İnsanlığa Hizmetle Geçmiş Nurlu Hayatlar

Bediüzzaman Said Nursi merhum, geçtiğimiz asır içinde kitleleri etkileyen en önemli isimler arasında yer alıyor.

Bediüzzaman, ya da nüfustaki haliyle Muhammed Said Okur, 84 yıla sığdırdığı çileli hayatının her ânını, iman ve Kur'an hizmetiyle geçirmiş hamiyetli bir İslam âlimi.

Onun 1876 yılında Bitlis ili Hizan kazası İsparit nahiyesine bağlı Nurs (Nors) köyünde tertemiz bir aile içinde başlayan hayatı, 23 Mart 1960 tarihinde peygamberler diyarı Urfa'da bir otel odasında son bulmuştu. Gençliği ve insanlığı kasıp kavuran imansızlık ve ahlâksızlık cereyanları onun yüreğini yakıyor, hayatı boyunca bu yangını söndürmeye çalışıyordu. O, son günlerinde şu çağrıda bulunuyordu:

"Bir tek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâm'ın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum." (Şuâlar, s. 427)

Hayatı boyunca kendisine "Molla-i Meşhur", "Büyük Molla Said", "Said-i Kürdi", "Seyda" isimleriyle hitap edilen ve kendi kendini "Ebû Lâ Şey (hiçbir şeyin babası!), "İbn-ü ammi'l garaib (garipliklerin amca çocuğu", Ehul-Acâib (acayipliklerin kardeşi) gibi sözlerle tanımlayan kıymetli alim, hayatını İslam milletinin ahiret saadeti için sarf etmiştir.

Onun uzun ve bereketli ömrü hep 'iman kurtarma' üzerine yaptığı faaliyetlerle geçmiştir. O dönemde, pek çok kişi, şahsî menfaatleri peşinde koşmayı tercih ederken, o, halkın özellikle de gençlerin imanını kurtarmaya gayret etmiştir. Telif ettiği eserlerde de hep bu tavsiyeyi görürüz. Tek hedefi kâinat kitabını sular seller gibi okuyabilecek, onda tecelli eden Rabb'imizin isim ve sıfat tecellilerini anlayabilecek pırlanta gibi talebeler yetiştirmekti. Bunda da büyük ölçüde muvaffak olmuştur. Onun eğitimle ilgili ilk hayali Van Gölü kenarında yapılmasını teklif ettiği, Osmanlı'nın daha sonra da Cumhuriyet rejiminin de kabul ettiği Medresetü'z-Zehra adlı medresedir. Araya giren savaşlar ve rejim değişiklikleriyle bu gerçekleşmemiştir. Bediüzzaman'ı 1. Dünya Savaşı başlamadan önce Van'da, Erek Dağı'nda talebe yetiştirirken görüyoruz. Hedefinde, dinini de dünyasını da en mükemmel şekilde bilen 500 talebe yetiştirip onları dünyanın her tarafına yollamak vardır. O sıralarda Ermeni çeteciler ahaliye göz açtırtmamaktadır. Molla Said, talebelerine silah eğitimi de vermeye başlar.

Çok geçmeden savaş da patlar. Molla Said, o 500 talebesiyle Ruslara karşı cihada katılır. O talebelerin hemen tamamına yakını şehit ya da esir olur. O eğitim projesi de yarım kalır. Cumhuriyet'ten sonra Ankara hükümetinin din ve diyanetle ilgili köklü değişiklikler yapacağını gördüğü ve bunu hadis-i şeriflerde haber verilen ahirzaman alametlerinin gerçekleşmeye başlaması olarak yorumladığı için yine memleketine çekilir.

Cumhuriyet idaresi onu Doğu'daki olayları gerekçe gösterip lüzumsuz bir endişeyle mağarasından alıp Barla'ya sürgüne gönderir ve aslında bilmeden yeni bir eğitim hamlesinin de başlamasına vesile olur. Daha sonra Risale-i Nur Külliyatı olarak adlandırılacak büyüklü küçüklü 130 parçadan oluşan eserler Barla'da yazılmaya başlanır. 30'un üzerinde dile çevirisi yapılan 6 bin sayfalık dev külliyatın müellifi Bediüzzaman'ın fikirlerinin ne kadar anlaşıldığı konusundaki tartışma bugün hâlâ canlılığını koruyor.

"Ben korku ile tanışmadım." diyen, İstanbul'u işgal eden İngilizlere, Hutuvat-ı Sitte adlı eseriyle en ağır cevabı veren, bu yüzden hakkında "vur emri" çıkarılan Bediüzzaman'ın fikirleri, yıllar boyu tartışılacak...

"Benimle görüşmek isteyen kitaplarımı okusun." diyen Bediüzzaman'ı anlamanın en kolay ve doğru yolu, elbette ki eserlerini okumaktır. Bediüzzaman'ı anlamak için bir diğer kaynak da onu "Üstad" olarak kabul eden talebelerinin hatıraları... Onlar arasında da şimdi hepsi rahmet-i Rahman'a kavuşmuş olan Bekir Ağa, Sabri Bey ve en önemlisi de merhum Hulusi Yahyagil öne çıkıyor. Şamlı Hafız Tevfik'ler, Hafız Ali'ler, Çalışkanlar sülalesi, Hüsrev Altınbaşak, Sarıbıçak Mustafa, Ahmet Feyzi Kul, Süleyman Rüştü Çakın ve yüzlerce isimsiz kahraman onun hizmetine omuz vermiştir.

Aksiyon, dergisinden Cemal Kalyoncu, bu hizmet kervanının hayatta olanlarıyla birebir görüşerek tarihe not olarak kalacak önemli dosyalara imza attı. Dergide yayınlanan yazılar, şimdi Zaman Kitap bünyesinde kitaplaştı. Risale-i Nur'lar önce elle tek tek yazılıp, tashih edilerek çoğaltıldı. Sonra hizmet kervanına teksir makineleri de katıldı. Matbaalar, ofset teknikleri, gazeteler, dergiler, televizyonlar, radyolar derken bugünlere gelindi. Ve bütün bunlar, ilk neslin dahi görebileceği kadar kısa bir zaman içinde gerçekleşti.

45. ölüm yıldönümü dolayısıyla Bediüzzaman'ı ve merhum talebelerini bir kez daha rahmetle anıyoruz.

Said Özdemir (D: 1927)
Kendi Eserini Parayla Aldı

"Üstad, bana dedi ki 'Kardeşim, artık Risaleleri ne elle ne de teksirle yetiştiremiyoruz. Çok talep var. Risale-i Nurların matbaada basılması hususunda manevî ihtar aldım." Bediüzzaman, büyük Sözler'in daktilo edilmiş hali ve bir de bin 200 lira birikmiş parasını vererek, Risalelerin basımının yapılmasını ister:

"Ankara'da Atıf Ural, Mustafa Türkmenoğlu, Salih Özcan ve diğer bazı kardeşlerle birlikte Türkiye'de ilk defa Ayyıldız Matbaası'nda Risale-i Nurlar basıldı ve o büyük Sözler'i ben ciltlettim. Sonra onu Üstad'a götürdük. Kalktı, bana sarıldı. Kitabı bağrına bastı. Odada dönüyor. Sanki dünyaları bağışlamışsınız gibi. 'Değil mi ki bu eserler, bu gelen gençliğin okuyup anlayacağı bir lisanla eline geçti. Elhamdülillah ben vazifemi yaptım.' dedi."

'Üstad, kendi kitabını parasıyla satın aldı' Bediüzzaman, o bahtiyarlığı yaşarken kitabın fiyatını da sorar. Ve kitabın satış fiyatının 25 lira olduğunu öğrenir: "Sizden almak istemiyoruz. 'Üstadım' dedim 'Sizin kendi eseriniz. Hem bu işte sizin de paranız var. Para mı vereceksiniz?' 'Evet kardeşim' dedi 'Bu işte ihlas olması için kendi eserimi, paramla almam lâzım.' 25 lirayı verdi ve bir tek Sözler aldı. Dedi ki 'Yalnız her 25 lirayı verene de vermeyin. 25 kişiye okutturacağım diyenlere verin.' Demek ki esas fiyatı oydu. O bize örnek oldu.

Radyoda Risale-i Nur Reklamı

Said Özdemir: "Bir reklâm pusulası yazıp Radyo Dairesi'ne götürdüm. "Oradakiler normal olarak kelimeleri saydılar. Otuz kelime vardı. Üç gün çıkmasını istedim. Vakit olarak da herkesin evine döndüğü yemek ve istirahat vakti olan akşam 7-7.30 sıralarında olmasını istedim. Bu arada bütün kardeşlere haber verdik. Üstad da dinlemek için odasından arabaya inmişti. Saat gelince spiker, 'Risale-i Nur müellifi büyük İslâm mütefekkiri Said Nur. Sözler, Lem'alar, Mektubat, İşaratü'l-İ'caz, Asa-yı Musa çıkmıştır. İsteme adresi: 'PK 444, Ulus-Ankara' diye metni okudu.

"Ertesi gün herkes yine radyo başında. Fakat saat gelip geçmesine rağmen çıkmadı. Hemen Radyo İdaresi'ne gittim. 'Para verdiğimiz halde reklâmlarımız niçin çıkmadı?' diye sordum. "Siz bizi aldatmışsınız. Köşk'ten bizzat Reisicumhur telefon etti. Bizi bir güzel payladı. Paranızı alın, bir daha olmaz.' dediler. Fakat bu tek reklâmın büyük tesiri oldu. Birçok beraatlere vesile oldu. Mahkemede, 'Efendim devlet radyosunda reklâmı yapılan bir eser nasıl yasak olur?' diyorlardı. Hakim, Radyo Dairesi'nden sorunca, 'Evet yapıldı' diye cevap alınca beraat veriyorlardı.

Mustafa Sungur (D: 1929)
Hakime Gerekli Cevabı Verdim

"Dehşet bir zaman yani. Sorgu hakimi, Üstad'a benim yanımda, (haşa, sarığından dolayı) 'Kuyruklu Kürt!' diye bağırıyor. İçindeki zehiri döküyor yani. Ben de, 'Tam tersine, o baştan başa nurdur, kemalat-ı insaniyenin zirve-i bâlâsındadır.' diye bağırdım. Mahkeme neticesinde Üstad 20 ay, Ceylan Çalışkan üç sene, Ahmet Fevzi ağabey 16 ay, ben de 6 ay ceza aldım."

"Hazret-i Üstad, iman nuruyla baktığı için Anadolu'yu çok severdi. İslâm'ın ileri karakolu olarak bakardı Türkiye'ye... Ve burada meskûn ahaliye kalbinin tâ derinliğinden şefkat gösterirdi. Türk milletini çok severdi. "Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, Türklük perdesi altına girmiş başka millettendir.' Yine, 'Her milletten ziyade yüksek bir haslet, bir manevi kahramanlık Türklerde görüyorum.' derdi.

Mustafa Sungur Anlatıyor:

Ankara'ya gidince Diyanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki ile görüştüm. Üstad'dan fedâkârâne bahsetti. Evvelden Darü'l Hikmeti'l İslamiye'de âzâ iken beraberlermiş. Akseki, bize şunu anlattı: 'Benden evvelki Diyanet Reisi Şerafettin Yaltkaya masonmuş, 8. dereceden. Bana da çok şey yaptılar.' dedi. Yani masonluğa girmediğini anlattı. Sonra biz Üstad'ın yanına gittiğimizde, Üstad da zaten Ahmet Hamdi Akseki'ye külliyat gönderecekmiş. Biz onları aldık ve bir de mektubu getirdik, takdim ettik. Akseki 'Ben dünyada -o zamanlar Ürgüp müftüsü olan- Abdülmecid (Ünlükul) gibi alim görmedim, artık Üstad'ın ilmini kıyas et.' dedi 'Zaten hesaba girmez, vehbidir.' Üstad gönderdi ki, bunları neşret diye. Menderes de emir vermişti. Fakat o biraz ağır aldı işte...

Mehmet Kırkıncı (D: 1928)
Önce Rüyamda Gördüm, Sonra Ziyaret Ettim

"Bir rüya gördüm. Bizim köye üç saat mesafede, Toprakkara köyünün içindeyiz böyle. Öyle bir cemaat var ki... Cemaat hep böyle semavata bakıyor. Semavatta da bulutlar var, ağarıyor ve kararıyor. Dediler ki 'Peygamberimiz (sas) oradan gelecek...' Ben de oraya bakıyorum. Bir de baktım bulut yarıldı, kafası nur gibi, geliyor birisi. Gelen Peygamber'imiz değildi Bediüzzaman'dı... Öyle uyandım. İlk rüyam oydu."

Üstad'ı Ziyaret

"Tahiri Ağabey açtı kapıyı. Zübeyr Ağabey falan var içeride. Biraz sonra kapı açıldı, baktık Üstad Hazretleri. Zannettim bulutların üzerinde... Rüyadaki gibi. Elimdeki risale formasını tashih ettirdim. Üstad 'Sizden benim istediğim gizlice muhabbet.' dedi. O zaman anlamadım, daha sonra anladım. Ben askerde iken, buna dikkat etmemiştim. Askerî hapishanede iken Üstad, Süleyman Kaya ile bana selam gönderdi ve tedbirli olmaktan bahsetti. 'Biz bir hazine götürüyoruz. Hazine devenin üzerinde, deve yumurtaların üzerinde gidiyor. Ne deve devrilecek, ne yumurtalar kırılacak.' dedi. Bunu Fethullah Hoca'ya da anlattım."

26 Yıl Tıp Fakülteleri Kapansa Ne Olurdu?

"Bütün medreseler, tekkeler, zaviyeler, dergâhlar, din tedrisatı veren müesseseler kapanmıştı. 1924'ten 1950'ye kadar dinî tedrisatla iştigal eden hiçbir müessese kalmamıştı. Türkiye'de 26 sene tıp fakültesini kapatsalar, 26 sene harbiyeyi, hukuk fakültesini kapatsalar veya 26 sene mühendis yetişmezse Türkiye'nin hali ne olur?"

Ortaköy Camii'nde 5-6 Kişi İle Cuma nNamazı Kıldığımız Olurdu

Camiler başta olmak üzere, hastanenin mescidinden hapishaneye kadar, 52 yere camiden hat çektiler. Cuma günleri vaaz ediyorum, Balıkesir olduğu gibi dinliyor. Bir gün şikayet geldi, 'ses kesiliyor' diye. Baktılar ki, camiden camiye hat verirken o arada, vaazı evinde dinlemek isteyenler de kablodan kaçak elektrik gibi hat çekmiş!

12 Mart'ta Mamak Askeri Cezaevi'nde yattık. Yanımızda 9 Martçıların başında yer alan Doğan Avcıoğlu, Ali Sirmen, Mümtaz Soysal gibi solun aktif isimleri de vardı. İçeride sohbet ediyoruz, onlar kendi adamlarıyla ben de 11 kişilik cemaatimle sohbet ediyorum. Bunlar üniversite talebeleri. Onlar da ara sıra bizi dinlemeye geliyor. Hepsi kulak kabartıyor. Doğan Avcıoğlu bir gün bana dedi ki: "Hoca hoca, bu anlattıkların doğru ise ya sen komünistsin, ya biz Müslüman'ız!"

Yaşar Tunagur (D:1924)
"Bediüzzaman'ın Kabri Meselesini Önce Çözemedim"

Celal Afşar anlatıyor: Bediüzzaman, 'Benim kabrim çoklar tarafından bilinmeyecek.' demişti. Ölünce ben dedim ki 'Bunlarda da bir şey yokmuş! Hiç olmazsa, bunu eserlerine böyle yazmasa idi. Ankara'da herkese dedim ki 'Artık gelmeyin bana.' Sonra kardeşimiz Hasan Okur 'Niye?' dedi. 'Böyle böyle, hani kabri bilinmeyecekti, bak bütün dünya bildi, ne gerek vardı böyle "bilinmeyecek' demeye dedim. O da 'Sabır kadar güzel bir şey var mı? Sabret bakalım!' dedi. 'Neye sabredeceğim?' dedim. Çoklar tarafından bilindi işte, yarın sen git, ben de gideyim Urfa'ya, hepimiz görürüz. O yine, 'Çoklar tarafından bilinmeyecek.' dedi, 'Hiç endişen olmasın.' Sonra tabii, 27 Mayıs'tan sonra kabri askeri idarece bilinmeyen bir yere götürüldü. Üstadın vasiyeti de haklı çıktı. Şimdi ben tabii anlatırken hep utanıyorum, bu benim için ciddi bir itiraf!"

Hacı Kemal Erimez (1926/1997)
Hayatını Eğitime Adamıştı

Hacı Kemal Erimez, eğitimin sadece manevî yönleriyle değil, maddî yönleriyle de mükemmel olmasını arzu eder; çok defa da bu arzusunu gerçekleştirmek için elini cebine atmaktan kaçınmazdı. Onun eğitim hizmeti için ne kadar maddî fedakârlıkta bulunduğunun ölçüsünü kimse tahmin edemiyor. Nitekim Fatih Koleji, FEM Dersaneleri, Yamanlar... Bu olayı teyit eden örneklerden sadece birkaçı. Kemal Ağabey'e göre ideal mektep, maddî unsurlarıyla çağımızın insanını tatmin edecek ve ihtiyaçlarına cevap verebilecek seviyede ve çapta olmalıydı. O, okulun maddî yapısını, insan ruhuna ve psikolojisine tesir eden, eğitimi ve öğretimi tamamlayan bir unsur olarak görüyordu.

* Tacikistan'ın onun hayatında ayrı bir yeri vardı. Tacikistan'daki iç savaşa aldırmaksızın mermilerin arasında korkmadan koşuşturmuş ve Tacikistanlılara, altı tane okul açarak bütün finansını da karşılamıştı. O artık ata yurduğun "Hacı Ata"sı olmuştu. Üst üste nükseden birçok hastalığa rağmen Orta Asya'ya gidip gelmeye devam etti. Tacikistan'a uçacağı bir gün, rahatsızlığı o kadar arttı ki, bir daha ayağa kalkmamak üzere yattı. Tacikistan'a uçamadı belki; ama on binlerin omzunda ebedî âleme kanatlandı, uçtu. Allah rahmet eylesin.

Prof. Suat Yıldırım
Edirne'de Aynı Evde Kaldık

İlahiyat Fakültesi'ne girdiğinde arkadaşı Fikret Sönmez, onu Risale-i Nur'la tanıştırır: "Dedi ki; 'Medreseye gitmek ister misin?'" O anda içimden "medreseler çoktan kapatılmamış mıydı?" demiştim. Meğer Sönmez'in medreseden kasdı Risale okunan evler imiş.

"Edirne'de Fethullah Gülen Hocaefendi ile birlikte aynı evi paylaştık. İki oda bir holden ibaret eski bir evdi. Ev ahşap, dışarıdan soğuk alan, bodrum katı boş bir evdi.

"Özellikle dinî sahada kariyer yapanlar, Risale-i Nur Külliyatı'ndan yeterli derecede istifade edemediler. Ancak, son dönemde beş kıtada yüzlerce akademisyenin ilgilenip üzerinde araştırma yapmaları dikkate değer güzel bir gelişmedir." (Mustafa Aydın)