Rejim değişikliği dolayısıyla kapatıyoruz!

Rejim değişikliği dolayısıyla kapatıyoruz!

Sivil siyasi iktidar ancak askerî darbe dönemlerinde olabilecek bir tavır içine girerek toplumsal kesimleri birbirine karşı kışkırtıyor. Fişlemeler, tasfiyeler, hukuksuzluk diz boyu. Yasalar, yasaklama ve kapatma için çıkıyor. Zorlu demokratikleşme süreçlerinde devşirilen güç, sınırlanamadığı için demokrasiyi tehdit ediyor.

Tayyip Erdoğan’ın açtığı ‘istiklal savaşı’nın muhatapları çok uzakta değil. Başbakan her gün meydanlarda yeni düşmana (paralel devlet, çete, örgüt, çapulcu) karşı kutlu(!) bir savaş verirken herkesi yanında yer almaya zorluyor. Ancak bu, kendisi ve partisinin bir kısmı dışında kimsenin anladığı ve anlam verebildiği bir fotoğraf değil. Televizyondan vekil, bakan ve belediye başkan adaylarına kendi söylemine katılma çağrısı yapması, en yakınındaki gazeteciye “Niye örgüt demiyorsun? Korkuyor musun yoksa?” diye çıkışması da bundan. Çekirdek kadrodaki imtiyazlı azınlık dışında gönüllü bulmakta zorlanması iyiye işaret.

Klasik AK Partili ve muhafazakâr seçmen için ne yolsuzluklar ne de yaslanılan ceberut devlet geleneği desteklenebilir bir seçenek. Ortaya dökülenlerin müsebbibi olarak icat edilen ‘paralel devlet’ ve Gülen Hareketi hakkında söylenenler de -belki küfürler demek lazım- öyle. Sert meydan konuşmalarında Anadolu insanının gömüldüğü sessizlik, meydanın sahibi için hayra alamet değil. Sivil demokrasiden jakoben devlet reflekslerine doğru savrulurken kitlesi belli bir kredi tanısa dahi sürgit bir destek söz konusu olamaz. Demokrasi mücadelesiyle elde edilen güçle demokrasi ortadan kaldırılabilir mi?

Her iktidar sahibi, olağanüstü güçlerinin sonuna geldiğini anlamaz ama ona rağmen o gaddar takvim işler. O günün hiç gelmeyeceği tasavvuru ile halktan devşirilen devlet gücünün kalıcı olduğu zannedilir. Ya da kalıcı olması için o güne kadar tevessül edilmeyen işlere girişilir. AK Parti iktidarı 2011 sonrasında değişen kimyası ve siyaseti ile aslında çoktan ‘siyasi alan’ı terk ettiğinden, ciddi bir muhalefetle karşılaşacaktı, karşılaştı da. Bu süreç, alternatif merkez sağ ya da demokrat muhafazakâr parti olmayışının avantajları ile yürüyor. Belki de alternatifsizlik, tasarımın parçası. Tek kalmak, tek devam etmek, tek olan için tehdit olabilecek her şeyi de bertaraf etmek! AK Parti için en büyük tehdit, geçmiş icraatları ve her zaman devletten bağımsız olmayı başarabilen sivil toplum. Sivil dinamiklere ve muhafazakâr demokrat kitleye dayanıp var olurken, devlet zoruyla aynı kitle ve değerlere en ağır saldırıyı gerçekleştiriyor olmak talihsizlik elbette. Ancak konu, Tayyip Erdoğan ve sorun yaşadığı muhafazakâr kitle arasında geçen bazı anlaşmazlıklardan ibaret değil.

Ne AK Partililerin koşa koşa katıldığı, ne de karşısında olanların ‘iyi’ gördüğü bir şey olmamasına rağmen, tuhaf bir noktaya doğru gidiyor Türkiye. Meclis, darbe dönemlerini aratacak türden tarihin en antidemokratik yasalarını çıkartıyor. Son günlerde ortaya saçılanlar devleti yönetmek için gerekli asgari hukuk ve ahlaki değerlerin yerle bir edildiğini gösteriyor. Ancak otokratik ülkelerde görülebilecek türden yaklaşımla bir meşruiyet inşası var. Yolsuzluklara ve Ergenekonvari yapılara karşı koymakla elde edilen iktidarın, şimdi bambaşka bir role soyunması kaygının esas kaynağı.

Kalkınma ve adalet kimin için?

Türkiye, 10 küsur yıllık AK Parti iktidarı döneminde duble yol, köprü, baraj ve havaalanlarının yapıldığı, şehirlerin şantiyeye döndüğü bir kalkınma evresi yaşadı. Şehirlerin silüetleri bozulsa da artık gökdelenleri, lüks havaalanları, alışveriş merkezleri olan, ekonomik krizden o kadar da etkilenmeyen bir ülkeydik. Dış ticaret ve uluslararası ilişkiler gelişmişti. 17 Aralık sonrasında ortaya çıkanlar, Türkiye’de kalkınmanın hiç bilinmeyen tarafını ortaya döktü. Yatırım ve ihalelerin ‘bağış’ ve ‘havuz’ çemberi dâhilinde gerçekleştiği iddiasıydı bu. Ali Bulaç ve Mümtaz’er Türköne’nin ayrıntısıyla izah ettiği benzersiz iktidar devşirme sistemini henüz hazmedebilmiş değiliz. Aslında kalkınma hamlesinin memlekete hizmet yanında başka ciddi motivasyonları olduğunu biliyoruz artık. Ve bu motivasyonlar demokrasilerde ve hukuk devletlerinde olmaması gereken, olması hâlinde iktidarları yerle bir edecek türden üstelik. Giderek büyüyen kalkınma-siyaset-bağış zincirinin devamı için medyanın kontrol altına alınması, çatlak seslerin susturulması, kamuoyunun tek elden inşası hedeflenmişti. AK Parti’nin, ‘Kalkınma’ ve ‘Adalet’i tümüyle kendisi için gerçekleştirmeyi amaçlayan parti hüviyetine bürünmesi 10 yıllık fotoğrafı ters yüz etti.

17 Aralık sonrasında yolsuzluk dosyalarının çıkmasıyla birlikte ‘masumiyet karinesini’ mutlak masumiyete dönüştürmek için 10 bine yakın emniyet görevlisi yerinden edildi, savcılara görevlerinden el çektirildi. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Anayasa’ya açıkça aykırı biçimde yeniden düzenlendi, soruşturmalar Ankara’dan gelen telefonlarla durduruldu, hukuksuzluk aleni olarak teşvik edildi. Referandum ve darbe davalarından elde edilen demokratik bir kazanım kaldı mı tartışılır. Hukuk dışına çıkmak alışkanlığa döndü. Üretilen ‘tehdit’ algıları sonrasında darbecilerin yaptığı gibi ‘kendi hukukunu üretmek’ hak olarak sunuldu.

Kötü bir 27 Mayıs kopyası!

27 Mayıs’ta her türlü denetimden azade kılınan asker, artık parlamento ve Sayıştay denetimine tabi olacaktı. Umudumuz buydu, olmadı. Tam tersine hükümet de denetimden muaf hâle geldi. Meclis adına denetim yapan Sayıştay’ın raporları iki yıldır Meclis gündemine getirilmedi. Kurumun devlet harcamalarını denetleme yetkisi işlevini kaybetti. Bu işlerle görevli parti yöneticisinin “Gelseydi duman olurduk!” dediği raporlar ortaya çıkmadı.

Yeni anayasa, her şeyi, bu arada yargıyı da ‘başkan’a bağlayan başkanlık tartışması kıskacında sonuca varamadı. Yeni anayasa fikri rafa kalktı ama yasama, yürütme ve yargıya aynı anda hükmedecek ‘irade’ olma mücadelesi tüm hızıyla sürüyor! Her şeyi denetleyen ama denetlenemeyen, zenginliği tek elden dağıtan, ikinci adamın istihbarat başkanı olduğu bir Ortadoğu modeline mi gidiyoruz? Avrupa Parlamentosu tarihinin en sert Türkiye raporlarından biri bugünlerde açıklandı. İkinci, üçüncü, beşinci adamların ‘özgül ağırlığı’ kalmadığında ve her şeyin ‘seçilmiş’ çok güçlü tek adamın arzuları etrafında dönmeye başladığında, artık 2002 ruhundan söz edemiyoruz.

2011 tarihi itibariyle askerî vesayet kırıldığında yeni demokratik devletin inşası bekleniyordu. Olmadı, olması da istenmiyormuş belli ki. Devlete sahip olmanın AK Parti’ye daha cazip geldiği anlaşıldı. 27 Mayıs sisteminin geriletilmesi sonrasında o eski vesayet sistemi klonlanıp ‘muhafazakâr’ tonu olan yeni vesayet inşa edildi. Rahmetli Şükrü Karaca’nın tespitiyle ‘AK Parti Rejimi’ denilebilecek, kötü bir 27 Mayıs kopyasıydı bu. Fiil aynıydı, sadece failler değişmişti. Lojistik destek için gerekli gazeteci, bürokrat, hukukçu, işadamı ve analist, tıpkı 1960’taki gibi tedarik edilecekti. Yükümlülüklerini yerine getirme şartıyla en tepeye kadar yükselme ve ikbal kapıları önlerine açılacaktı. Bolca yeni sima ve yeni misyon sahibi kişiyle tanışıyor olmamız bu sebepten. Tasfiyeler, tarihte görülmemiş yalanlar, medya operasyonları, hukuk skandalları, artan devlet baskısı, 27 Mayısvari yapının ‘yeni imtiyazlı sınıf’ eşliğinde inşasından ibaret. Adnan Menderes’e yapılan atıflar bile sadece bir perdelemeden ibaret. Bu dönemin en olumlu tarafı, Kürt meselesinde çözüm sürecinin başlatılmış olması. Toplumun neredeyse tüm kesimleriyle kavgaya tutuşmuş ve kutuplaştırmayı tam gaz devam ettirirken ‘aman çözüm sürecine zarar gelmesin’ denmesi, tahammül edilebilir bir çelişki. Tabii bir oyalama değilse…

Dinliyorum seni gözlerim kapalı!

Hükümet medyası günlerdir dinlemelerden şikâyet etse de, seçim sonrasına bırakılan MİT Yasası teşkilata 77 milyonu sınırsız dinleme yetkisi veriyor. Dinleme kaygısı üzerinden dinlemeyi sınırsıza dönüştürmek artık manidar bile değil. Yasa dışı ‘ananaslı’ dinlemeleri günlerce meydanlarda ve gazete köşelerinde kullanıp ‘dinleniyoruz ey halkım’ şikâyeti de öyle. Elbette dinleme ve paralel devlet iddiası siyaset mühendisliği malzemesi yapılmayıp hukuk dâhilinde soruşturulmalıydı. Demokratikleşme ve özgürlükçülük iyice yara almışken, yeni yasal düzenlemelerin adını ‘demokratikleşme paketi’ koyma naifliğini de kayıtlara geçirelim. Gün görmemiş düşmanlık söylemlerini dolaşıma sokanlar, ‘barış süreci’ diyebiliyor; ‘özel hayat’ derken de sınırsız takip ve sansür yasası çıkartabiliyor. ‘Hukukun siyasallaşmasına karşıyız’ nutukları eşliğinde yargı Adalet Bakanı’na bağlanabiliyor.

İktidarın hoşuna gitmeyen bir görüş dillendiren, ‘tweet’ atan kamu personeli, sivil toplum ya da özel sektör çalışanı kendini kapının önünde bulabiliyor. “Biri bizi gözetliyor” diyerek herkesi kendi yanına çekmeye çalışan iktidar, herkesi gözetliyor ve gözetleyecek yasal düzenlemeler çıkartıyor. Çıkan fişlemeler, insanların görüş ve kökenlerine göre tasnif edilip hayatlarına müdahale edildiğini gösteriyor. İş dünyası, devletin ekonomiyi düzenleme ve denetleme yetkisini aşan tehditler karşısında suskunluk sarmalı ve korku duvarları içinde yaşıyor. AK Parti’nin sınırlarını belirlediği çerçeve dışına taşan işadamı başına gelecekleri biliyor. Sivil hayatın devletin uygun gördüğünün ötesinde etkinliği olamayacağı görüşü yaygınlık kazanıyor. “Ya benimsin ya da kara toprağın” diye bağırıyor hatip, sadece bağırmıyor, bunu uygulamaya sokuyor.

Seçilmişler eliyle yürütülen siyasetin baskıcı bir rejime doğru evrildiğini söylemek ya da buna muhalefet etmek, sandığa ve millî iradeye karşı olmakla yaftalanıyor. Seçilmişlik olgusu, ayyuka çıkan bütün siyaset dışı argümanların ve icraatların kamuflajı oluyor. Eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in AK Parti’yi ‘niyetinden emin olunamayan oligarşik bir grubun’ yönettiğine dair eleştirisi, yaygın kanaati de teyit ediyor. Yani milletvekili ve bakanların dışında ve üstünde birkaç danışman ve bürokrattan oluşan siyasi irade söz konusu. Milletvekilleri ve bakanların etkisizleştiği siyaset alanında millî irade hırsızlığından bahis açılabilir mi? Sivil cumhurbaşkanı ve başbakanın varlığına rağmen 93 yılının darbe olarak adlandırılmasının nedeni, siyaset inşasının güvenlik bürokrasisinin üzerinden yapılmasıydı.

Kutuplaşmadan kazanmak

Erdoğan, Türkiye’nin yarısını kendine düşman diğer yarısını da AK Parti’nin neferi olarak görüyor. Başbakan’ın Gezi olaylarında ‘evde zor tutuyoruz’ dediği yüzde 50’yle başlayan dost kuvvetler-düşman kuvvetler ayrımı, oy desteğini sağlasa bile yönetilemezlik noktasına sürüklüyor Türkiye’yi. Taha Akyol’un “Vahim bir kutuplaşma süreci içindeyiz. Siyasi ve etnik nefret giderek kabarıyor, korkarım böyle giderse olaylar kontrolden çıkacak.” dediği şey oluyor. Berkin Elvan’ın ölümü ile ilgili mesafeli duruş üzerine “Bir gencin hayatı da ortak değerimiz olmayacaksa, bizi bir arada tutan hangi değerler kaldı ki?” diye de soruyor Akyol. Herkesin başbakanı olma duygusu kaybedildiğinde, toplumu ayrıştıran kutuplaştırıcı dil hâkim olduğunda, yolsuzluklar hukuksuzca kapatılmak istendiğinde ve özgürlükler ayaklar altına alındığında yüksek oy nereye düşer Abidin! İhsan Dağı, ‘Bu durumda bir liberal ne yapar?’ deyip uzun uzun tabloyu özetledikten sonra ‘Tabii ki karşı koyar.’ diyor. Herkes için zor bir sınav olduğu ortada.

5-6 yıl önce demokrasi ile sorunlu ‘merkez medya’ varken buna karşı tutum haklı ve anlaşılabilirdi. Vesayet bitmiş, herkes kendi sınırlarına çekilmişken, doğal sınırları ihlal eden bir siyasi iktidar kullanımı belirdi. Medyanın, ya iktidar emrine girmesi, ya da ‘Alo Fatih’ hattına çekilmesi isteniyor. Doğrudan iktidarın kontrolünde olan ve böyle olmadığı için iktidarın tehdidine maruz kalan gazete ve televizyonlar var. Bir çırpıda yüksek meblağlı havaalanı ve köprü ihaleleri üzerinden 7-8 gazete ve televizyonun sahipliğinin şekillendiğini yaşadık geçen yıl. Bu da her türlü muhalefetin bastırılması ve propagandanın sınırsız kullanımına imkân veriyor. Hâlen ayakta kalabilmiş medya patronlarını hizaya çekmek, yayın yönetmeni ve yazar attırmak, hedef göstermek sıradanlaştı. Medyanın bu hâlinin sebebi, yeni siyasi tasarımın parçası olmasında yatıyor belki.

Hasan Cemal, “Böylesine ‘ceberut dev-let’in kol gezdiği memlekette insan hakları ve özgürlükler nasıl ayakta kalabilir ki?” diyor. Dershane, HSYK ve internet düzenlemelerinin kanunlaşabilmesi, iki dudağın arasından çıkacak şeye karşı durulamadığının resmi. Tepkilerden dolayı seçim sonrasına bırakılan MİT yasası ‘muhaberat devleti’ne geçişi içeriyor. Sandık, her şeyi yapabilme ve her muhalefeti darbe girişimi görüp baskılama hakkı olarak yorumlanıyor. Ancak Kuzey Kore gibi ülkelerde mümkün olabilecek Facebook ve YouTube’u kapatmayı dillendirmek bunun göstergesi. Erdoğan, “Alın çocuklarınızı o okullardan! Devlet size yeter!” derken kendi sivil siyasetini hedefe koyduğunun farkında mı acaba?

Tapeler dizisi!

Perdeyi büsbütün indiren şey, bir yandan ‘Nasıl oluyor da bu kadar insan dinlenebiliyor?’ deyip çıkan şeyleri dinlemekten kendimizi alıkoyamadığımız tapeler oldu. Tarih ve hukuk bunların nasıl çıktığını yargılayacaktır ama ortaya çıkanlar en azından ‘ananas’ın gördüğü ilginin ötesini hak ediyor. Neler vardı diye bir çırpıda hatırlarsak eğer:

Başbakan, 17 Aralık sürecinde işadamı ve medya patronu Ferit Şahenk’ten Yiğit Bulut’un NTV’ye çıkarılmasını istiyor. Gezi sürecinde MHP lideri Devlet Bahçeli’nin cumhurbaşkanını göreve çağıran sözü Habertürk’te alt yazı olarak geçerken Alo Fatih hattından Başbakan Fas’tan arıyor ve o yazıyı kaldırtıyor. Mustafa Sarıgül’ün televizyonda görünmesini istemiyor Erdoğan. 17 Aralık sabahı ve ertesi günü oğlu Bilal Erdoğan’la görüşerek 3-4 aile ferdinin evinde olduğu söylenen 1 milyar dolarlık paranın sıfırlanmasını istiyor. Yüksek meblağlı bir ihaleye müdahale ediyor, Aydın Doğan aleyhindeki davanın mahkûmiyetle sonuçlanması doğrultusunda takibini istiyor. Dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin davanın kaybedilmesini ‘Alevi hâkim’e bağlıyor. Başbakan alt yazıya müdahaleyi, ihaleyi ve Aydın Doğan davasını kabul etti. Çatalca ve Urla’da villalar ortaya çıkıyor. Urla’da SİT alanı üzerine yapılan villaya engel olan mülki amirin yeri değiştiriliyor. Eski İçişleri Bakanı Muammer Güler, 17 Aralık sabahı oğluyla evdeki 3-5 kuruşun (1 trilyon lira) nasıl izah edileceğini konuşuyor? Eski müsteşar, yeni İçişleri Bakanı Efkan Ala, İstanbul Valisi’nden gazeteci Mehmet Baransu’nun hemen yakalanmasını, eğer bunu yapmayacak savcı varsa onun da tutuklanmasını istiyor. Yine Ala, davalarla ilgili emniyetin direnmesini, davanın ilerlemesine müsaade etmemesini söylüyor. Ala, BTK (Bilgi Teknolojileri Kurumu) Başkanı’nından benzer taleplerde bulunuyor, ‘Yapın, biz sizi koruruz, yasa ile suç olmaktan çıkartırız, korkmayın!’ diyor. Başbakan, Milliyet’in sahibi Erdoğan Demirören’i arayarak İmralı zabıtlarıyla ilgili haber yüzünden ağlatıyor. Bilindiği üzere önce Hasan Cemal, Can Dündar ve ilerleyen zamanda da Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak Milliyet’ten ayrılıyor.

Son 3-4 aydır Cumhuriyet tarihinde pek görülmeyecek türden ‘perde arkası’ ifşaatlara şahit oluyoruz. Paris’te öldürülen 3 PKK’lı kadının faillerinin MİT görevlisi olduğunu gösteren belge ve ses kayıtları, konunun birinci dereceden muhatabı BDP kitlesini ikna etmiş gibi görünüyor. Tapelerden yansıyan konuşmalar, normal bir ülkede görülebilecek ve kabul edilebilecek türden şeyler değil. Tıpkı bunların böylesine ortaya çıkıyor olması gibi.

Ergenekon’dan çıkış derken...

AK Parti, Ergenekon davaları ile muktedir olabildi. Darbeciler, ilk defa adaletin kılıcını tattı ve seçilmiş iktidar bu sayede devlete hâkim olabildi. Böylesine büyük davaların defoları olurdu elbette; bunlar dile getirilirken kulak tıkayan siyasi iktidar, zamanla bu savcıları ve emniyeti kendisi için tehdit görmeye başladı. 17 Aralık sonrasında darbe davalarını tümüyle etkileyecek, yolsuzluk davasını da düşürecek şekilde bir tavır geliştirdi. Siyasi cinayette suçüstü yakalananların tahliye edilmesine giden süreç, tıpkı Ergenekon davaları gibi yeni bir miladı işaret ediyor. İyiden iyiye “Ergenekon ile anlaşıldı” algısını yaygınlaştırıyor. Bu, AK Parti’nin sadece bugününü ve geleceğini değil, geçmiş ‘altın yıllarını’ da manasızlaştırıyor. Artık önümüzde, eski ‘karanlık’ hikâyelerin yeniden yaşanabileceği bir Türkiye kaygısı var. Sokakların hareketlenmesi, iktidar cephesinden gelen tahrik edici açıklamalar ve ölen gencecik insanlar, büyüyen tepki… Tahliyeler eski AK Parti siyasetiyle tümden çelişse de bir süredir beliren yeni AK Parti siyasetiyle uyumsuz değil. “Bu olanlara devlet seyirci kalmaz, devlet refleksini gösterir.” demişti Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu. Bir danışman faili meçhulleri, bir milletvekili de bir savcının ansızın ölümünü hatırlatmıştı. O refleksin ne olduğunu ise Hayrettin Karaman köşesinden izah etmişti: “Umumun hakkı için fert ve gruplar feda edilebilir.” Sadece bugünkü sıkışma ve gidişata değil, tarihteki bütün karanlık olaylara cevaz verecek türden yeni yazılar ve konuşmalara şahitlik ettik.

Uludere’de 34 kişinin ölümü bir devlet refleksi miydi bilinmez ama sonrasında yaşananlar ve kurulan cümleler tamamıyla öyleydi. “Tazminatını verdik ya ne özrü!” dendi. Konuyu Yeni Şafak’ta köşesine taşıyan Ali Akel işten atıldı. Alo Fatih, “Bu sene Uludere’yi anmadan geçtik çok şükür!” diye müjdeledi bakana. Olay unutulmalı, hatırlatan da olmamalıydı. Gezi’de bir AVM ya da benzeri bir bina yapma ısrarı 8 kişinin ölümüne yol açtı. Bu ısrarın sahibinden bir taziye işitilmedi henüz. Bu satırları yazarken caddeden Berkin’in cenazesini kaldıran kalabalıkların sesi geliyor. Yarın ne olacağı belli değil. Biri polis iki kişi daha hayatını kaybetti.

Hayrettin Karaman ismi bir parantezi hak ediyor. 2-3 aylık süreç ne kadar şey varsa hepsini ters yüz ettiği gibi onun ismi etrafında da fırtınalar koptu. Büyük proje ve ihalelerden, o ihaleleri alan firmalardan belli oranda ‘bağış’ alınmasının bir fetva ile çerçeve kazandığı iddiası Hayrettin Karaman ismiyle buluştu. Karaman’ın bir yazısında, uygunsuz bir yerde Muhsin Yazıcıoğlu’nun ismini anması, savcılığa ifade vermesine yol açtı. 2011’de çıkan Deniz Baykal ve MHP kasetleri için “Eğer bir kamu yararı varsa, insanların bilmesi gereken şeyse –ki öyle yorumlamış o- bunun ortaya çıkmasında mahzur yoktur.” diye yazdığı da ortaya çıktı. Erdoğan’ın 2011’de kasetleri meydanlarda tepe tepe kullanmasının altında o ‘cevaz’ mı vardı bilinmez. Kurulan ‘bağış’ sistemine ‘cevaz’ veren aktörü olduğu fikri ise artık sır değil.

AK Parti’nin ülke içinde başlattığı kavganın dışarıdaki yansımaları Türkiye’nin lehine değil elbette. Gezi’deki tavrın dış algıyı negatife çevirdiği ortada. Şimdi de 160 ülkede okulları olan Hizmet Hareketi, o ülkelerle işbirliği kurularak yok edilmek isteniyor. Ancak bu şartlarda Ankara’da üretilen sözlerin sınır dışında tüketim ömrü bir hayli kısa anlaşılan. Eski Büyükelçi Temel İskit, Erdoğan’ın her gün başka bir özgürlüğü zedeleyen ‘istiklal savaşı’nın, özellikle Batı’da görev yapan diplomatları tam bir kıskaca soktuğu görüşünde: “Erdoğan’ın ‘Cemaat ile mücadele’ gerekçesini çoktan aşan keyfî ve fütursuz beyan ve tasarruflarına AB ve ABD cenahından gelen eleştiriler, uyarılar, ‘derin endişe’, ‘skandal’ ifadeleri ve yalanlamalar yağmurunda ilk ıslananlar dış temsilcilerimiz. Diplomatlarımız bütün kişisel bilgi ve niteliklerine rağmen zaten giderek etkisizleşmekteydi. Vardığımız noktada muhataplarına artık temsil ettikleri ülkenin ne şekilde yönetildiğini izah edebilmekten dahi âciz duruma düştüler.”

AK Parti iktidarı verir mi?

AK Parti 2002’de seçimi kazandığında Erdoğan’ın bulunduğu bir ortamda Hüseyin Çelik gazeteci İsmet Berkan’a ‘Asker bize iktidarı verir mi?’ diye soruyor. Türk siyasetini o güne kadar baskı altında tutan askerin tutumu herkesçe merak ediliyordu. Şimdi ise aynı soru AK Parti için soruluyor. Siyaset eleştirisini ‘parti kurma’ şartına bağlayan, kuvvetli sandık başarısı için kutuplaşmanın nimetlerinden ölümcül olaylara rağmen vazgeçmeyen hâli ortada. Demokrasilerde kabul edilmesi mümkün olmayan argümanları ‘tehdit var’ diyerek yaygınlaştıran ve sınırsız manipülasyona başvulararak yapılmak istenen: mutlak bir sandık başarısı. Devlet gücünü her türlü muhalefeti bastıracak şekilde kullanan, akla zarar yasal düzenlemeler yapan AK Parti’nin, iktidarını, ‘tek meşru kaynak’ gördüğü sandıkta kaybetmeye razı olup olmayacağı merak ediliyor. Diğer partilerle siyasetin finansmanı konusunda eşitsizliği ortadayken TRT’deki temsili bu hırsı ele veriyor. RTÜK raporuna göre, TRT’nin 22 Şubat-4 Mart arası AK Parti’ye 13 saat 22 dakika, MHP’ye 48, CHP’ye 45, BDP’ye ise 2 dakika yer ayırması bütün tabloyu özetliyor. AK Parti’den puan alacağı muhakkak gözüyle bakılan Saadet Partisi’nin adı listede bile yok. Sabahtan akşama iktidar partisinin siyasi söylemini konuşmak ve yaymakla yükümlü pek çok özel TV kanalı varken oluyor bu.

Sonuç olarak, içinde bulunulan hukuksuzluk hâli ve kapıda bekleyen yolsuzluk davası, ancak iktidardan hiç düşmeme ya da sınırsız bir dokunulmazlık zırhıyla sürdürülebilir gözüküyor. AK Parti’ye göre, sorgulanmamak için iktidarın devamı, iktidarın devamı için de hukukun çiğnenmesi gerekiyor. Parti, 10 yılı aşkın başarılı iktidar döneminin ardından kapıldığı girdaptan çıkabilir mi bilinmez. Ancak büyük bir siyasi güce ve devlet gücüne sahipken bir akıl tutulması ve girilen çıkmaz sokak sonrası Türkiye’yi nereye taşıyacağı acilen cevap bekliyor.

Kapalı bir rejime doğru

  • Yolsuzluk davası ile birlikte yüzlerce savcının ve 10 bine yakın emniyetçinin yeri değiştirildi.
  • AK Parti, oylarını artıracağı düşüncesiyle kutuplaşma siyasetini tercih etti.
  • Başbakan bir ihaleye, bir davaya ve televizyon kanallarının yayınlarına müdahale ettiğini kabul etti. Kabul etmediği kayıtta 1 milyarlık paranın sıfırlanması tapelere yansıdı.
  • Büyük ihaleler üzerinden Sabah ve atv iktidar kontrolünde el değiştirdi.
  • İlk defa seçim meydanlarında halkın bir kısmına operasyon vadedildi.
  • HSYK yasası ile yargı adalet bakanına, yani yürütmeye bağlandı. Kuvvetler ayrılığı bitti.
  • İnternet Yasası ile internet sansürünün yolu açıldı.
  • Başbakan, seçim meydanlarında Facebook ve YouTube gibi siteleri kapatacağı vaadinde bulundu.
  • Dershaneler kapatıldı, Millî Eğitim tepeden tırnağa değiştirildi.
  • Devlete elaman alımında mülakatın esas olduğu dönem başladı.
  • Özel okullarda ikna odaları dönemi başladı.
  • Paris’te 3 PKK’lının öldürülmesiyle ilgili ses kaydı ve cinayeti MİT’in işlediğine dair belge çıktı.
  • Bir özel banka özel bir operasyonla batırılmaya çalışıldı.
  • Yurtdışındaki Türk okulları aleyhinde çalışma talimatı verildi.
  • TÜSİAD’ın yabancı yatırımcının tedirgin olacağı uyarısına Erdoğan’dan ‘darbeci’ cevabı geldi.
  • Artık bakanların değil, birkaç bürokrat ve danışmanın AK Parti siyasetini kurduğu görüldü.
  • Meclis, ancak darbe gibi olağanüstü dönemlerde çıkabilecek yasalara imza attı.
  • Medyada ‘Alo Fatih’ dönemi açığa çıktı.
  • Hükümet siyasetini benimsemeyen medya ‘darbeci’ ilan edildi.
  • Devletin en tepesindekilere ait skandal ses kayıtları çıktı. O ses kayıtlarında hukukun kalmadığı, yolsuzluğun zirve yaptığı ortaya serildi.
  • Hayrettin Karaman, ‘umum için fert ya da grup feda edilebilir’ dedi.
  • İhalelerden belli bir oranda ‘bağış’la kurulan bir havuz olduğu ortaya çıktı.
  • Açıkça hukuk ihlal edildi, hukuka karşı çıkmak emredildi.
  • ‘Bir siyasi tweet attım, işimi kaybettim’ dönemi başladı.
  • Erdoğan, Gezi’de ölen 7 kişi ve Berkin Elvan için taziyede bulunmadı.
  • Kabataş’ta yeni görüntüler çıktı, linç girişimi birkaç kişinin bildiği bir sırra dönüştü.
  • Erdoğan, Milliyet’in patronunu aradı. Patron ağladı. Erdoğan’ın isteğiyle bazı kişiler gazeteden uzaklaştırıldı.
  • Özel yetkili mahkemeler kapatıldı, siyasi cinayetlerde ve darbe girişimlerinde suçüstü yakalananlar tahliye edildi.
  • 2002’de iktidara gelen AK Parti siyaseti ile bugünkü arasında alaka kalmadı.
Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.