise Hocaefendi'yi, iç dünyasını ve dış dünyaya bakışını açık gönüllülükle dile getiren, derin bir din bilgisi ve zengin bir felsefe, tarih ve sanat kültürüyle bütünleşmiş birisi olarak görüyordu. İsmet Berkan'a göre entelektüelik bayrağı el değiştirmişti. Sinema Yazarı Ayşe Şasa 'Hür gönüllü Anadolu insanının bir yıllık kolektif birikimi bu. Hiçbir kinin, hiçbir garezin pürüzünü taşımıyor' değerlendirmesini yapıyordu.

Prof. Şerif Mardin 'Tarih topluluk ve şahıs gibi odak noktalarını seçkin bir görüşle, iman ve dinle ilişkilendirmenin, toplum bilimcilerimiz arasında bile nadiren gördüğümüz yaklaşım olduğunu hatırlarsak, bu birleştirici zekanın yeri daha iyi anlaşılır' diyordu. Prof. Nilüfer Göle'ye göre Hocaefendi, 'kalpten, enfüsten medeniyete giden yolun rehberliğini yapıyordu.'

İslamî kaygı taşıyanlardan bir kısmı Hocaefendi'nin başbakanla görüşmesini taviz olarak değerlendiriyor, birtakım pazarlıkların yapılmış olabileceğinden endişe ediyorlardı. Hocaefendi ise siyaseten ve siyasi pazarlıktan çok uzak olduğunu tekrar tekrar açıklıyordu. Nedense siyasilerle siyaset dışı konularda görüşmek insanlar tarafından kolay kabul edilir bir konu değil. Siyasiler mi normal insanlıktan ve beşeri ihtiyaçlardan tecrit ediliyor, yoksa bazı insanların politika heveslerinin olmadığını mı akıllara sığdırılamıyor? Mc Donalds'ın arkasındaki ABD desteğinden bahsederken, Türk müteşebbislerin yurtdışında açtıkları kolejleri hükümetin desteklemesi gerektiği neden garipseniyor? Hiçbir politik mülahazaya girmeden bu okulların ihtiyaçları ve problemlerini başbakana götürmekte ne zarar olabilir. Eleştirilmesi gereken, başbakanın, vatandaşlarının dış dünyadaki yatırımlarını desteklemesi mi, yoksa desteklememesi miydi?

Bazıları ise dini kisveye sahip birisi olarak Hocaefendi'nin başbakanla görüşmesini ulema-umera ilişkisi açısından mahzurlu görüyor. Bu ilişki konusunda görüşlerine başvurduğumuz Prof İbrahim Canan 'İyiliği emredip, kötülükten sakındırmanın dinde çok önemli bir yeri olduğunu, bunu edep ve usulüne en uygun olarak yapacak kimselerin ise alimler olduğunu' söylüyor. Prof. Fahrettin Atar ise, 'İslam tarihinde genelde aykırı durumların yazılı kaynaklara geçtiğini, ifade ederek günümüzde alimlere çok iş düşüyor' diyor.

Bir taraftan da siyasilerin Hocaefendi ile görüşmesinden ve medyanın ona ilgi göstermesinden rahatsız olanlar vardı. Elbetteki herkesin kabul etmesi gerekir gibi bir şart yoktu. Fakat, fikir mahsulü bir ömrün semeresi ve ayrıca ciddi insanların takdirini kazanmış konularda sarfedilen gayr-i ciddi veya kasıtlı sözler bir ahlak problemini de günyüzüne çıkarıyordu.

Yargı yılının açılışı törenlerinde bütün Türkiye garip bir tepkiye şahit oldu. Türkiye garip bir tepkiye şahit oldu. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Önder Sav'ın cumhurbaşkanı, başbakan ve Fethullah Gülen Hocaefendi ile görüşen diğer siyasilerin de bulunduğu bir ortamda yargının problemlerini bırakıp siyasileri ve Hocaefendi'yi hedef alan tahkir cümleleri sarfetmesi ortalığı bir anda buza çevirdi. Bu hukuk adamını, başbakanı konuşmasını dinlemeden salondan ayrılmasına sebep olmayı göze alacak kadar çileden çıkaran neydi? Arkadaşlarımız bunun cevabını almak için günlerce ve defalarca aramasına rağmen kendisine nedense ulaşamadı.

Demokrasiyi Hazmedebilmek

Eleştirilen yaklaşanlardan birisi de Ali Zenginal idi. Takvim gazetesinde köşe yazan Zenginal alaycı bir üslupla yaklaşıyordu konuya. Hakan'ı Hoca'nın müridi olarak tanımlıyor ve Hocaefendi'nin inziva düşüncesine 'Zaten sizi kim çağırdı ki' cevabını veriyordu. Zenginal'ın bir değerlendirme cümlesi de şuydu: 'Ne demeli hocam, siz düşseniz, yamuğundan bizi kim korur bilmem.'

Zenginal'ın keşfettiği bir şey mi vardı. Neden bu kadar rahatsız oluyordu? Ona göre Hocaefendi'nin yaptığı şey siyasetti ve Hocaefendi bu işi usulsüz olarak yapıyordu. Açıklamalarda bulunacaksa parti kurup, Meclis'e girmeliydi. O Hakan'ın ve Hocaefendi'nin tavırlarını eleştiriyor, Tabi bundan ne kadar tutarlı olabildiği su götürür bir meseleydi. Takvim Gazetesi'nin bir başka yazarı Süleyman Yağız ise 'Benim eleştiri hakkım saklı; ama ben dindarlara saygı duyar hatta onlara istedikleri biçimde hitap ederim. Benim demokratlık anlayışım bu. Her dindarı da aynı kefeye koymuyorum. Eğer gerçek anlamda sevgi, saygı, hoşgörü istiyorsak kökten suçlamacı olmamalı; Fethullah Gülen ve cemaatinin, dindar kesimler içinde, demokrasimiz açısından ayrı bir yerlerinin olduğunu kabul etmeliyiz' diyordu.

Hocaefendi bütün hayatı boyunca kimseye kötü söz söylememiş, alaya almamış, böyle bir davranışı ima bile etmemiş bir insan. Bunun için alaycı ya da tahkir edici bir üslupla ele alınmaktan rahatsız.

Fakat herşeye rağmen hareket tarzı olarak hep affediciliği seçiyor. 'Allah'ın mükerrem yarattığı insanın doğruyu araştırdığı inancındayım. Sahsıma yapılan kötülükleri en güzel şekilde karşılamaya çalışacak; herkese sinemi açıp, Yunus gibi 'Beri gel barışalım/Yâd isen bileşelim' diyeceğim. Bu benim karakterimdir. Kur'ân'ın ifadesi ile herkes karakterine göre davranır' diyor.

İnsanlığa Hizmetten Başka Düşüncem Yok

Anadolu'nun, ısınmak için hâlâ tezek' yakan ve toprak evlerde oturan bir köyünde dünyaya geldim. Hayatımın her ânında Anadolu insanın garipliğini, ızdırabını ve sahipsizliğini iliklerime kadar hissettim ve yaşadım. 'Azametli, bahısız bir kıt'anın; şanlı, tali'siz bir devletin; değerli fakat sahipsiz ve azizken zelil olmuş bir millet'in yetimi olarak, daha on yaşlarında iken bir elimde takip ettiğim Arapça ders kitabı, diğer elimde 'Gül Devrimiz'in haritası, dünyaya medeniyet götürdüğümüz günlerin hicranı, halimizin haybet ve hüsranı ve geleceğimizin ümit ve ümranı ile hayaller kurar, planlar yapardım.

57 senelik hayatımda herhangi bir kimseye kötülük yapmayı bir an için olsun hayalimden bile geçirmedim. Sevgiden, kardeşlikten, birlik ve bütünlükten, af, sarf ve müsamahadan başka bir şey konuşamadım. Kin, nefret, intikam, kıskançlık rüyalarıma bile girmedi. Buna rağmen, yersiz töhmetlerle aylarca tutuklu kaldım. Bir şakî gibi altı yıl takibe alındım. İsmim ve resmim insan öldürmüş, soygunculuk yapmış, anarşi ve teröre karışmışların arasında teşhir edildi. Hac için izinli olarak çıktığım ülkeme dağlardan ve dikenler arasından kâh emekleyerek girebildim. Bütün bunlara rağmen, kimse aleyhinde beddua için bile ellerimi kaldırmadım. En ızdıraplı bir anımda beni altı yol takibe alan biri için kaldıracak oldum; fakat o anda o zatın annesi, çocukları gözlerimin önünde tüllendi ve 'estağfirullah' deyip, geri indirdim.

Nihayet, en az başkaları kadar vatansever, en az başkaları kadar demokrat ve en az başkaları kadar laik ve Atatürkçü bazı medyamız mensuplarının ısrarlı davetleri ve teşvikleri neticesinde, medyaya birkaç mülakat vermek ve en tabii vatandaşlık ve demokratik hakkım ve vazifem olarak, başta sayın başbakanımız olmak üzere, ülkemizin önde gelen idarecileri ve siyasileri ile görüşmek zorunda bırakıldım. Bazıları hâlâ, 'herkes görüşebilir mi?' diye soruyor. Demokrasilerde millet asıl, siyasiler vekilse ve demokrasi, halkın, vekilleri vasıtasıyla kendi kendini idaresi ise, vekilleriyle görüşmek, onları ikaz etmek, memleket ve millete hizmet adına fikirleri olanın bu fikirlerini onlara ifade etmesi, herkesin hakkı ve hakkı olmaktan da öte, vazifesidir. Halkını kabul edip dinlemek de, idareci ve siyasilerin vazifesi ve onlar adına alkışlanacak bir davranıştır. Aksi bir iddia, demokrasiyi hazmedememenin ifadesi olur ki, bu da, herkesten önce demokrasinin nimeti olarak istedikleri gibi yazıp görüş beyan eden ve siyasilerimizi istedikleri gibi sigaya çekebilen medya mensuplarına ve hukuk kuruluşlarına yakışmaz.

Bazıları tenkide tabi de tutsalar, devletime ve milletime, hatta bütün insanlığa ve yaratılmış bütün varlığa hizmetten başka bir düşüncem yoktur. İnzivaya çekilme isteğim, insanların teveccüh ve hüsn-ü zannından olabildiğince sıkılan ve uzak kalmaya çalışan ruh haletimin ifadesidir ve bunu hayatımın her anında duymuşumdur. Fakat hu hissim, hizmet anlayışıma hiçbir zaman ters değildir. Çünkü, 'Allah'ın en sevdiği kişi, tam bir tevhidle Allah'a inanan ve insanlara yardımcı olandır; Allah'ın en sevmediği kişi ise, O'na şirk koşan ve insanlara zararlı olandır' düsturunu getirmiş bir dinin mensubuyum. Mü'minin kelime ma'nası 'inanan, güven va'deden, emniyet veren' demek olduğu ve Kur'an, bütün peygamberlerin kavimlerine, 'Ben, siz güvenilir bir elçiyim; yaptığım dini tebliğ vazifesi karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum; benim ücretimi verecek olan Allah'tır' diye seslendiklerini anlattığı ve iki cihanın sultanı, Peygamber efendimiz (sav), düşmanlarınca bile Muhammedü'l-Emin diye anıldığı için, hizmet anlaşımda güvenilirliği ve insanlardan hiçbir karşılık beklememeyi en önemli iki prensip olarak kabul ediyorum. Bu sebeple, hayatımda, yaptıklarımda, düşüncelerimde ve sözlerimde gizlilik olmadığı gibi, hiçbir dünyevi, hatta uhrevi bir beklenti içinde de değilim ve olmadım. Kur'an Sünnet ve selef-i salihinin sâfiyâne içtihatlarından anladığım çizgide ve Allah'a kulluk borcum ve rızasını kazanmak istikametinde milletime ve bütün insanlığa hizmetten başka bir düşüncem yoktur ve olmamıştır.

Bu samimiyetime rağmen hâlâ bir takım 'uç'larda şahsıma yönelik nâ-becâ sözler söylense ve yazılsa da, ancak yapanların seviyesini düşürecek alaylarda bulunulsa da, hâlâ birtakım şüpheler üretip, defalarca tekzip almış ve küflenmiş raporlar tekrar be-tekrar gündeme getirilse de, yine 'sövene dilsiz, dövene elsiz' olacak; yine Kur'an'ın emri üzere, insanların kusuruna bakmadan, daima af, saflı, müsamaha ve bağışlama yolunu seçecek, yine 'ehl-i mektep' ve medeniyetlere karşı hikmet ve en güzel öğütle mukabelede bulunacak; yine şahsıma yapılan kötülükleri en güzel şekilde karşılamaya çalışacak; yine herkese sinemi açıp, Yunus gibi 'Beri gel, barışalım/Yâd isen bileşelim' diyeceğim. Bir gün karşıma geçip özür dileyecek olsalar, Hz. Yusuf (as) gibi, Hz. Muhammed (sav) gibi ve Hz. Fatih (ra) gibi, 'Size asla kınama yok; Allah, Gafur ve Rahîm'dir'diyeceğim. Çünkü, herkesi kardeşim biliyorum ve Allah'ın mükerrem yarattığı insanın doğruyu araştırdığı inancındayım. Bu, benim karakterimdir ve Kur'an'ın ifadesiyle, herkes karakterime göre davranır.

Prof. Fahretten Atar ( İslam Hukuku)
Alime Çok İş Düşüyor

Emirlerle alimlerin diyaloğu sonraki devirlerin problemi. Peygamber Efendimiz ve Hulefa-i Raşidin devrinde böyle bir problem yoktu. Onlar hem alim, hem de emir idi. Problemleri kendi aralarında hallediyorlardı. Daha sonra zuhur eden çeşitli sebeplerden dolayı bazı alimler kadılık görevini kabul etmemiştir. Mesela İmam Azam bunlardan birisidir. Ama bu genel bir kural değildir. İslam tarihinde genelde aykırı örnekler akılda kalmış yazılı kaynaklara geçmiştir. Bu sebeple akla hep onlar gelir. İman Ebu Yusuf kadılık görevini kabul etmiştir. İman Malik de emirin çocuklarına kendi evine gelmeleri şartıyla hadis dersleri vermiştir. Özellikle günümüzde alimlere çok iş düşüyor. Gecemizi gündüzümüze katmamız lazım. Yanlışları dini bilen insanlar söyleyecekler. Bunu yerine göre ve usulünce yapacaklar. Yerinde yüz yüze, yerinde gazete saylarında, yerinde bir vaaz kürsüsünde ama yapacaklar.

Prof. İbrahim CANAN (Hadisçi)
Sulh Yolunu Tercih Etmeli

Kur'an-ı Kerîm, pekçok ayetleriyle emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münkeri hatırlatır, emreder. Bu, dini ayakta tutan ana dinamiklerden biridir. Bu sebeple olacak, İslam uleması, bunun, bazı kayıtlarla, her Müslüman'a gücü nisbetinde farz olduğunu söylemiştir.

İyinin iyi, kötünün kötü olduğunu söyleme, duyurma işi, bazen 'sultan' kelimesiyle ifade edilen iktidar ve güç sâhibi olanlara karşı gerekir.

Hakkın söylenmesi her mü'minin vazifesi ise de, daha çok ulamayı düşen bir vazifedir. Çünkü o, hakkı, hakkın söyleme üslup ve adabını daha iyi bilir. Ulemaya, dinimiz enbiyanın varisleri addederek hakkın haykırılması, kötülüklerin takbîhi, teşhiri hususunda birinci derecede vazifeli kılmıştır. Resulullah, bildiğini söylemeyen kimsenin kıyâmet günü ateşten bir gemle gemlenerek Allah'ın huzuruna hesap vermeye çıkarılacağını haber vermiştir.

Ulemanın, idarecilere karşı gerçeği bütün çıplaklığı ile söyleyip uyarıda bulunabilmesi için ümeraya yakınlık peyda etmesi gerekir. Hiçbir dünyevi beklentisi olmadan ümeraya yaklaşmanın, hele irşad için yakınlık aramanın bir mahzuru olmamalıdır.

Dünyaya, maddeye zaafı olan alimlerin, ümeranın hoşuna gidecek doğrultuda dini çarpıtmalarından ve hakikatları ketmetmelerinden korkulur. Böylelerinin ümera kapısına gitmesi gerçekten tehlikelidir, hoş karşılanmaz.

Mahiyetçe hadîste gelen yasağı andıran ümeraya yaklaşma hadisesinin en güzel örneklerine cumhuriyet tarihinde rastlanır. Cumhuriyetle birlikte, nice eski Osmanlı uleması -Ahmed Kabaklı'nın ifadesiyle- 'göze girmek için' eski görüşlerine uymayan yeni görüşler ileri sürmüşlerdir. 'İslamiyet''i islah' maksadıyla 1928'lerde hazırlanan bir layiha ile camilere sıralar koyma, ayakkabılarla girme, musiki aletleri sokma, ibadeti bir tefekkür şeklinde yapma, ezanı Türkçeleştirme gibi nice çarpık fikirlerle ümeraya yaklaşmaya çalışanlar olmuştur.

Hadisin yasağına, işte böylesi neticeler verecek yaklaşmalar girer. Değilse, ümeraya bilmediği hususlarda irşad, İslam'a yaklaştırma, İslam'ı doğru şekliyle anlatma gibi maksatlarla olursa, buna en üstün bir cihad gözüyle bakmamız gerekir.

Zamanımızın cihadını ulema, hikmetle, ilimle sulhle yapmalıdır.

Sure-i Feth'te vadedilen 'feth-i mübin'in Hudeybiye sulhü olduğu hususunda Ashab-ı Kiram efendilerimizin ittifakı var. Günümüzde İslam'ın neşri için sulh yoluna daha da muhtacız. Medenilere galebe ikna iledir. Bunun yolu da ilimdir, iyi münasebetlerdir. İcbarla insanları kazanma kapısı artık kapanmıştır.

Fikirlerinin neşrinde suh yolunu tercih etmeyenler, diyaloğa yanaşmayanlar, hak noktasında mağlup olunca kuvvete başvuranlar, hakkı teslim etmeyip demagojiye kaçanlar artık çağdışı kalmışlardır, oturup cenazelerinin başında matem tutabilirler.

Oltan Sungurlu (ANAP Grup Başkanvekili)
Önder Sav Resmi İdeolojiyi Seslendiriyor

Önder Sav'ı kınamamak lazım. Çünkü o resmi ideolojinin taraflarıdır. O konuşmasında da adeta resmi ideolojiyi seslendirmiştir. Türkiye'deki resmi ideoloji de maalesef budur. Resmi mahiyette yapılan konuşmaların da mahiyeti genellikle bu şekilde oluyor. Türkiye henüz demokrasiyi içine özgürlük istiyorlar. Resmi ideoloji fikir hürriyetinin gelişmesini engelliyor. Ben Önder Sav'ın konuşmasını bu çerçevede değerlendiriyorum.

Cemal Öztaylan (DYP Balıkesir Milletvekili)
Fethullah Hocaefendi Rusya'dan mı Geldi?

Barolar Birliği Başkanı Önder Sav çok talihsiz bir konuşma yapmış, Türk toplumunda önemli yeri olan tarikat ve cemaatleri suçlama cüretini kendinden bulmuştur. Balıkesirli olan Önder Sav, Atatürk'ün Balıkesir Zağnoş Paşa Camii'nde verdiği hutbeyi bir okusun da tarikat ve cemaatlerin bir cemiyet için ne kadar kıymetli olduğunu anlasın. Ülkeyi ayakta tutan tek faktör dindir. Sav, siyasilerin Fethullah Hocaefendi ile görüşmesini niye ayıplıyor bir türlü hafızam almıyor. Tarikat ve cemaat önderleri bu toplumun içinden çıkmadı mı? Yoksa Sav onların Rusya'dan geldiğine mi inanıyor. Siyasiler toplumumuzun dinamiği konumundaki hocaefendilerle görüşmeye devam etmeli.

Ökkeş Şendiller (BBP Kahramanmaraş Milletvekili)
Saldıracağına Hocaefendileri Tanımaya Baksın

Cemiyetlerin değer ölçüleri vardır. Devletteki herhangi bir memurdan cumhurbaşkanına kadar herkes toplumun bu değer yargılarına saygı göstermek zorundadır. Ama maalesef tecrit edilmiş, fikir ve görüşleri iflas etmiş bütün kafalar, milletin değerlerine saldırarak gündeme gelmeye çalışıyorlar. Türkiye'de cemaatler ve tarikatlar bir vakıadır. Müslüman Türk toplumun çimentolarıdır. Önder Sav, ve onun gibiler fırsat bulurlarsa 2000 yıldır bir tarihe gözatsınlar ve din ve din önderlerinin bir toplum için ne kadar önemli olduğunu görsünler.

Şevket Kazan (RP Grup Başkanvekili)
Sav o Makamın Adamı Olmadığını Gösterdi

Önder Sav, Türkiye'de savunma makamının organı olan baroları kendi siyasi düşünce ve emellerinde alet ederek bulunduğu makamın adamı olmadığını ve olamayacağını göstermiştir. Anayasa'nın 10. maddesinde din, dil, ırk, mezhep ve siyasi düşünce farklılıkları gösterilmeksizin bütün vatandaşların eşit olduğu yazılı. Sav, baroların açılışında Gümüşhane'de yaptığı konuşmada Gümüşhane Baro Başkanı'nın öldürülmesini de ideoloji lehine istismar etmeye cüret etmiştir. Önder Sav, kedi siyasi felsefesine haris ama toplum felsefesine ters düşen bir kişidir. Türkiye'de 10 binlerce avukat var. Bunların içinde Sav gibi düşünenler bini geçmez.