Karakterleri gereği gizlenmeyi yeğleyen grup: Münafıklar

Karakterleri gereği gizlenmeyi yeğleyen grup: Münafıklar

Nifak; her dinin, cemiyetin, cemaatin karşı karşıya kalabileceği bir problem. Prof. Dr. Adnan Demircan’ın kaleme aldığı ‘Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar’ adlı çalışmada Hz. Peygamber dönemini daha iyi anlamak için o zamandaki nifak, tarihî açıdan inceleniyor.

Hz. Peygamber (sas) dönemi asırlardır Müslümanlar tarafından araştırılan, öğrenilen, yaşanılan ve ardından gelen zamanlara ışık tutan bir devir. Her asrın insanı kendi hayatında Resulullah’ın yaşantısından bir şeyler bulabilir; iki cihan saadetine Onun rehberliğiyle kavuşabilir. Şüphesiz Resulullah’ın yaşadığı dönemde ortaya çıkan müspet ya da menfi bazı hareketler, eylemler, hadiseler incelendiğinde de bizim için ders olabilecek çok önemli örnekler bulunabilir. Bu bakımdan nifak meselesi de önemli konulardan biri. Bu mesele Hz. Peygamber’in ne gibi sıkıntılara katlanarak İslam’ı tebliği ettiğini göstermesi açısından dikkate değer.

Prof. Dr. Adnan Demircan’ın kaleme aldığı, Işık Yayınları tarafından yayımlanan ‘Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar’ adlı çalışmada Hz. Peygamber’i ve dönemini daha iyi tanıma ve anlama niyetiyle o dönemdeki nifak özellikle tarihi açıdan inceleniyor. Münafıkların, Efendimiz Hz. Muhammed ile (sas) münasebetleri, Resûlullah’ın bunlara nasıl davrandığı, onların zararlarından nasıl korunduğu ve onları topluma yeniden kazandırmak için başvurduğu Nebevî yöntem kısaca belirtiliyor. Böylece farklı zamanlardaki Müslümanların, bu tarz kişilerle münasebetlerinde dikkat etmeleri gereken prensiplere işaret ediliyor.

İlahî beyana göre münafıklar ‘kalplerinde hastalık olanlar’

Kur’an-ı Kerim’in üzerinde önemle durduğu, karakter ve iç dünyalarına dikkat çektiği, haklarında isimleriyle anılan bir sûreyi (Münâfikûn) indirdiği topluluk, münafıklar. Haşr, Bakara ve Tevbe sûrelerinde de münafıklarla ilgili pek çok ayet bulunuyor. Bu ayetlerde münafıkların psikolojik yapısından bahsediliyor, ruhî durumları tahlil ediliyor. Kur’an’ın bazı ayetlerinde münafıklardan bahsedilirken ‘kalplerinde hastalık olanlar’ veya ‘kalplerinde hastalık vardır’ ifadeleri yer alıyor. Münafıkların sağlam bir karaktere sahip olmadıkları ifade ediliyor. Nitekim Resûlullah (sas) münafığın bu hâlini, veciz bir şekilde şöyle beyan buyuruyor: “Münafığın durumu iki sürü arasında gidip gelen bir koyuna benzer.” Yani münafık, kâfirlerle mü’minler arasında gel-git yapan ve birinde karar kılamadığı için iki tarafça da kabul görmeyen bir tiptir. Bazen mü’minlerin yanında bulunduğundan kâfirlere yaranamaz; gerçek bir mü’min olamadığından da mü’minlerin vicdanlarında güvenilmez bir konumda kalır.

Münafıklık, amelî ve itikadî olarak ikiye ayrılıyor

‘Münâfık’ kelimesi Arapçada, iki tarafı açık dehliz/tünel anlamına gelen ‘nefeku’ veya köstebek deliği anlamındaki ‘nâfikatü’ kelimesinden geliyor. İslam terminojisinde ‘İnanmadığı halde inanmış gibi görünen insanlara’ münafık, böyle amele de nifak deniyor. Peygamber Efendimiz (sas) döneminden sonra terimin kapsamı genişletilerek, kalbinde inandığı halde Allah’ın emir ve yasaklarını yerine getirmede ihmalkâr davranan kimselere de münafık denmeye başlanmış. Bu iki nifak çeşidinin birbirinden ayırt edilebilmesi için inanmayıp inanmış gibi görünmeye itikadî veya imanî nifak, inanıp da amel bakımından eksik olma haline amelî nifak denmiş. Ünlü hadis âlimi Tirmizi, “Kendisinde dört haslet bulunan kişi münafıktır. Şayet kendisinde bunlardan bir haslet bulunursa, o hasleti terk edinceye kadar onda nifaktan bir haslet var olacaktır: Konuştuğu zaman yalan söyleyen, söz verdiği zaman sözünde durmayan, dava ettiği zaman itidal ölçülerini aşan ve anlaştığı zaman anlaşmayı bozan kişi.” hadisini naklettikten sonra, “İlim adamlarına göre bu hadiste kastedilen, amelî nifaktır. Tekzip nifakı (itikatta nifak) ise yalnız Resulullah’ın zamanında vardır.” diyor.

Hz. Peygamber devrinde nifak hareketinin başlangıcı

Nifak, herhangi bir düşünce, ideoloji, dava, siyasî veya fikrî hareket başa­rıya ulaştığı zaman, ortaya çıkmaya başlıyor. Hz. Pey­gamber döneminde nifak, Müslümanların değişik sıkıntılara maruz kaldıkları ve korumasız oldukları Mekke’de değil, Medine’de ortaya çıkmış. Zira Allah Resûlü ve ilk Müslümanlar, Mekke’de herhangi bir güç ve otoriteye sahip değillerdi. Müslüman olmak, maddî açıdan avantaj sağlamadığı gibi, tersine zor da bir işti. Medine’ye hicretle şartlar yavaş yavaş değişmeye başlamış, Resulullah (sas) henüz hicret etmeden Medine’de kendisine Evs ve Hazreç gibi güçlü destekçiler bulmuştu. Bu arada aynı şehirde bulunan bir kısım kimseler, Resûlullah’ı bütün hüviyetiyle tanıyamadıklarından inanmıyorlardı. Hattâ bunlardan bir kısmı, Resûlul­lâh’ın Medine’ye gelmesiyle, otorite ve iktidarlarının önüne ge­çildiğini düşündü. Hz. Peygamber Mediye geldikten sonra kendisine muhalefet edenler arasında özellikle siyasî ve maddî sebeplerden dolayı İslam’ı zahiren kabul eden ve bundan çeşitli menfaatler bekleyen kişiler vardı. İşte bu insanlar, daha baştan Müslümanlara hep kötülük düşünmüş ve Resûlullâh’ı da en büyük düşman görmüş münafıklardı. Bunlardan bazıları bulundukları çevre içinde gözden düşmemek için bu yolu tercih etmiş, böylece maddi menfaatler de sağlamıştı. Ancak Efendimiz bütün olumsuz tutumlara rağmen münafıkların kendilerini İslam toplumunun bir parçası olarak hissetmeleri için elinden geleni yaptı. Onlar da İslam cemiyetinin birer ferdi olarak toplantılara, Müslümanların birlikte icra ettikleri bütün faaliyetlere ve ibadetlere katılmıştı. Bunun en önemli nedeni temelde İslam dininin yapısından kaynaklanıyor. Nitekim İslam’ın insanların iç dünyalarına değil, zahirine ve ameline baktığına en güzel örneklerden biri de şu bahisle anlatılıyor: Uhud Savaşı’ndan sonra şehit olan Müslümanlar hakkında, “Bizimle birlikte kalsalardı öldürülmezlerdi.” diyen münafıkları öldürmek için izin isteyen Hz. Ömer’e Hz. Peygamber, “Allah’tan başka ilah olmadığını ve benim O’nun Resulü olduğumu söylemiyorlar mı?” diye sorar. Hz. Ömer, “Evet ey Allah’ın Resulü. Fakat bunu öldürmekten korktukları için yapıyorlar.” der. Hz. Peygamber, “Allah’tan başka İlah yoktur ve Muhammed onun Resulüdür, diyen kimseyi öldürmekten nehyedildim.” buyurur.

Kur’an-ı Kerim, ehl-i kitap, müşrik ve kâfirlerden daha fazla münafıkların üzerinde duruyor

Kur’an-ı Kerim’de Maun Sûresi’nde münafıkların mahşer ve hesap gününe inanmadıkları, yetimleri şiddetle itip kaktıkları, muhtaçları doyurmayı teşvik etmedikleri, namaz diye kıldıkları ibadete ihtimam göstermeyip, aslında bunu sadece gösteri maksatlı yaptıkları anlatılıyor. Böyle bir münafığın ne namazı, ne zekâtı ne de diğer ibadetlerinin hakiki olmadığı belirtiliyor. Başka bir ayette de münafıkların ibadet diye kıldıkları namazın vasfına dikkat çekiliyor, namaza kalkarken üşene üşene kalktıkları, bunu da mü’minlere gösteriş gayesiyle yaptıkları anlatılıyor. Allah Resûlü de münafığın namazla olan bu münasebetini şöyle dile getirir: “İşte bu, münafığın namazıdır. Oturur, güneşi gözetler, güneş şeytanın boynuzları arasına gelince yani batmaya yaklaşınca, yerinden kalkar ve dört kere yeri gagalar gibi başını yere değdirir. O sırada da Allah’ı çok az zikreder.”

Münâfıklar, Müslümanların inanç ve ibâdetlerine görünüşte hep iştirak etmeye çalışmış, onların içinde görünüp namaz saflarında onlarla beraber bulunmuş. Münafıkların bir de inanmayanlarla, Peygamber ve İslam düşmanlarıyla beraber olduklarında taşıdıkları ikinci bir görünümleri de olmuş: Bir gün münafıkların başı Abdullah b. Übey ve arkadaşları, ashaptan bir grupla karşılaştıklarında, Abdullah b. Übey kendi arkadaşlarına; “Bakınız ben şu gelenleri başınızdan nasıl da savacağım.” der. Yaklaştıkları zaman Hz. Ebu Bekir’in (ra) elini tutar ve “Merhaba Temim oğullarının efendisi, Şeyhu’l-İslâm, Resûlullâh’ın, mağarada arkadaşı olan, kendini ve malını Resûlullâh’a vermiş bulunan!” der. Sonra Hz. Ömer’in (ra) elini tutar: “Merhaba Adiyy oğullarının efendisi, dininde kuvvetli, nefsini ve malını Resûlullâh’a vermiş bulunan Hz. Fârûk!” der. Sonra Hz. Ali’nin (ra) elini tutar: “Merhaba Resûlullâh’ın amca oğlu ve damadı, Resûlullah’tan sonra bütün Hâşimoğullarının efendisi!” der. Onun inanmadığı hâlde aldatmaya çalıştığı bu tutumu karşısında Hz. Ali kendisini tutamayarak ona; “Ey Abdullah! Allah’tan kork, münâfıklık etme; çünkü münâfıklar, Allâh’ın en kötü kullarıdır.” der. Abdullah İbn Übey de, “Dikkatli ol, Ey Hasan’ın babası! Benim hakkımda böyle mi söylüyorsun? Allah’a yemin olsun ki, bizim îmânımız, sizin îmânınız gibi ve bizim tasdikimiz, sizin tasdikiniz gibidir.” der ve böylece ayrılırlar. Ayrılır ayrılmaz Abdullah b. Übey arkadaşlarına dönerek; “Nasıl yaptım gördünüz ya! İşte siz de bunları görünce böyle yapınız.” der. Onlar da, “Sağ ol! Sen bizim içimizde hayatta oldukça senden hep böyle bol bol istifade ederiz.” diyerek kendisini övmüşler. Duruma şahit olan Müslümanlar daha sonra olanları Resûlullâh’a haber verir ve bununla ilgili Bakara Sûresi’ndeki şu ayet-i kerime nazil olur: “Bunlar iman edenlerle karşılaştıkları vakit ‘Biz de mü’miniz’ derler. Fakat şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında da: ‘Emin olun, biz sizinle beraberiz, biz onlarla alay ediyoruz.’ derler.” Bazı münafıklar ise zaman zaman Resûlullah’a  gelerek, sanki inanıyormuş gibi: “Yâ Resûlallah! Bizim için Allah’tan mağfiret talep et!” dedikleri de vaki olurmuş. Bir defasında böyle bir istek karşısında Resûlullah (sas) bunu kabul eder. Ancak Cenab-ı Hakk, Resûlü’ne Tevbe Sûresi’ndeki şu beyanı vahy eder: “Onlar için sen ister Allah’tan af dile, ister dileme. Yetmiş kere bile istiğfar etsen, Allah onları asla affetmeyecektir. Evet, böyle! Çünkü onlar Allah’ı ve Resulü’nü tanımayıp karşı geldiler. Allah da böylesi fâsıklar güruhunu hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz.”