Dünya Küçük Onlar Büyük

Yıllar önce dünyanın dört bir yanına dağılmış anne- babaların farklı coğrafyalarda boy vermiş çocukları onlar. Bu sayfalarda kendine yer bulan 10 isim, başka binlercesinin habercisi aslında. Dünyanın bir yerinde doğuyor, diğer ucunda büyüyorlar. Her biri 3, 4, 5 dil konuşuyor, şahit olduğu güzellikler kadar sıkıntıları da cesaretle dillendiriyor.

Nalan Azak 14 yaşında. Danimarka'da doğdu. İlkokulu Danimarka ve İsveç'te okudu. Belçika'da başladığı ortaokul eğitimine İngiltere'de devam ediyor. Türkçe, Danca, İsveççe, Fransızca ve İngilizce biliyor.

Beyza Cerrah 13 yaşında. Doğum yeri Özbekistan. Kırgızistan ve Türkiye'nin ardından Tacikistan'a taşındı. Türkçe, İngilizce, Farsça, Rusça ve Özbekçe biliyor.

Zeynep Şule Tekten 15 yaşında. O da Özbekistan'da dünyaya geldi. Kazakistan'da başladığı ilkokul eğitimini, Rusya'da tamamladı. Türkçe, Rusça, İngilizce ve Kazakça biliyor.

Mualla Erdil 15 yaşında. Rusya'da doğdu. Tayland'da anaokuluna, Gana'da ilkokula gitti. 5 yıldır Avustralya'da yaşıyor.

Umut Furkan Demirkol 13 yaşında. Türkiye'de doğdu. 4 yaşına kadar Kazakistan'da yaşadı. 9 yaşından beri Nijerya'da.

 Feyza Hakimova henüz 5 yaşında. Amerika'da doğdu. Türkçe, Özbekçe, Rusça, İngilizce ve İspanyolca biliyor, Arapça öğreniyor.

Sümeyra Ödemiş 2,5 yaşında. Sibirya'da doğdu, Makedonya'da yaşıyor. Türkçe ve Makedonca biliyor… Şimdiden dünyanın muhtelif yerlerinde arkadaşları var.

İnanması zor ama bu hikâyelerde kurgu yok. Üstelik listeyi uzatıp örnekleri çoğaltmak mümkün. 115 ülkeden 700 öğrencinin katıldığı 7'nci Türkçe Olimpiyatları'nda dünya çocuklarının marifetlerini gördükten sonra bizimkiler ne durumda diye bir baktık, bu tablo çıktı karşımıza. Sokakta dolaşırken karşılaşmadık tabii, nerede arayacağımızı biliyorduk. Önce dünya çocuklarına Türkçe öğretmekle iftihar eden öğretmenlere, sonra onların çocuklarına ulaştık. Anne babalarının gittiği yerlerde, Asya'da, Afrika'da, Amerika'dalar şimdi. Bir ülkede doğmuş, ötekinde konuşmaya başlamış, birinde yuvaya, diğerinde okula gitmişler. Kendilerini içinde buldukları hayat nereye sürüklediyse oradan nasiplenerek devam ediyorlar yollarına. Tanzanya'da, Azerbaycan'da, Kongo'da, Kamboçya'da, Nijerya, Tacikistan, Endonezya, Bangladeş'te insana dair ne varsa; hastalık ve sağlık, yoksulluk ve zenginlik, savaş ve barış… yaşayarak öğreniyorlar. Kesin konuşmak için belki erken; ama 'demedi' demeyin, bizim küçük dünyamız bu çocukların çok gerisinde.

Bir dünya haritası koyun önünüze ve sırasıyla Rusya, Tayland, Gana ve Avustralya'nın yerlerini işaretlemeye çalışın. Ardından birer cümleyle her biri hakkında ne bildiğinizi sıralayın! Ya da iyisi mi gelin Mualla'ya kulak verelim birlikte. Bir masa etrafında karşılıklı oturuyoruz. Sakince anlatmaya başlıyor. Ortaya çıkan tablo karşısında kendinizi biraz eksik ve rahatsız hissetmemeniz elde değil. En fazla, sandalyede bir o yana bir bu yana dönerek ifşa edebiliyoruz sıkıntımızı. Konuştukça kıtalar arasında gidip geliyor. Rusya'da doğmuş Mualla Erdil. Oradan Kremlin Sarayı'nın ihtişamlı mimarisini ve Lenin'in mumyasını hatırlıyor. Anaokuluna gittiği Tayland'dan haftalarca süren yağmurları, insanların sıcaklığını. Önce Rusça, sonra Tayca öğrenmiş. İkisini de unuttuğunu biraz sıkılarak ifade ediyor. 6 yaşındayken bu kez Gana'ya taşınmışlar. Oradan sonrasını çok net hatırlıyor. Türkiye dışında duygusal yakınlık hissettiği tek yer, pek çoğumuzun adını bile bilmediği bu Batı Afrika ülkesi.

Zeynep Şule Tekten, Balıkesir'de dünyaya gelmiş. Özbekistan'a götürüldüğünde daha birkaç haftalıkmış. Kazakistan'a taşındıklarında 3 yaşında. 6 yıl sonra bu kez Rusya'ya göçmüş ailesi. Laf arasında iki ülkeye; insanlarına ve kültürüne dair gözlemlerini bir yetişkin ustalığıyla aktarıyor. "Kazaklar çok zengin sofra kurar. Çayları çok lezzetlidir. Türkçe öğrenmeye yatkınlar. Ruslar çok okur, toplu taşıma araçlarında, metrolarda elinde kitap olmayan insan görmek zordur. Kültürlü ve birikimli insanlardır." Türkçe, Rusça, İngilizce ve Kazakça biliyor Zeynep. Bu yıl yeni bir yere taşınma ihtimalleri yüksek.

Nalan Azak bir başka öğretmen çocuğu. 14 yıllık hayatının tatiller dışındaki kısmını Avrupa ülkelerinde geçirmiş. Bu yüzden sorulduğunda, "Türk'üm" diyor elbette; ama Avrupa'da doğup büyüdüğünü ekleme gereği hissediyor. Bu tecrübenin onu farklılaştırdığı kanaatinde. 10 yılını geçirdiği Danimarka ikinci memleketi gibi.

Tek başına böyle bir geçmişe sahip olmak bile göz kamaştırıcı. Konuşma ilerledikçe bakış açılarının genişliği, kendilerine duydukları güven, dünya meselelerine karşı duyarlılıkları daha 10'lu yaşlardaki bu çocukları 'saygı duyulacak yetişkin' kılığına büründürüyor. 13 yaşındaki Umut önce Nijerya'yla pek ilgili değilmiş havası veriyor. 4 yıl önce taşınmışlar başkent Abuja'ya. Kardeşi Ayşegül 5, Umut 9 yaşındayken. Evlerin etrafındaki dikenli telleri anlatıyor önce. Hırsızlardan korunmak için alınan tedbirlerden biri. Güvenlik sıkıntısı olduğu için yanlarında anne ya da babaları olmadan dışarı çıkamıyorlar. Halkın beyazlara karşı biraz tepkili olduğundan da söz ediyor bir ara. "Bu konuyu arkadaşlarınla konuşuyor musun?" Onlara sormamış; ama küçük bir araştırma sonucunda aradığı bilgiye ulaşmış: "Önceden İngilizler işgal etmiş Nijerya'yı. Burası dünyanın 4'üncü ya da 5'inci petrol zengini ülkesiymiş. Petrol ve köle götürmüşler ülkelerine. Bunun için halkın bir kısmı bütün beyazları kötü sanıyor."

4 yılını geçirdiği ülkeye dair genel malumat verirken bir çocuğun sahip olabileceğinden daha fazla gözlem aktarıyor. Önce eliyle havaya bir harita çizip "Afrika'nın kalbi" dediği Nijerya'nın yerini gösteriyor. Sonra ekvator çizgisinin hemen altında, yemyeşil tropikal bir ülke tarif ediyor. "Halkın çoğu fakir, Nijerya'da orta seviye yok. Zenginler villalarda, fakirler küçük, çadır gibi evlerde yaşıyor. Çöpten yapılmış, basık, dar evlerde. İçinde sadece uyuyacak kadar yer var." Umut bunları aktarırken kardeşi Ayşegül hareketleniyor. Bir dergi uzatıyor ağabeyine. Kapağında, sazdan bir etek giymiş Afrikalı resmi var. Eliyle çocuğun eteğini gösteriyor, "Evler de bunun gibi otlardan yapılmış değil mi abi?" Umut Nijerya'dan bahsederken annesi şaşkınlıkla dinliyor. Oğlunun anlattığı şeylerin bir kısmı onun için de yeni.

Çocuklar için her şeyden öte bir macera bu gidiş gelişler. Aileler içinse çok daha fazlası. Emine Demirkol Abuja'daki kolejde Türkçe öğretmeni. Çocuklarıyla birlikte kısa süreliğine Türkiye'de. Umut ve Ayşegül, "Türkiye'yi çok özlüyoruz." derken sessiz bir tebessümle izliyor onları. Yurt dışında görev yapma kararı, pek çok şeyi geride bırakmayı zorunlu kılmış, bunlardan yana bir sıkıntısı yok Emine Hanım'ın; ancak söz çocuklara geldiğinde ses tonu değişiyor. "Nijerya'ya gelme fikri ortaya çıktığında 'Çocuklarımızı nereye götürüyoruz?' diye sorguladık kendimizi. Ama ortada bir ihtiyaç vardı. Biz gitmezsek eksik kalabilirdi." İlk yıllar kadar endişeli değil şu an. Çocuklarındaki değişimi izledikçe bu mahrumiyetin nasıl bir fırsata dönüştüğünü görüyor. "Çok fazla psikolojik yara almamışlarsa avantajlı, şanslı bizim çocuklarımız. Bizim çok uzağımızdaki bir hayatın içine giriyor, bulundukları ülkenin çocuklarıyla yan yana yaşıyorlar. Dilleri argosuna kadar öğreniyorlar." Umut, annesinin bu açıklaması üzerine pazarda babasına tercümanlık yaptığını, biraz da göğsü kabararak anlatıyor. Nijerya'da İngilizce konuşuluyor; fakat her İngilizce bilenin sokakta kullanılan dili anlaması mümkün değil. İngilizceyi okuldan, bu yarı tahrif edilmiş dili arkadaşlarından öğrenmiş.

Nalan 14 yaşında, onun da tek sıkıntısı akrabalarını özlemek. Hayatları böyle geçtiği için anormal gelmiyor bu özlem. Çocukluğunun geçtiği Danimarka'nın ardından 1,5 yıl İsveç'te, bir o kadar da Belçika'da yaşamış. Her iki ülkede de yeni bir dil öğrenmesi, okuluna, arkadaşlarına alışması gerekmiş. Öyle bir esneklik kazandırmış ki bu hayat, çizdiği tablonun zannettiğimiz kadar zor olmadığını açıklama gereği duyuyor: "Gittiğim ortamlara kolay uyum sağlıyorum, o zaman da aramızdaki farklılıklar sorun olmaktan çıkıyor. Dil öğrenmek için çalışmam gerekiyor tabii; ama bu sanıldığı kadar zor değil. Yaşadığım her yere bağlanıyorum ve ayrılırken zorlanıyorum. Bir yandan da iyi, her yerden tanıdıkların, arkadaşların oluyor. Ülkeleri tanıyorsun, dil öğreniyorsun…" Kaç ülkede arkadaşın var, sorumuza karşılık bir çırpıda onlarca isim sayıyor: Danimarka, İsveç, Belçika, İngiltere, Türkiye, Malta, Hollanda, Almanya, Fransa, Finlandiya, Norveç…

Mualla 5 yıldır Avustralya'da yaşıyor. Diğer yerler neyse de burası biraz zorlamış onu. "Türkler neden bu kadar özeniyor Avustralya'ya?" diye soruyor bir ara. "Ben 5 yıldır yaşıyorum, özenilecek bir tarafını göremedim…" Bu mukayeseyi yapmak herkesten önce, Türkiye'yi, Avustralya'yı ve başka ülkeleri pek çoğumuzdan iyi bilen Mualla'nın hakkı. O bu sitayişin gerçek sahibinin anne ve babası olduğu kanaatinde. Tercihi yapan onlar, Mualla'nın tercihleri bundan sonra yön verecek hayatına. Yaşadığı hayatın tek sıkıntısı var, sürekli düşünerek hareket etmek zorunda olmak. Kendini yorgun mu hissediyor acaba? "Yorgunluk değil de, mesela küçük bir eşya alırken bile 'gidince bunu ne yapacağım' diye düşünmen gerekiyor. Sadece bu yönünü pek sevmiyorum."

Beyza 7 yaşına kadar Özbekistan, Kırgızistan ve Türkiye'de yaşamış. 6 yıl önce Tacikistan'a ilk taşındıklarında nasıl bir manzarayla karşılaştığını çok net hatırlamıyor, bir şey hariç. Daha ilk anda hissettiği keskin koku. "Her yer kokuyor gibi gelmişti. Alışana kadar çok zorlandım, daha 2'nci sınıftaydım. Dili anlaşılmaz geliyordu. Tek kelime anlamıyordum insanlar konuşurken." Tacikistan'ın dilinin Kiril alfabesiyle yazılan edebi Farsça olduğunu öğreniyoruz Beyza'nın öğretmeninden. Şimdi yerli halk kadar iyi konuşuyor. Tacikçe bir lakabı da var Nüküsgül. Tacikistan'dan tanıdığı iki arkadaşlarıyla yan yana oturuyor. Semra'nın annesi Özbek, babası Türk. Esra ise Tacikistan'a yerleşmiş bir Türk iş adamının kızı. Onlar için normal olsa da biz her seferinde şaşırıyoruz bu çocukların birikimine. Türkçe, İngilizce, Farsça, Rusça ve Özbekçe konuşuyor Beyza. Bu zenginlikte yaşadığı yerler kadar temas ettiği insanların da payı var. Özbek, Tacik, Rus, Güney Afrikalı, Hindistanlı arkadaşları var. Evlerine her milletten insan girip çıkıyor.

Sadece hayat hikâyeleri değil, bakış açıları da farklı. Sokağa çıkıp 10 kişiye "Gana hakkında ne biliyorsunuz?" diye sorsak, muhtemelen kavruk, kurak bir Afrika ülkesi tarif edeceklerdir bize. Diyelim ki Mualla araya girdi ve düzeltti: "İnsanlar hep televizyonda gördüklerine inanır, Afrika aslında inandıklarının tam tersi bir yer. Tropikal iklim kuşağında, yemyeşil bir yer Gana." Bu açıklama bir kenarda dursa da muhtemelen Afrika zihinlerde 'netameli bir yer' olma vasfını koruyacaktır. Duyguları ve zihni oranın sıcak ve fakir sokaklarında yoğrulmamış birinden bu toprakları Mualla kadar sahiplenmesini beklememek gerek. 5 yıldır Gana'yı özlemeye devam ederek Avustralya'da yaşıyor o. Bunun için çok geçerli sebepleri var; "Başka ülkelerdeki insanlar çok zor hoşnut olurlar. Ama Gana'da küçük bir gülümseme bile çok değerli, anlamlıydı. Avustralya'da çok fazla göçmen var. İnsanlar birbirine karşı çok mesafeli. Oysa ben insan sıcaklığına alışmıştım. Aynı şeyi Avustralya'dan da bekledim galiba ki çok büyük hayal kırıklığına uğradım." Afrikalı olmak çile çekmekle eş değer Mualla için. "Bir Ganalıyla Avustralyalıyı yan yana düşünebiliyor musun, eşitler mi senin için?" diyoruz. "Hayır, kesinlikle değil." diye cevap veriyor: "Ganalılar her zaman daha üstün benim için."

Farklı tecrübeleri kadar mahrumiyetleri de var onların. Zeynep Tekten Türkiye'de akrabalarıyla hiç bayram yapmamış. Moskova'nın eksi 37'lere varan soğuğunda, 21 saate kadar uzayan gündüzlerinde ve beyaz gecelerinde yaşamayı öğrenmiş. Buzda kaymayı önleyen, kayakçıların giydiği botlara benzer ayakkabılar, kaz tüyünden yapılmış montlar giyip okul yolunu tutmak zorunda. Zeynep'le konuştuktan birkaç saat sonra bu kez 10 senedir Bangladeş'te yaşayan Sena'yla sohbet ediyoruz. "Çok sıcak" diyor, Dakka'yı anlatırken. "Kışın hava en fazla serin oluyor. Kar yağmıyor tabii." Hiç kar görmemiş Sena.

Her birini dinlerken hayranlık duyuyor insan. Gelecekte nerede ne yapıyor olduklarını düşünmek heyecan veriyor. Fakat aileler için durum biraz daha karışık. Amerika'da görev yapan Özbek asıllı Leyla öğretmen 5 yaşındaki kızını anlatırken öyle bir tablo çiziyor ki bir kaos hâli canlanıyor âdeta: "Feyza 5 yaşında, bu yıl birinci sınıfa başlayacak. Evde Özbekçe ve Rusça konuşuyor. Arkadaş çevresiyle Türkçe, ana sınıfında Amerikalılarla beraber, oradaki iletişim dili İngilizce. Biz fark etmeden Arizona'da yaygın bir kullanım alanı olan İspanyolcayı da öğrenmiş. Şu anda Arapça kursuna gidiyor." Böyle bir potansiyeli normal kabul etmek kolay değil elbette. Hangi dilde konuşmaya başladığını bile anlayamamış Leyla Hakimova. "Eşim ve ben bu dillerin hepsini konuşabiliyoruz. Çocuk çok dilli olmayı normal kabul ediyor sanırım. Kim Türk, kim Amerikalı, kim İspanyol anlıyor ve onların dilinde konuşmaya başlıyor. 'Sen kimsin?' diye sorduğumuzda, 'Ben hepsiyim' cevabını veriyor."

Çok dillilik yurt dışında yaygın. Çocuklar küçükken konuşabilseler de devam etmedikleri takdirde büyüyünce unutabiliyor bu dilleri. Nitekim Umut Kazakça ve Rusçayı, Mualla Rusça ve Taycayı, ilk dili Özbekçe olan Selma o dili konuşamıyor şu anda. Belli bir yaştan sonra anne babaya büyük bir sorumluluk düşüyor Leyla Hanım'a göre. Sahip oldukları cevheri mümkün olduğunca iyi işlemek gerek. Şimdiden kara kara düşünüyor, 5 yaşında 6 dil konuşan kızına nasıl yardım edebileceğini. Her dil için ayrı aktiviteler planlamış, Feyza biraz yorulacak gibi görünüyor; lakin annesi muvaffak olursa ileride ne yorgunluğunu ne de hangi dili nasıl öğrendiğini hatırlayacak. Leyla Hanım biraz endişeli, kızı hakkında konuşurken. Tek sorun, sahip olduğu potansiyeli doğru kullanmasını sağlamak da değil. Farklı kültürlerde büyüyen çocukların önünde fırsat gibi duran riskler de var ona göre: "Sadece dili değil, onunla beraber kültürleri de son derece doğal kabul edebiliyorlar. Bizim öğretmediğimiz, benimsemediğimiz şeyler bile onlar için normal; çünkü içinde büyüyorlar. Daha çok küçükler, ileride ne olacaklar hiç bilmiyorum. Bu zenginlik, çeşitlilik nasıl bir meyve verir, bunu düşünmek hem heyecanlandırıyor hem de biraz ürkütüyor beni…"

Sadece bir elin parmakları kadar örnek var karşımızda. Birden fazla iklimden beslenerek yeni bir 'dünyalı' tipi harmanlamışlar. Hepsi Türkiye vatandaşı, buraya kalpleriyle bağlılar; ama iflah olmaz bir virüs dolaşıyor kanlarında! Dünya onlar için çok küçük. Hiçbir yer ulaşılmaz ve yaşanmaz değil. Söz kaçınılmaz olarak anne babalarının tercihlerinden nasıl etkilendiklerine geliyor sohbet esnasında. Kendi tercihleri olmayan bir hayatın hesaplanmamış ama tabii sonuçları onlar. Peki ama bundan hiç mi şikâyetçi değiller? İlk yorum Umut'tan geliyor. Özgürlüğüne ket vurulmuş, bu yüzden biraz tepkili. "Nijerya'da Türk okulu olmasının nasıl bir faydası var sence?" sorumuza net cevap veriyor: "Nijerya'daki en başarılı okul orası. Orada eğitim alan öğrencilerin uluslararası başarıları Nijerya'ya prestij kazandırıyor. Mezun olanların çoğu burs kazanarak yurt dışında okuyor. Bu onlar için büyük şans." "Annenin ve babanın doğru bir şey yaptığını düşünüyorsun yani?" Orada biraz duruyor Umut, yüzünde muzip bir tebessüm, yan gözle annesini süzüyor konuşurken; "İnsanların yardıma ihtiyacı var, kabul; ama benim ailem değil, başkaları gitsin."

Gülşah Atmaca henüz 12 yaşında. 4 yıl önce Türkiye'den Endonezya'ya taşınmışlar. Ülke, insanlar, dil, kültür her şey farklı gelmiş önceleri. Çok yabancılık çekmiş. Şikâyet ettiğinden değil, sadece kendini anlatma ihtiyacından söylüyor, hâlâ zaman zaman yalnızlık hissettiğini. "Keşke gelmeseydik demiyorum hiç. O insanlarla birlikte yaşayınca daha iyi anlıyorsunuz eğitimin ne kadar önemli olduğunu." Babasının öğretmenlik yaptığı okulda kızlar için ortaokul bölümü açılmamış. Çaresiz yurda vermişler Gülşah'ı. Bir yıldır ailesinden uzakta, Endonezyalı öğrencilerle birlikte kalıyor. Yurttaki tek Türk o… Çok keskin farklar var Endonezlerle Türkler arasında. En başta dil, damak tadı, temizlik anlayışı zorluyor insanı. Bir yılını vermiş Gülşah bu noktaya gelene kadar, neticede krizi aşmış görünüyor: "Endonezya'da biraz temizlik problemi var. Öğrencilere bunun önemini anlatmak gerekiyor. Titiz olduğum için epey zorlandım temizlik konusunda. Zamanla onlar sana alışıyor, sen onlara alışıyorsun…"

Anne babalar da farkında çocuklarına zor bir hayat sunduklarının. Vicdanlarıyla ebeveyn sorumluluğu arasına sıkışıp kalıyorlar sıkıntılar karşısında. Genellikle yapılan açıklamalar çocukları ikna etmeye yetiyor. Hepsi ağız birliği etmiş gibi aynı cevabı veriyor: "Annemin ve babamın açıklamaları yetiyordu. İhtiyacı olan insanlara yardım etmek için gidiyorduk. Ve ben bunun gerekli olduğuna inanıyordum, hâlâ da inanıyorum."

Ayşe Irmak 3 çocuk annesi bir öğretmen. 17 yılda 3 ayrı ülkede bulunmuşlar. Türkiye'den ayrıldıklarında 2,5 yaşında olan kızı şimdi üniversite öğrencisi. "Çocuklar bizi hiç sorgulamadı." diyor Ayşe Hanım ve devam ediyor: "Çok farklı ülkelerden arkadaşları var. Gezip gördükçe, insanlarla konuştukça bizi daha iyi anlıyorlar. Dünyaya karşı çok duyarlılar, nerede neler oluyor yakından takip ediyorlar. Bu duyarlılık azimlerini artırıyor. En önemlisi herhangi bir zorlama olmadan öğrendikleri için kimliklerini kaybetmeden çevrelerindeki insanların kültürlerine zarar vermeden yaşamayı biliyorlar."

Leyla Hanım 'ne yapsam da Feyza'ya konuştuğu dilleri unutturmasam' diye dert ettiği kadar önemsemiyor onu farklı refah seviyelerindeki ülkelerde yaşatmayı. Kendisine verdiği çok net bir cevabı var: "Kızıma da anlatmaya çalıştığım bir şey var. Hak ettiğimiz için değil, bize verildiği için böyle bir hayatımız var; ama her şey değişebilir. Önemli olan insanın insan olarak taşıdığı değer. Bunu böyle kabul ederse yaşadığı her durumda başka bir güzellik bulmayı başarır."

Birkaç gün sonra Mualla'yla konuşurken Leyla Hanım'ın ne demeye çalıştığı daha bir netlik kazanıyor. Ayrılalı 5 yıl olmasına rağmen Gana'dan bahsederken gözleri dolan Mualla'ya "Dünya üzerinde 'yaşayamam' diyeceğin bir yer var mı?" diye soruyoruz, hiç beklenmedik bir karşılık veriyor: "Amerika... Oraya karşı hep bir ön yargım vardı, sebebini bilmiyorum ama orada yaşayamayacağımı hissediyorum. Sevmiyorum."

Konuştukça uzayıp gidecek bu birikime sevinmek kadar sıradan dünya insanının mütevazı konforunu altüst eden profillerine kıskançlık duymak da normal galiba. Ya 5-10 yıl sonrasında nerede ne yapıyor olmak istiyorlar? ABD'nin Georgia eyaletinde yaşayan Selma Özdemir 25 yaşında olacak 10 sene sonra. Üniversite'de sadece öğretmenlik tercihi yapacak. Ve mümkünse Afrika'da çalışmaya başlayacak. Neden Afrika? "Birilerinin oraya gitmesi ve o insanlara el uzatması gerekiyor. Çünkü çok yalnızlar ve ihtiyaçları var." Ağlamaya başlıyor Selma: "Bunu Türklerin yapıyor olması gurur verici." Dünyanın bütün insanlarına kalplerini açarak yaşamayı öğrenince ihtiyaç sahipleri karşısında gözlerini kapayıp arkalarını dönemiyorlar. Her biri dünyaya karşı sorumlu hissediyor kendini. Bu yüzden, gazeteci olmak isteyen Zeynep ve şimdilik hukukçulukta karar kılan Umut dışında hepsi doktor ya da öğretmen olmak istiyor. Sena Saatçi, bütün arkadaşlarının hayran olduğu Türk öğretmeni gibi iyi bir insan olup Bangladeş'te yaşamak dileğinde. Gülşah Atmaca doktor olmak istiyor, çünkü: "Bir gün babamla diş doktoruna gidiyorduk, neden burada Türk doktor yok diye sordum. 'Gelmemişler demek ki' demişti. O zaman karar verdim ben doktor olup gideceğim, ben gidersem başkaları da gelir belki…"

Daha 14 yaşında 5 dil bilen, bir Avrupalı gibi büyüyüp yaşayan Nalan, cıvıl cıvıl bir kız. Hangi alana el atsa başarı kaçınılmaz gibi fakat onun da sadece 2 tercihi var; öğretmenlik ya da tıp. Bu kararının ardında derin bir muhasebe yatıyor: "Papua Yeni Gine'den gelen öğretmenlerle konuştum, hayat çok zormuş orada ama o kadar mutlulardı ki… Yardıma ihtiyacı olan birinin yanında olmak çok güzel olmalı. Onların ihtiyacı benim standartlarımdan çok daha önemli. Herkes benim kadar rahat değilse neden ben hayatım boyunca rahat yaşayayım?"

En büyüğü 15 yaşında 10 çocuğun sesi yankılanıyor burada. Kalplerini dünyaya açmış, yüzlerini insana dönmüşler. Siz bu satırları okurken onlar küçücük birer nefes getirdikleri ülkelerine; Endonezya, Nijerya, Bangladeş, Avustralya, Amerika, Rusya, İngiltere ve Tacikistan'a doğru yola çıkmış olacak...