Hatıralarla mübarek sefer
Geçen sene Allah'ın lütfuyla hacca gitmek üzere 2 Kasım'da Amerika'dan, 5 Kasım'da da Türkiye'den ayrılarak Cidde üzerinden Mekke'ye gittik. İhrama girdikten sonra dilimizde hep telbiye vardı.
Mekke... Mescid-i Haram... Kâbe... tavaf... sa'y... Her şey ne kadar da güzel, orijinal, şaşırtıcı, heyecanlandırıcı, baş döndürücü. Babüsselâm'dan içeriye girdik. Kâbe'ye yaklaştıkça kalabalıklaşıyordu etrafımız, insanlara çarpmadan ama grubumuzu da kaybetmeden ilerlerken siyah örtüsüne bürünmüş, peçesini indirip ihrama girmiş Güzel karşımızda belirdi. Merdivenlerden inerken gözümüzü ondan alamıyorduk. Dilimizde ve gönlümüzde bir kıpırtı, heyecan... Ve Kâbe'yi ilk görüşteki duanın kabulü fırsatını kaçırmama telaşı... Sonra dile gelen talepler, dualar, yakarışlar ve gözlerden süzülen yaşlar.. "Allah'ım rızan, Allah'ım marifetin, muhabbetin... Ahh günahlarım.. Ahh ümmet-i Muhammed'in hali..." Yana yakıla dua, gözyaşlarıyla dua... İnleyerek dua... Ama yetmedi, yetmezdi de... Ne söylesek, ne istesek yetmezdi.
Allah Teâlâ, içimize hac iştiyakını düşürüp yolculuk için şartları mümkün kılınca, muhterem Fethullah Gülen Hocamıza, o kutsal mekânları ve bereketli zaman dilimlerini nasıl değerlendirmemiz gerektiğini sormuştuk. Peygamber köyünün hasreti ve oraya gidememe hicranıyla yanan Hocamız, bu sorumuz üzerine çok hislenmiş, gözleri yaşarmış ve şunları söylemişti: "Hac, farz bir ibadettir; imkânı olan mutlaka bu vazifesini eda etmelidir. Ne var ki, bu devirde, hakiki inanmış bir gönül sadece kendisi için hacca gitmez. Haccınızı şahsilikten çıkarıp 'ümmetin haccı' haline getirebilecekseniz gidin oralara. Bugün, ümmet-i Muhammed gariptir, dertlidir ve ızdıraplar içindedir. Ümmet-i Muhammed için hac yapacak, o kutsal atmosferi 'ümmet ümmet' iniltileriyle daha bir ısıtacak gönüllere ihtiyaç vardır. 'Allahümme feracen ve mehracen liümmeti Muhammedin' deyip ağlayacak, etrafındakilere de insanlık için gözyaşı dökme iştiyakı mayalayacak sinelere ihtiyaç vardır."
Hocamızın bu sözleri üzerine, kendisinin o günden itibaren yola çıkacağımız zamana kadar değişik meclislerde tavsiye ettiği duaları bir araya getirmiştik. Kendimiz dua ve niyazın hakkını veremesek de, o duaların fotokopilerini hazırlayarak orada içli dua ediyor gördüğümüz kimselere dağıttık. Kâbe karşısındaki o ilk duamızdan itibaren hemen her durakta aynı duaları tekrarlamayı ihmal etmedik.
O gece tavaf ve sa'yımızı yapıp sabah namazını kıldıktan sonra otele döndük. Mina'ya ve arkasından Arafat'a çıkacağımız ana kadar her gün en azından iki umre ve kalan vakitlerde mümkün olursa nafile tavaf yapmaya karar vermiştik. Muhterem Hocamızın tavsiyesine uyarak daha çok umre yapabilmek için kendimizi zorlayacak, Peygamberimiz'den (sallallahu aleyhi ve sellem) başlamak üzere büyüklerimize, anne-babalarımıza, dost ve arkadaşlarımıza umreler yapacaktık. Hazırladığımız dua listelerini defalarca okumaya ve böylece haccımızı şahsîlikten çıkarıp şahs-ı manevînin miracı haline getirmeye çalışacaktık.
Ne var ki, her umre için gusül almak, ihram elbisesine bürünmek, taksi tutmak, mîkata gitmek, ihrama girmek o kadar kolay olmadı. 13 Kasım Cumartesi günüydü. İlmihal kitaplarında şahs-ı manevî için umre yapmakla ilgili bir husus olmadığını bilmekle beraber, gönüllüler hareketinin adanmış ruhlarına bir vefa borcu olarak hizmetin şahs-ı manevîsi adına umre yapmak üzere anlaştık. İkindiden sonra lobide buluşup yolun karşısına geçtik. Bayram yaklaştığı ve insan sayısı arttığı için uygun fiyata araba tutmak çok zor olacaktı. Hac sezonunda taksilerin dışında, normal araba sahipleri de kaçak taksicilik yapıyorlar; onlardan biri zannedip ona da fiyat sorduk. Şoför eliyle atlayın arabaya diye işaret etti. Biz binerken o da "Rahman'ın misafirlerinin ücreti ödendi." türünden bir şeyler söyledi.
Umre için Ten'im'e, Hz. Aişe Mescidi'ne gideceğimizi öğrenince "Bizim mezhepte bugün umre olmaz, ama biliyorum ki siz Hanefîsiniz. İmam-ı Azam'a bambaşka bir hürmet ve muhabbetim var. O olur diyorsa, vardır bir bildiği." dedi. Adı Naif olan bu mübarek zat, bizden gelen sorulara göre kâh İngilizce, kâh Arapça konuşuyordu. Hele Arapça konuşurken her kelimesi anlaşılır, tane tane ve yüzü de hep mütebessimdi. O gün hiç dışarıya çıkmayı planlamıyormuş, hele arabasına başkalarını almayı hiç düşünmüyormuş. "Aslında dışarı çıkmayacaktım, evimde otururken adeta bir güç beni dışarı attı. Sizi görünce de dayanamayıp durdum." dedi. İlk kez umre yapmadığımızı da anlayınca çok güzel bir üslupla "Siz umre yapmışsınız, bilirsiniz, ancak bir de ben anlatayım size." diyerek umreyi bir güzel tarif etti. Pek çok ayet ve hadis okudu. Nerede hangi duanın yapılması gerektiğini söyledi. Bilhassa sa'y esnasında Safa tepesine gelince hızlı geçmemeyi, orada yapılan duaların makbul olduğunu, orada durup güzelce dua etmek gerektiğini belirtti ve orada çok dua etmemiz için adeta yalvardı.
Terviye günü (arefeden bir gün önce), sünnet olduğu üzere beş vakit namazı orada kılmak üzere Mina'ya gittik. Namazlardan sonra Cemal Türk Bey'in anlatımıyla muhterem Fethullah Gülen Hocamızın hac yazısını müzakere ettik. Kıldığımız tesbih namazı gecemize ayrı bir güzellik kattı.
Evet, Resûl-i Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) "Hac Arafat'tır." buyurarak dikkat çektiği Arafat'ta vakfe, en büyük randevu. Ölü kalblerin bile İlahî teveccüh ve tecellileri duyabileceği bir zaman ve mekân dilimi... Efendimiz'in orada yorulmasına rağmen hiç ara vermeden dua ettiğini ve "ümmetim, ümmetim" diye yakardığını anlatıp "Allah aşkına, bir gün yemeseniz, içmeseniz, uyumasanız ölür müsünüz? Ne olur, Arafat'ı boşa harcamayın!" diye çok tembih eden muhterem Hocamızın bu ikazlarına binaen "Aman öğleden akşama kadar hiç vakit fevt etmeyelim." diye baştan anlaşmıştık. Çadırımızda merasim türü şeylerin olmaması, riyaya, süm'aya girilmemesi, sen yapacaktın, ben yapacaktım tavırları sergilenmemesi, mevlithanlık yapılmaması konusunda da kararlar almıştık. "Sırayla herkes mikrofonu eline alsın, kimin neyi varsa Rabb'ine içini döksün, diğerleri de amin desin; burada gerçekten ümmet-i Muhammed'in dertlerine derman aransın, milletimizin problemlerine çözüm yolları dilensin ve gönüllüler hareketinin fertlerine samimi dualar edilsin." istemiştik ve öyle de oldu.
Bazı rivayetlerde, Resûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) Müzdelife'de de çokça dua ettikten sonra bir ara tebessüm buyurduğu; çünkü orada Arafat'ta vakfesini yapıp Müzdelife'nin hakkını veren insanların kul haklarının bile bağışlanacağı müjdesini aldığı anlatılır. Bundan dolayı muhterem Hocaefendi, Müzdelife'de duayı ve vakfeyi eksiksiz yapma noktasında çok tembihte bulunmuştu. Biz de bu tembihe uygun hareket etmeye çalıştık. Müzdelife'ye varır varmaz taşlarımızı toplayıp akşam ve yatsıyı cem-i te'hir ile kıldık. Biraz dinlendikten sonra gece teheccüd ve hacet namazları için kalktık. Vakit girer girmez de sabah namazını eda edip yine vakfeye ve duaya giriştik. Güneşin doğmasına çok az kalmıştı ki "Artık şeytana ok yağdırma zamanı." deyip Mina'ya doğru yola çıktık.
Cemrelere yaklaştıkça bir heyecan sardı hepimizi... Etrafımızdaki insanların bir kısmı sanki "Allah, Allah, Allah..." diyerek düşmanını alt etmeye cenge gidiyormuş gibi koşar adım ilerliyorlardı. İnsan onlarla birlikte koşmamak için kendini zor tutuyor. Toplum psikolojisi işte. Cemrelerin biraz daha boş olan arka tarafına doğru gidip devasa taş duvara leblebi küçüklüğünde yedi tane taşı her seferinde "Bismillahi Allahu Ekber rağmen lişşeytani ve hizbihi" diyerek attık... Farz tavafımızı da o gün yerine getirdik. Tıraş olup ihramdan çıkınca, yeni bir elbiseye bürünmüş, yeni bir hayata başlamış ve her şeyi sıfırlamış gibi hissettik kendimizi.
Hacdan önce ya da sonra (ki bize sonra nasip oldu) Medine-i Münevvere'ye gidip Efendimiz'i ziyaret etmek gerekir. Ne var ki, onun huzuruna çıkabilmek tatlılardan tatlı ama zorlardan zor bir iştir. Ömrünüzde o kadar mahcup olduğunuz başka bir an belki de yoktur. Ya oranın Kutlu Sahib'i şimdi size, "Peygamber'in huzuruna hediyelerle gelinir. Sen ne getirdin?" derse... Evet peygamberler kabirlerinde sağdırlar. O da sağdır. Farklı bir buudda sizi duyar, sizden haberi olur ve meleklerin aracılığına bırakmadan selâmınızı bizzat kendisi alır. Elleriniz birbirine kenetli, elpençe divan durmuş, hâlinizi, acz ve fakrınızı sergilersiniz. Fakrınızı orada daha bir derin hissedersiniz.. hangi amelinizi, hangi hizmetinizi hediye olarak takdim edeceksiniz! Dudağınız kurur.. hıçkırıklar boğazınızda düğümlenir. Neyse ki, vatanınızda ve içinde bulunduğunuz kutlu kervanda O'na (sallallahu aleyhi ve sellem) âşık nice gönül eri vardır. Selâmlarını yüklemişlerdir sırtınıza. Bir kenara çekilir, selâm gönderen insanların isimlerini sayar, onların halis niyetlerini şefaatçi hediye olarak arzeder ve muvâceheye yönelirsiniz. Sanki demir parmaklıklar aradan kalkacak.. sanki Nebî elinizi tutacak... Sanki her şeye rağmen mübarek eller başınızı sıvazlayacak... Ve sanki yıllarca karanlık bir odada, bir Kâbe resminde veya seccadenizden açılan pencerede aradığınız Sevgili orada bir daha kapamamak üzere perdeleri size açacak gibi olur.
Kanaatimce, Medine-i Münevvere ve Mescid-i Nebevi'den gereğince istifade edebilmek için muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 'Mülâhazalarımızın Yeşil Kubbesi', 'Ravzâ', '...Ve Gaybın Son Habercisi' başlıklı makaleleri bir de o kutsal mekânlarda okunmalıdır. Orada saniyeler dahi bambaşka duygu, his ve hatıralara dâyelik eder ama bu yazı onları istiâba muktedir değildir. Keşke o rüya mekân ve tatlı zamanları kıymetleri ölçüsünde anlatabilmek mümkün olsaydı. Heyhat!.. (Bahadır Berk - herkul.org yayın yönetmeni)
- tarihinde hazırlandı.