Hocaefendi dün neredeyse bugün de orada

Hocaefendi dün neredeyse bugün de orada

İslâm hukukçusu Ahmet Kurucan, 15 günde bir Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ziyaret ettiğinde yaşadığı hissiyatı, veciz bir dille Zaman’ın yorum sayfasındaki köşesinde sevenlerine aktarıyor. Bu özel anlar, yayımlanmayan başka yazılarla birlikte iki kitaba dönüştü. Önce ‘Huzurdan Esintiler’ sonra da ‘Bize de Çekmek Düştü’ ismiyle Işık Yayınları’ndan çıkan kitapların yazarı Ahmet Kurucan, o manevi iklimi ve Hocaefendi’yi anlattı.

Zaman’ın yorum sayfalarını takip edenler iyi bilir. İslam hukukçusu Ahmet Kurucan, 15 günde bir Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ziyaret ettiğinde yaşadığı hissiyatı, veciz bir dille sevenlerine aktarıyor. Bu özel ziyaretler başka yayınlanmayan yazılarla birlikte önce ‘Huzurdan Esintiler’ sonra da ‘Bize de Çekmek Düştü’ ismiyle Işık Yayınları’ndan çıkan iki kitapla okuyucularla buluştu. Kitapların yazarı Ahmet Kurucan, o manevi iklimi ve Hocaefendi’yi anlattı…

Hocaefendi’nin Fasıldan Fasıla kitap serisini de sohbetlerden aldığınız notlarla siz kitaplaştırmıştınız. ‘Huzurdan Esintiler’ ve ‘Bize de Çekmek Düştü’ kitaplarının nasıl ortaya çıktığını anlatır mısınız?

 Fasıldan Fasıla kitapları, ders ve sohbetler esnasında defterlere aldığım küçük küçük notlardan ortaya çıkmıştı. Hocaefendi’nin sözlerini birebir, bağlamından koparmadan paragraflar halinde aktarmıştık. Bu iki kitapta ise konseptiyle beraber yorum getirerek yazdım. Haftada bir kez Hocaefendi’yi ziyaret etmeye çalışıyorum. Bir gün 5-6 kişi dar bir dairede Hocaefendi’nin yanındayken yaptığı bir konuşmadan çok etkilendim. Bu sohbet sözde kalmamalı diye gözyaşları içinde önce ‘Ah Müslümanlık ah’ yazısını başka bir zaman da ‘İnanmayacaklar’ yazısını kaleme aldım. Bu iki yazımda okuyuculardan müspet manada o kadar çok tepki aldım ki ben de şaşırdım. Gazetedeki editörümüz de artık bu minvalde yazılar yazmamı isteyince bu yazılar başladı ve okuyucularımızın da duasıyla kitaplar ortaya çıktı.

Bu yazılarla gönüllüler hareketine gönül veren binlerce insana da içeriden bir göz oldunuz. Oradaki hissiyatınız nasıldı?

Benim tasvir etmeye çalıştığım, milletin görmediği Hocaefendi’yi anlatmamda yüzde 50 belki daha fazla oranda kırılmalar yaşanıyor. Hani derler ya yaşamayan bilmez diye, o hissiyatı tatmak lazım. Ben azami derecede tattırmaya çalışıyorum ama ne kadar başarılı oluyorum bilemem. Bir de herkesin istifadesi kendi ufku kapasitesi nispetindedir. Benimki deryada olduğu halde damlayı tatmak için uğraşan insanın mücadelesinden ibaret. Aslında ben hiçbir şey anlatmıyor bile olabilirim.

Hocaefendi’nin bir dinî lider yönü var bir de dünya çapında kabul görmüş bir harekete fikrî rehberlik yapan yönü var. Foreign Policy Dergisi’nin dünyanın ilk 100 entelektüel sıralamasında da Hocaefendi birinci olmuştu. Fakat Türkiye’deki önyargıları göz önüne alırsak bu anlaşılamama ve anlaşılma arasındaki uçurumu nasıl açıklarsınız?

Ben 14 yıldır yurtdışında yaşıyorum. Batı, öncelikle ortaya koyduğunuz ürüne ve düşünceye bakıp öyle değerlendiriyor. Özgürlük hakkındaki düşüncelerini, özgürlük deyince dünyada akla gelen John Stuart Mill’in görüşleriyle mukayese eden akademik makaleler yazıyor. Çağ ve Nesil serisindeki makalelerin ahlak ile alâkalı söylemlerini Kant’ın ahlak felsefesiyle kıyas ediyor ve panellerde tartışmalara konu yapıyor. Hocaefendi’yi bir felsefî düşünür olarak değerlendiriyor. Vaizlik ve sivil topluma rehberlik yönüyle söylemiş olduklarını da farklı değerlendiriyor. Türkiye’de ise Hocaefendi’ye sadece bir imam gözüyle bakıp -o imamlık başımızın tacıdır- küçümsüyorlar. Aradaki ciddi uçurum bence meseleyi değerlendirmedeki kıstas farklılıklarından kaynaklanıyor. Meseleye şöyle bakmak lazım; karşımızda bir tane Hocaefendi yok. Bir tarafta bir düşünür var ve eserleri meydanda. Öte yanda bir din âlimi olan; fıkhıyla, tefsiriyle, hadisiyle Osmanlı’nın son dönemindeki ulema geleneğinin uzantısı olan, her ilim dalında uzman derecesinde konuşabilen bir din âlimi var. Bütün bunların ötesinde Kur’an, sünnet ve 15 asırlık geleneğiyle asrın idrakine İslam’ı anlatan, proje üreten biri var. Ayrıca bir sivil topluma, manevi anlamda kanaat önderliği yapıyor. Hocaefendi’nin her kitabında farklı bir yönünü görebilirsiniz. Ben Türkiye insanının genel manada “Hocaefendi kimdir?” sorusunda bu ayırımı yapabildiğini sanmıyorum.

Alanında uzman birçok Batılı insanı Hocaefendi’yle tanıştırıyorsunuz. O buluşmalarda neler dikkatinizi çekiyor?

Sosyal bilimlerde profesör olan iki insanı Hocaefendi’yle tanıştırmıştık. O profesörler Hocaefendi’ye “Biz iki yıldır bu hareket üzerinde çalışıyoruz. Türkiye’ye de gittik. Biz size ‘Gülen Hareketi nedir? Fethullah Gülen kimdir?’ bunları anlatalım. Tespitlerimizi doğru mu yapıyoruz bize söyleyin.” dediler ve algılarını anlattılar. Bu çok ilginç bir tecrübeydi benim için. Çünkü Hocaefendi’ye Fethullah Gülen’i anlatıyorlardı. Sonrasında “Evet ne düşünüyorsunuz?” dedikleri zaman Hocaefendi çok çarpıcı bir şey söyledi: “Ben Gülen Hareketi tabirini kabul etmiyorum. Benim inancıma göre bu ifade şirktir. Yüzlerce milyonlarca ismini bile bilmediğim insanın bu hizmette alın teri, emeği var. Onların yapmış olduğu faaliyetleri benim soy ismimle bana mâl ediyorsunuz.” O sosyal bilimci şöyle dedi: “Efendim iyi ama biz bu sivil toplum kuruluşlarını izliyoruz. Ben bu işte profesörüm ve hayatım bununla geçti. Hareket, sivil toplum kuruluşu olarak yaptığımız tasnifteki hiçbir kategoriye girmiyor.” Hocaefendi gülerek “Mecbur muyuz?” dedi. Profesör, “Hayır mecbur değilsiniz ama biz de size bir isim koymak istiyoruz. Bize yardımcı olur musunuz?” deyince Hocaefendi, şu ifadeyi kullandı: “Yüksek insani değerler etrafında birleşmiş insanların hareketi”. Biz daha sonra hizmetin felsefesini oluşturan bu ifadeyi Teksas’ta bir kurumumuzun mottosu yaptık.

Hocaefendi’nin etrafında birçok hüsnü teveccühte bulunan insan olmasına rağmen yalnız olan bir yönü de var, değil mi?

Ben bunu ‘Dayanılmaz yalnızlık’ başlığıyla yazmıştım. Gerçekten insani bir zaviyeden baktığımız zaman sıradan bir insanın dayanamayacağı bir performans sergiliyor. Günün sadece 5-6 saatini insanlarla beraber gerisini ise dertleri ve ızdıraplarıyla dört duvar arasında Rabb’iyle yalnız geçiriyor. Bu insan dünyanın dört bir yanındaki hizmetlere fikri manada öncülük yapıyor. Düşüncelerinin, ortaya koyduğu proje ve planların anlaşılamaması da apayrı bir yalnızlık. Bazıları diyor ya ‘Niye Amerika’da?’ Hocaefendi Türkiye’de de olsa böyle bir hayat yaşayacaktı. Nitekim 1999 yılına kadar da böyle bir hayatı vardı. Sadece vaazları için ve zaruri işleri için dışarıya çıkıyordu. Yine dört duvar arasındaydı. Öyle ‘Sıkıldım, bir kordon boyuna gideyim, rahatlayayım’ durumu hiç olmadı ki. Milyonlarca seveni olan biri ama insani olarak dertleşeceği bir ortamı yok. Son kalp rahatsızlığında da odasında tek başınaydı. Ama onun felsefesi ‘Sırat dünyada geçilir, ahirette değil.’ Onun için zehir zemberek hayata katlanmayı kendi iradesiyle arzu ediyor. Zaten son söylediklerinde de kendi ruh halini özetliyor: “Dedem, babam, annem, ninem ve kardeşlerim bir anda ölseler, bana bu son yaşadığım hadiseler kadar sıkıntı veremez. Her gün sabah akşam dostun attığı güller de düşmanın attığı gülleler de hançer gibi bedenime saplanıyor.”

Hocaefendi, ‘mâlikânede yaşıyor’ diyenlere cevap verdi fakat siz kendi gözlemlerinizle ne dersiniz?

Eğer malikâne bizim bildiğimiz manada villalar, yalılarsa yaşadığı yerin böyle bir şey olmadığını giden gelen herkes biliyor. Son 14 yıldır yaşadığı iki katlı küçük hatta çoklarımızın evinden daha hırpani bir binada yaşayan bu insan, ilgili vakfa kaldığı yerin değerinin çok çok üstünde olarak aylık kirasını ödüyor. Ziyaretçilerin çokluğu ve ihtiyaçtan dolayı biraz daha büyük bir bina yapıldı. Oraya da gelsin görsünler neresi malikâneymiş. Mâlikâne diyen insanlar bence zulmediyorlar, iftira atıyorlar, yalan söylüyorlar. Burada iyi niyet varsa saflıklarına vermek lazım ama iyi niyet değil itibarsızlaştırma ve kara propaganda söz konusu ise Cenab-ı Hakk’a karşı çok ciddi hesap verirler. Hocaefendi 14 yıldır orda ben kalıbımı basarım 14 defa evinin arkasındaki gölü gezmeye gitmemiştir. Sağlık sorunları ve zaruri ziyaretler dışında hanesinden dışarıya 14 kez çıkmamıştır. Tamamen gönüllü bir tecrit ve sürgün hayatı yaşıyor. Doktorlar tabii olarak D vitamini için 10 dakika güneşte yürümesi gerektiğini söylüyor ama bunu bile yapmıyor. Çok fazla yürüyemediği için eklemlerinde rahatsızlıklar oldu. Sizce bu rahatlık mı? Özellikle bu tür ifadelerin dost çevrelerden gelmesi çok yaralayıcı. Biz hizmet olarak durduğumuz yerde duruyoruz. Hocaefendi dün nerdeyse bugün de orada.

Hocaefendi’nin son zamanlarda yaşananlara karşı üslubu “Size mızrakla gelene siz iğneyle bile mukabelede bulunmayın.” oldu. Fakat binlerce seveninin kalbi çok kırık ve bu yüzden üslupta ölçü kaçıyor mu?

Son günlerdeki gelişmeler ekseninde üçüncü şahısların bir şey konuşmasına gerek olmayacağı ölçüsünde zaten Hocaefendi konuştu. 35 yıldır Hocaefendi’nin yanında olmaya çalışıyorum. Hiçbir dönemde bu kadar kendini öne attığını görmedim. Onun için “Şöyle diyor, şöyle demek istedi” diye savunmaya gerek yok. Son 4-5 bamtelini dinleyenler, Hocaefendi’nin üslupta ve bu saldırıları reva görenlere karşı mukabelede nerede durduğunu görebilirler. Buna isterseniz imanın ve ilmin irfan boyutunda yansıması diyebilirsiniz. Bu üslubun dışına çıkan çerçevedeki davranışların ne Hocaefendi’ye ne de Hocaefendi’yi dinleyen camiaya mâl edilmesi doğru değildir. Zaman sadece bugünle sınırlı değil. Bugünün yarını var, yarın da Hakk’ın divanı var. Bunların hepsi karşımıza çıkacak.