Bir Romandı Öğretmenliğimiz

"Elif Aktaş, Elif Aktaş; ziyaretçiniz var lütfen kapıya geliniz." Bu anons da nereden çıkmıştı böyle. Kimi vardı, kim arayabilirdi ki onu. Yine yanlış duymuş olmalıydı. Kulakları iyice ağırlaştığı için artık her zaman karıştırmaya başlamıştı. Hani neydi şu gözlüklü hanımın adı. Haa.. Esma, Esma.. İşte onu çağırıyorlardır mutlaka diye içinden geçirirken bile zor yürüyen ayakları umutsuzca danışmaya doğru sürükledi Elif Nine’yi. Yaşlılık daha da çekilmez oluyordu yürürken. Hele bir de evlatların yüz çevirmiş, huzurevinde geçirmeye mahkum olmuşsan ömrünün son demlerini.. Çocuklarının yanında "sığıntı" gibi kalıp da iyice hayata küsen arkadaşlarını düşünmeden edemedi o an. Daha da kötü durumda olanları hatırlamak istemedi nedense. "Buna da şükür" diye geçirdi içinden, "Allah’ım bu yaştan sonra namerde muhtaç etme" diye her zamanki duası da dökülüverdi arkasından..

Hayret! Anons edilen kendi adıymış. Karşısında duranları tanıyamadı. 2’sinin kız olduğunu saydı ama gözleri az seçtiği için yüzlerini fark edemedi. Erkeklerin en uzun boylusu "Örtmenim, biz gününü kutlamaya geldik" dedi elini öpmek için eğilirken. Hatırlar gibi oldu bu ‘ğ’ harfini yutanı ama çıkaramadı bir türlü. Uzatılan gül demetini alırken şaşkınlığı daha da arttı. Gelenler sıraya girmişlerdi elini öpmek için. Heyecanlandı. Kim olursa olsunlardı, aranmak sorulmak ne güzeldi. Son sıradaki sarı saçlı kadın daha fazla bekletmek istemedi: "Biziz öğretmenim biz. 32 yıl önce bizi Dereköy İlkokulu’nda okutmuştun ya. İşte onlarız. Hepimiz İstanbul’dayız şimdi. Ben Zeliha’yım. Zeliha Çakır. Bunlar da Süleyman, Canan, Feti.." Kalbi küt küt atmaya başlamıştı Elif Öğretmen'in. "Bu da Selim, yumuşak g’leri söyleyemeyen 186 afacan Selim değil mi?" diye sorarken gözleri daha bir dolmuştu. Sevinçle sarıldı Zeliha’ya. Gözyaşları yıllardır kurumuşlardı, salıverdi onları da. İçine büyük bir ferahlık gelmişti. Ne kadar da mutluydu şimdi bir bilseler. Ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırdı. Sol eli, gül demetiyle tutunacak bir yer arandı boşlukta, öylesine. Bulamadı. "Şükür Allah’ım" dedi, yığıldı kaldı...

Böylesine küçük bir sahnenin neler ifade ettiğini yalnız öğretmenler bilir. Annesinin yanından ilk kez ayrılan bebeğe analık—babalık yapmanın meşakkatini, bir harf öğretmek için çekilen derdin zorluğunu, tuvalete gitmekten bile aciz çocuklara edep ve terbiyeyi kavratmanın güçlüğünü de... Işığın temsilcisidir onlar, gittikleri her yeri aydınlatırlar. Ömür boyu çekilenler karşılığında bir şey bekleyenlerin yapacağı meslek değildir bu. Öğrencinin gözlerinde görülecek minicik bir ışıltı çok gelir onlara.

Bir zamanların en itibarlı mesleklerindendi öğretmenlik. Aldıkları paranın fazla kıymeti olmasa da kadirleri—kıymetleri bilinirdi insanlarca. Sözleri dinlenir, gelince ayağa kalkılır, saygı duyulurdu. Şimdilerde bir çok değer gibi öğretmenlik de dumura uğradı. Biz; bu yola baş koyan, ömrünü adadığı mesleği için okul okul dolaşan, karanlıkta bir mum daha yakma uğruna nice çilelere katlanan öğretmenlerimizden birisinin hatıralarını aktarırken, 29 kere 40 yıl kölesi olsak az bile az gelecek baş taçlarımıza gereken saygının gösterilmesini diliyoruz:

ADI: Belma. SOYADI: Özbatur (Sönmez). GÖREVİ: İlkokul öğretmeni. GÖREV YAPTIĞI YIL: 44

"İstanbul’da Fatih’te doğdum. Hırka—i Şerif İlkokulu ve Fatih Ortaokulu’ndan sonra Çapa’da Öğretmen Okulu'nda okudum. Çok sevdiğim için öğretmenliği seçtim. Son sene bizi Edirne’ye gönderdiler. Ailem pek göndermek istemedi. Israr edince babam Edirne’ye götürmek durumunda kaldı. 1948’de mezun oldum. Tayinim Konya’nın bir köyüne çıktı. Orada tanığımız bildiğimiz kimse olmadığı için ailem tereddüt etti. "Ben öğretmenlik yapmak, çocuk yetiştirmek için okudum" diyerek direttim. O zamanlar Erzurum Fevzi Çakmak Askeri Hastanesi’nin başhekimi dayımdı. Eniştem de şark görevi dolayısıyla orada bulunuyordu. Eğer dediler, Ankara’dan tayinini buraya yaptırabilirseniz burada iki aileyiz, yanımızda öğretmenliğini yapar. Erzurum’a tayin yaptırmamız zor olmadı. O zamanlar yeni bir yönetmelik çıktı: Stajyer öğretmenler göreve köylerde başlayacaklar. Bizim düşüncemiz başka türlüydü. Dayımların yanında kalacak, Erzurum içindeki bir okulda da görev alacaktım. Vali Cemal Bey dayımın arkadaşıydı. "İstersen" dediler "İstanbul’a yaptıralım.". "Yoo" dedim "ben çalışacağım." Bunun üzerine Korucuk köyüne tayin edildim. Korucuk normal zamanlarda yarım saatlik bir yoldur. Ancak karlı günlerde sabah binersiniz, gece indiğiniz olur Erzurum’a. Özellikle bir Deveboynu geçidi vardı ki, kışın tamamen kar altında kalır. O dönemin külüstür otobüsleri oradan çıkamaz kalırdı. Erzurumluların çok iyiliklerini gördüm. Ben de 3 sene boyunca seve seve çalıştım. Uzaktan benim geçtiğimi gören 80’lik dedeler ayağa kalkarak selam verirlerdi. 16—17 yıl sonra tekrar gittiğimde beni gelinler gibi karşıladılar. Nasıl unutabilirim o insanları.

Rüyayla Gelen Güven

Bulunduğum evden sadece gökyüzü görünüyor. Evin tek penceresi damda, geceleri bazen kurtlar bile geliyor damdaki pencereye. Köylüler beni koruyorlar ama yine de akşamları içimde korku oluyor. O ilk günlerde bir rüya gördüm. Yalnız bir kaç kişiye anlatmışımdır bunu. Bir gece yine okudum üfledim yattım. Rüyamda kapım açılıyor. Tüylerim diken diken. Hazreti Peygamber (s.a.v) kapımdan içeriye giriyor, hiç konuşmadan seccadeyi seriyor, namazını kılıyor ve gidiyor. Dedim ki bu, bana Allah’tan bir şey. Korkma, bak koruyanın var. Ve ben bu rüyaya o kadar inanmışımdır ki, hâlâ gözümün önündedir.

Tayinimi çıkaran da dönemin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri Bey oldu. Seçimler vardı. Bizim köye uğradılar. Büyük hazırlıklar yapıldı. Yolun üzerinde olduğu için okulumuza da uğradı. Sınıfları tek tek dolaştığı okulumuzu pek beğendi. Hele benim İstanbullu yeni mezun genç bir öğretmen oluşum, hiç köy hayatını falan bilmeyişim dikkatini çekti. 'Yavrum benden istediğin bir şey var mı?' dedi. Ben bir şey söylemedim o zaman. O ara bir olay oldu. Bizim bir müdürümüz vardı, Mehmet Bengisu. —Ki okulda öğretmen olarak bir ben varım bir de Mehmet Bey— Erzurumlu, oranın köklü ailelerinden... Babamdan yaşlı bir beydi. O zamanlar bit salgını vardı her yerde. Bakanın biri sormuş kendisine; okulunuzda bit salgını var mı diye. "Haşa bulamazsınız" demiş. Hâlbuki o kadar var ki. Ben hep mücadele ediyorum. Onun için özel dolabım var, pompalar, ilaçlar... Erzurum’daki doktor dayıma söylüyorum, hastaneden malzemeler, ilaçlar veriyor. Bana geldi sordu. Dedim ki "Evet. Mücadele ediyoruz." Belgeleri gösterdim şu şu tarihlerde ilaçlamalar yaptık diye. Açık kalple yaptıklarımızın hepsini anlattım. Bu tavrım Tevfik İleri Bey’in hoşlarına gitmiş. Dediler ki, "Şimdi gidiyoruz, dönerken tekrar uğrayacağız". Daha sonra öğrendim ki gittiği Pasinler’de hep beni anlatmış: Parmak kadar çocuk şöyle çalışıyor, böyle gayretli falan... Ben okuldan eve gittim, o kadar üzüldüm ki. Niye müdür bey bit salgını yok dedi. Yani müdür beyi suçlamış gibi olduğumu düşünüyorum ve üzülüyorum. Aynı gün hava kararmak üzereyken eve jandarmalar geldi. Sabah geçen bakanlar sizi istiyorlar diyerek beni çağırdılar. Derlendim—toparlandım, sarındım. Gönderilen araç kar yüzünden az ilerde kalmış. Oraya kadar kadar gittik. Bakan, 'Yavrum' dedi 'Evine kadar gelip tebrik etmek istiyordum. Fakat oraya kadar gelemedim, seni rahatsız ettim.' Heyecanlandım tabii bit meselesi yüzünden bir şeyler söyleyecekler diye. Tebrik için olduğunu öğrenince sevindim. 'Bir arzun var mı?' diye ekledi. 'Tabii var' dedim 'Ailemin yanında görev yaparsam çalışmalarım daha farklı olur'. 'Peki öyleyse' dedi. 'Şimdi senin ismini soyadını alıyorum, ve bilki dedi, bunu sigara tabakası arkasına alıp atan cinsinden değilim. Seni arayacağım.' Gittiler. Daha sonra Milli Eğitim Bakanlığı'ndan bir mektup geldi: Derhal dilekçeni ver diye.

Hem Erzurum’dan ayrılacağım diye üzülüyorum hem İstanbul’a gideceğim diye seviniyorum. Tekirdağ’ın Çorlu kazasının Aşağısırt köyüne tayinim çıktı. Erzurum’da çok tecrübe sahibi oldum. İyi ki gitmişim. Mutluyum, köylüyü yakından tanıdım, insanları, o iyi kalpli çocukları yakından tanıdım.

Çalışmak İçin Dökülen Gözyaşları

O zaman eşimle evlendik. Bir buçuk sene orada çalıştım. Bir ara bebek beklediğimiz için eşim çalıştırmadı. Sinop’un Ayancık kazasının Türkeli nahiyesine eşim hükümet tabibi olarak tayin oldu. Ben çalışmıyorum. Ama her gün de ağlıyorum. Çalışmak istiyorum, çalışmak istiyorum diye. Sonra tekrar vazifeye başladım. Beş sene kaldık. Tayinimiz İstanbul’a çıktı. Eyüp Sultan İlkokulu’nda göreve başladım. Ondan sonra kendi okuduğum okula tayinim çıktı. Fatih Hırka—i Şerif İlkokulu’nda 31 yıl görev yaptıktan sonra da 1991 yılında emekli oldum. 1947’de başladığım mesleğime yaş haddinden emekli oluncaya kadar 44 yıl hizmet ettim.

Öğrencilerinizle unutamadığınız anılar?

Elbette Korucuk’taki anılarımın apayrı bir yeri var. O zamana kadar hiç köy görmedim desem yeridir. Kar lapa lapa yağarken işte burası okulun dediler. Okuldan birisi çıktı o sıra. Elinde ibrik koşarak gidiyor bir tarafa doğru. Herhalde dedim bu okulun hademesi olsa gerek. Fakat öyle garip geldi ki; gözümün şurasında iki tane yaş belirdi. Evler hiç belli olmuyor, damdan pencereli. Dayım ve teyzem dediler ki sana bu köyde görev yaptırmayız. Ben dedim ki; yok katiyen olmaz. Ben nasıl ağlıyorum ama. Ben buraya geldim, çalışacağım. Bu konuşmalardan sonra okula girdik. Öğrendik ki elinde ibrikle çıkan kişi okulun müdürüymüş. Beni muhtarın evine yerleştirdiler. Teyzem bir hafta kadar yanımda kalarak beni köye alıştırdı. Köylü çok iyi olduğu için alışmakta zorluk çekmedim.

Sınıfları Düzene Koyduk

Sınıfa gittim. Hiç talebe yok. Birinci sınıfı müdür bey okutuyor. 3—4’ü ben okutuyorum. Kalabalık bir kitle bendeydi. Kalabalık dediysem 30 kişi yok. Nerede çocuklar dedim. Dediler ki çocuklar dini okulda. Benden talebe isteniyor, yoklama yapıyoruz. Ben de kalktım ders yaptıkları yere gittim. Bir ahırda dini ders yapıyorlar. Hocaefendi dedim ben bu okula öğretmen olarak geldim. Ben bu çocukların öğretmeniyim ama sınıf boş. Lütfen bu çocukları okul saatleri gönderin diğer saatlerde öğretiminize devam edin. Hoca büyük anlayış gösterdi. "Hay hay öğretmenim" dedi ve o gün bütün çocuklar okula başladı. Mezun olana kadar gayet muntazam okula devam ettiler. Yalnız önlük denen şey yok, yaka yok, kurdela yok. Biz o zamana kadar alışmışız düzenli bir sınıfa. Diyorum ya BİR ROMANDIR BENİM ANLATTIKLARIM. Köy fakir, insanların doğru—dürüst geliri yok. Hafta sonları Erzurum’a teyzemin, dayımın yanına gidip—geliyorum. Dedim ki çokça siyah boya alayım, bir de kazan getirteyim. Öğrencilere önlük yapayım. Beyaz bezleri kestik biçtik yakaya benzettik. Kız çocuklara kurdeleler yaptık. Sınıflar biraz olsun düzene girdi böylece.

Yetiştirdiğiniz talebelerden bahseder misiniz?

O kadar çok ki hangisinden bahsedeyim. Tanınmış doktorlar var, subaylar, mühendisler, diş hekimleri var, yurtdışında eğitimlerini sürdüren oğullarım var, ticarette iyi yere gelmiş olanlar var. Her meslekten insan var. En güzeli de, hepsinden güzel bir de Fethullah Hocam var. Fethullah diğer öğrencilerden çok farklıydı; ağırbaşlı, mağrur, beyefendi, çalışkan, her şeye uzaktan bakan öyle bir çocuktu. Ben onunla gurur duyardım. Hatta bazen kendisine derdim ki, Fethullah bak oğlum! İnşallah seni bir gün İstanbul’da aslan gibi bir subay olarak göreceğim. Subaylık bizim için milli duyguları kuvvetli, kardeşlik duyguları ön planda olan bir meslek. Fethullah’ın da bu duyguları kuvvetli olduğu için onun subay olmasını isterdim. Ben asker deyince; milli duyguları kuvvetli, Atatürkçü, inkılaplara inanan demek istedim. O köy Rus savaşı görmüş. Nineleri dedeleri bir odaya kapatmışlar hepsini diri diri yakmışlar. Bana hep bunları anlattılar. Yani bunun için onlar çok meraklıydı. Düşkündü, saygı duyarlardı askerlere.

O, her şeye uzaktan bakar, uzaktan güler, az da olsa neşeli olduğu zaman kahkaha da atardı. Bunu böyle hep ona söylerdim. Diğer öğrenciler gibi ifrada kaçan bir yaramazlığı yoktu. Arkada cama yakın oturur, iri yapılı, beyaz tenli, hep gözümün içine bakar. Bir gün ne yaptılarsa hepsi yaramazlık yapmışlar. Yaramazlık yapanları cezalandırmaya başladım. Ona gelince elim kalkamadı. Çünkü her zaman için ağırbaşlı bir çocuk. Kulağından tuttum; 'Sende mi Fethullah' dedim. Bu ona o kadar etki etti ki bir daha hiç yaramazlık yapmadı. Yapmazdı da zaten.

Fakat köyden göç ettiler. Fethullah’ı 5. sınıftan mezun edemedim. Alvar köyüne gittiler. O kadar üzüldüm ki; nasıl getirsek, okuyan, çok çalışan bir çocuk falan. Bir gün okulun yanına beni veya arkadaşlarını görmeye gelmiş. Dedim ona Fethullah niçin yapıyorsun yavrum, gel oku, bak mezun olacaksın çok iyi bir çocuksun. Aslında biliyordum onların oraya ailesiyle birlikte gittiğini ama yine de gelip benim sınıfımda okumasını istiyordum.

Geçenlerde gazeteden kalp anjiyosu olduğunu öğrendim, çok üzüldüm. Kısa bir geçmiş olsun mektubu yazdım. Onun cevabını yazmış çok mutlu oldum. Öğretmenleri o kadar yüceltmiş ki: ‘Hayata ilk uyandığım bir dönemde kendimi bulmam ve özümle bütünleşmem mevzuunda önemli katkıları olduğuna inandığım öğretmenim’ diyor.

Öğretmenlik günleriyle ilgili albümün sayfalarını çevirirken gözleri doluyor. Yaşadığı hatıralar duygulandırıyor besbelli. Öğrencilerinden bahsederken "oğlum—kızım" diye konuşurken bile anne şefkati göstermeye özen gösteriyor. Öğrencileri için tek ölçü belirlemiş, gözlerindeki ışıltı. "Eğer" diyor "ışıltı yok olmuşsa bilin ki bir derdi vardır."

Niye başka mesleği değil de öğretmenliği seçtiniz?

Fatih Ortaokulu’nda okurken matematik hocamız Hasan Bey’di. Kim öğretmen olmak istiyor deyince parmağımı kaldırırdım. O hemen itiraz ederdi: Sen ya doktor olacaksın ya da kimyager. Annemin de mesleği seçmemde etkisi büyük herhalde. Çapa Öğretmen Okulu’nda okurken anneannem vefat edince kardeşlerine bakmak için okulu bırakıyor. Öğretmenliğe severek başladım, yaşım dolana kadar severek çalıştım. Meslek ruhumuza işledi. Gece—gündüz demedim çocuklara bir şeyler öğretmek için. Bu yüzden vicdanım rahat.

Kendi döneminde olduğu gibi öğretmenliği çok sevenlerin bu mesleğe alınmasını arzu ediyor.

Genç meslektaşlarına şu mesajı veriyor Belma Öğretmen: Çocuklarımızı iyi yetiştirsinler, sevgilerini eksik etmesinler onlardan. Öğrencilerden bir şeyler bekliyorlarsa mutlaka onlara yakın olsunlar. Gerekirse aile sorunlarıyla da ilgilensinler. Çocuk eğer öğretmeni gerçekten severse o sınıf pürüzsüz gider.

Şimdiki öğretmenler sizin yaptığınız fedakarlıkları yapıyor mu?

En kestirme cevap hayır. Arkadaşlarımız da çalışıyorlar fakat bizlerde biraz daha bir mesuliyet duygusu vardı. Bakın ben 65 yaş sınırı sebebiyle emekli oldum. Bir gün görevimi aksattığımı bilmem.

Aldıkları maaşlar ortada. Bu vasatta öğretmenler mesleklerini ideal şekilde yapabilirler mi?

İlk öğretmenlik dönemlerimizde de benzer sorunlar vardı. Fakat öğretmenliğin itibarı vardı. Daha idealisttik biz. Şimdilerde okul dışında özel ders veren öğretmen arkadaşlar hiç bir sıkıntı çekmiyorlar. Ancak yakın dönemde okul çıkışında işportacılık, şoförlük yapan öğretmenlerin sayısı hiç de az değil. Verilen para makul değil elbette. 9-10 milyon lira aylık alan öğretmen evi mi geçindirsin, diğer masraflarını mı karşılasın. Halbuki öğretmen sınıfın karşısına tertemiz, herşeyi muntazam olarak çıkmalı. Ki örnek olacak çocuklara.

Öğrencilerinin birçoğu bugün bile arayıp soruyor Belma Öğretmen’i. Özellikle Erzurum’dakiler aradan yıllar geçmesine rağmen ziyaretine geliyorlar. Arayamayanların da mazeretleri olduğunu bildiği için hatır koymuyor. Öğrencilerinin eğitim aşkını tutuşturmak için kullandığı gözlerindeki ışıltı hala parıl parıl.( Hamit Gündüz)

  • tarihinde hazırlandı.