Üstad’ın çileli yılları

Bediüzzaman Said Nursi

Büyük İslâm alimi Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatı cezaevleri, sürgünler, zehirlenmeler, ev hapisleri, taciz ve hakaretlerle geçti. Asla isyan etmeyen Üstad’ın ölüm yıldönümünde çileli günlerini derledik. “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı.” diyen Bediüzzaman’ın zor günleri, Türkiye’nin yakın tarihinin anlaşılması için de anahtar hüviyetinde.

Fethullah Gülen Hocaefendi, Üstad ile ilgili olarak 1994’te kaleme aldığı yazısında; “Bediüzzaman, üzerinde titizlikle durulup düşünülmesi, araştırılıp insanlığa tanıtılması gerekli olan bir simadır. O, İslâm âleminin, inanç, moral ve vicdânî enginliğini hem de en katıksız ve müessir şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır.” der ve sözlerini şöyle sürdürür: “Eğer Sa’d b. Muaz’ı asrımızda ille de birine benzetmek gerekirse, Bediüzzaman Said Nursî’ye benzetmek uygun olur zannediyorum. Çünkü onu çok vefâlı gördük. Kendisini, otuz yıllık hapis yıldırmamış ve on-on beş sene dağlarda yalnız bırakılması ve hiç kimsenin yanına sokulmaması ümitsiz kılmamıştır.” Onun sergüzeşt-i ömrü, Risale-i Nur mesleğine girişte, serlevha gibi asılı durur zihinlerde. Her bir şakirdin gönlünde, Üstad’ının çileli anları, anıları hüzün kokar. O da diğer din mazlumları gibi, devrinde anlaşılmamış dava adamlarından aslında. Mahkemede sarf ettiği, “Benim ölümüm başınıza bir bomba gibi patlayacak, bir ölsem bin dirilirim.” sözü, bir hakikate kapı aralamıştır. Said Nursî, 23 Mart 1960 tarihinde ruhunun ufkuna yürümüş, akabinde 27 Mayıs darbesi vuku bulmuştur. Onun ıstırap saatleri, Osmanlı’nın son demlerinden başlar, dar-ı bekaya irtihal edene kadar sürer; hatta vefat ettikten sonra da… 54. vefat yıldönümünde, Bediüzzaman’ın velut hayatındaki baskılara karşı tavrını ve esaretle örülmüş zamanlarını hatırlatalım istedik.

‘Zalimler için yaşasın cehennem!’

Tarih: 14 Nisan 1909… II. Meşrutiyet ilan edilmiş; fakat padişah Abdülhamid Han’a tepkiler devam ediyordur. İttihat ve Terakki’nin İngiliz istihbaratı işbirliğiyle başlattığı ayaklanmada, sözde şeriat isteyen bir grubun olaylara dâhil olması sonucu hadise büyür. Said Nursî de olayın aktörlerinden Derviş Vahdet’in Volkan gazetesinde makaleler kaleme alıyordur. Selanik’ten gelen Hareket Ordusu, olayları kanlı bir şekilde bastırır. İçlerinde Üstad’ın da olduğu İttihad-ı Muhammedî Fırkası ve Volkan’ın ileri gelenleri Divan-ı Harp Mahkemesi’nde yargılanır. Bediüzzaman, Hurşit Paşa’nın başkanlığını yaptığı divanda sorguya alınır. Onun isyan sırasında yaptığı teskin edici konuşmalar göz önüne alınarak, hakkında takipsizlik kararı verilir. Bu dehşetli mahkemede idamını beklerken beraat eder ve mahkemeye teşekkür dahi etmeden elini kolunu sallayarak çıkar. Yolda Beyazıt’tan Sultanahmet’e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesiyle beraber, çağa şu sloganı bir not olarak düşer: “Zalimler için yaşasın cehennem!”

Şeyh Sait isyanı

Üstad, Cumhuriyet’in jakoben tavrını eleştirmiş ve gerekli telkinleri bizzat Meclis’te milletvekillerine iletmiştir. 17 Nisan 1923’te Van’a giderek; Erek Dağı’nda inzivaya çekilmiştir. O, uçurumdan düştüğünde ‘Davam!’ derken; Ankara, sert tedbirlerle ülkeyi yönetmeyi hedefliyordur. Tam bu sırada 1925 senesinde Şeyh Sait ayaklanması patlak verir. Said Nursî’nin bu isyan ile alâkası olmamasına; hatta ayrılıkçı Kürtleri uyarmasına rağmen rejim tarafından suçlu addedilir. İstanbul, İzmir ve Antalya’ya gönderilir, Burdur’a sürgün edilir. Mahkemede kendini şu ifadelerle savunur: “Yaptığınız mücadele kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti İslâmiyet’e bayraktarlık etmiş, dini uğrunda milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar veli yetiştirmiştir. Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslâm müdafiilerinden olan Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem.” Burada Nur’un İlk Kapısı’nı kaleme alır; ama onun çileli hayatı da başlamıştır…

Barla günleri

Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Burdur’a gelmiştir. Vali, âlim bir zat olan Üstad’ın ziyaretine gelenlere vaazü nasihatte bulunduğundan Çakmak’a şikâyette bulunur. Said Nursî’yi I. Dünya Savaşı yıllarından tanıyan Fevzi Paşa, Lem’alar’da da geçen ifadeyle “Bediüzzaman’dan kimseye zarar gelmez, ona ilişmeyiniz, hürmet ediniz.” der. Ancak sistem için tehlikeli bir isimdir o. Ve sekiz ay sonra Isparta’nın Barla nahiyesine sürülür. 25 Ocak 1927 tarihi, İslam âlemine yön verecek bir iman inşasının başlangıç yılıdır. Said Nursî, tecrit edilmiş olarak bırakılır ama o tevekkül içindedir. “Yaz kardeşim!” emri, etrafında örülmeye çalışılan istibdat duvarlarını yıkmaya yeter. İlk zamanlar Muhacir Hafız Ahmed’in evinde kalan Üstad’ın yazdığı ilk eserin adı oldukça manidardır: Haşir Risalesi (Onuncu Söz). O, öte taraftan devşirdiği sesleri seriyordur Müslümanların önlerine. Dokuz seneye yaklaşan Barla hayatı, velut zamanlar olarak geçer. Risale-i Nur’un yapıtaşlarından Sözler ile Mektubat hitama erer. Lem’alar da 26. Lem’a’ya kadar ışık verir. 1 Kasım 1928’de, ‘Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında kanun’u kabul edilir. Osmanlıca, Üstad’ın deyimiyle eskimez yazıyla kaleme alınan Nur Risaleleri için yeni stratejiler devreye girer.

Isparta’da dokuz yıl

Said Nursî, 25 Temmuz 1934’te Isparta merkeze getirtilir. Evinin kapısında polislerin devamlı gözetimi altında nefes alıp vermeye çalışıyordur. Kimseyle görüştürülmeyen Üstad’a sadece Mehmet Gülırmak Ağabey hizmet edebiliyordur. Onun için bu iletişim, yeni menfezler demektir. Bir devrin iman aksiyonerleri ‘Nur Postacıları’ doğmuş olur. Yazdığı eserleri, bu büyük insanların tavassutuyla imanlı yüreklere ulaştırır. Burada kaldığı dokuz sene zarfında, her türlü engellemelere rağmen İhtiyarlar, İktisat ve Hastalar Risalelerini zamana ve yarına not düşer. 1935’te, ‘gizli cemiyet kurmak, rejimin temel düzenini yıkmak’ iddiasıyla hakkında Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açılır. “Taşıyla toprağıyla mübarektir” dediği Isparta’ya veda zamanı gelmiştir.

Eskişehir Hapishanesi

İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Ankara Emniyet Genel Müdürü ve Jandarma Genel Komutanı, 120 asker, yirmi polisle Isparta’ya gelir. Rejim, Binbaşı Ruhi Bey’e, “Said-i Kürdî, Eskişehir’e giderken tenha bir yerde öldür.” emrini verir. Ancak Binbaşı, bu emre itaat etmez. Bu hareketinden ötürü de ordudan atılır. Sonuç olarak Üstad, talebeleriyle birlikte Mayıs 1935’te Eskişehir hapishanesine konur. Ama burası, medrese-i Yusufiye olur. Mapushane şartları çok ağırdır. Talebeleri bir koğuşta, Bediüzzaman ise hücre hapsindedir. Ancak Üstad burada 27, 28, 29 ve 30. Lem’alar’ı yazar. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi, 19 Ağustos 1935 tarihinde, yapılan müdafaaların da etkisiyle Said Nursî’ye 11 ay Kastamonu’da mecburî ikamet cezası verir.

Kastamonu zamanları

Mart 1936’da ağabeylerle beraber tahliye edilen Said Nursî, ilk üç ay polis karakolunda zorlu günler geçirir. Bu arada 59 yaşındadır. Bediüzzaman, nezaret aylarından sonra, karakolun karşısında bir eve gönderilir. Sözde hürriyetiyle esaret hayatı yaşar. Çünkü evindeki perdeyi kapatmasına dahi müsaade edilmez. Kanun dışılık, her dönemde olduğu gibi erken dönem Cumhuriyet’te de kendini gösterir. O, Allah’a teslim olmuş bir halde, “İlahi kader şimdi de burada hizmet etmemi istiyor.” diyerek Nur Risalelerini yazmaya, yazdırmaya devam eder. Asiye Hanım adında bir kadıncağız, Mevlana Halid Bağdadî’nin cübbesini Üstad’a teslim eder. Bu, mana âleminde el vermenin sembolik bir tarafıdır. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci şualar eklenir külliyata. Ziyarete gelenler derhal sorgulanmalarına rağmen, talebeleri günden güne artmaktadır. Manavdan aldırdığı meyvelere dahi zehir enjekte eden bir zihniyetle mücadele ediyordur Üstad. Ama Allah kulunu koruyordur. Bu arada Beşinci Şua’nın içinde Mustafa Kemal’e hakaret olduğu gerekçesiyle hakkında yine dava açılır. 20 Eylül 1943’te Isparta savcısından gelen talimat üzerine tutuklanır. Hasta ve de yaşlı olmasına rağmen Isparta’ya gönderilir. Buradan da 25 Ekim 1943’te, Denizli’ye sevk edilir.

65 yaşında, Denizli hapishanesinde

Ramazan ayında evinin basılması sonucunda, evinden alınır. Ağır hasta olmasına rağmen önce Ankara’ya gelir, sonra da Isparta üzerinden Denizli Hapishanesi’ne konur, talebeleriyle beraber. 126 talebesiyle birlikte tek suçları vardır: ‘Rejimin temel düzenini yıkmak.’ Sistem, ona sarığını çıkarıp; şapka takması hususunda âdeta cebir uygular. Ancak onun Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’a verdiği cevap, bir âlim prototipinde olması gereken karakterdir: “Bu sarık, bu başla çıkar.” Baskıcı yönetim, ne yaparsa yapsın, Üstad Risale-i Nurların telifine, tecrit halde yaşamasına rağmen devam eder: Asa-yı Musa, Meyve Risalesi (11. Şua), 12 ve 13. Şualar buradan yayar rayihasını 15 Haziran 1944’te mahkeme tahliye ve beraat kararını verir. 1,5 ay Denizli’deki Şehir Palas Oteli’nde kalan Said Nursî, CHP’nin tavrı dolayısıyla Afyon’un Emirdağ ilçesinde mecburî ikamete tabi tutulur.

Emirdağ Lahikası

Emirdağ’da göz hapsinde tutulan Üstad, devamlı baskı altındadır. Öyle ki milletin hafızasını bulandırdığı gerekçesiyle camiye gitmesine dahi müsaade edilmez. Üstad suçludur; çünkü âlem-i İslam’ın kurtuluş reçetelerinden Nur Risalelerini neşrediyordur. Aynı ithamlardan ötürü Afyon Hapishanesi’ne gönderilir. Onun ilerlemiş yaşına bakılmaksızın oradan oraya sürülmesi, çekilen çilelerin resmidir. Hastalıklardan koruması amacıyla Üstad’a aşı yaparlar, ama bu kanına akıtılan zehirdir aslında. Üstad, çok eziyet görür ve Allah’ın inayetiyle şifa bulur. Yaklaşık yirmi ay ağır hapishane şartlarını teneffüs ettikten sonra yeniden Emirdağ’a gönderilir. Bu hal, talebesi Hasan Feyzi’nin dilinden şöyle anlatılır: “Yine firkat, yine hasret, yine hüsrân olacak.” Risale-i Nur’un ek triosundan Emirdağ Lahikası burada yazılır.

Gençlik Rehberi davası

Türk milleti, 14 Mayıs 1950 tarihinde, başında kimlerin olmaması gerektiği konusunda fikir beyan eder ve Demokrat Parti iktidara gelir. Adnan Menderes’in dine ve mütedeyyinlere karşı tavrı müspettir. Ancak bu durum Bediüzzaman için geçerli midir, tartışılır. ‘Gençlik Rehberi’ adlı eserinden dolayı hakkında dava açılır. 22 Ocak 1952’de büyük kalabalık eşliğinde duruşma salonuna gelen Üstad, müdafaası sonucu beraat alır. Ertesi gün bir gazetede yer alan manşet şöyledir: ‘Seksenlik Pirin duruşması’. Üstad, 1953 senesinde İstanbul fethinin 500. yıldönümü etkinliğine katılır, temsilî fethi, tribünden izler. Bu arada Fener Rum Patrikhanesi’ni ziyaret ederek; bir bakıma dinlerarası diyaloğun harcını atar. Bediüzzaman’ın patriğe “Hazreti İsa’nın bozulmamış olan gerçek dinini kabul edip, Hazreti Muhammed (sas)’in peygamberliğini ve Kur’an’ın da Allah’ın kelamı olduğunu kabul etmeleri halinde kurtuluş ehli olacaklarını” ifade eder.

Vefatından sonra dahi sürgün edildi

1959’da Ankara’ya geçen Üstad, son dersini burada yapar. Ramazan ayı geldiğinde Bediüzzaman’ın hastalığı iyice artar ama o talebelerine Urfa’ya gitmek istediğini söyler. 19 Mart 1960’ta Urfa’ya gelir, İpek Palas Oteli’ne yerleşir. Burada herkesle helalleşen Üstad, 23 Mart günü ruhunun ufkuna yürür. Ama o, dar-ı bekaya irtihal ettikten sonra bile rahat değildir. 1960 darbesi gerçekleşir ve askerler tarafından mezarından alınıp, uçağa bindirilir. Isparta’da sadece has talebelerinin bildiği bir yere gömülür. Üstad’ın bu hayatı üzerine ne kadar uzun anlatımlar yapılsa yetersiz kalır. Yaşadığı o saatleri, Üstad şöyle özetliyor: “Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanları, esâret zindanları, yâhut memleket hapishânelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı. Dîvân-ı harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyâde, ölümü tercih ettim. Eğer dînim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.”