Kestanepazarı Bir Ekoldü...
İlkokulu bitirmiştim. Her yıl yaz tatilinde köyümüze gelen köy enstitüsü mezunu dayım beni üniversiteye kadar okutacağını söylüyor, annemle pazarlık yapıyordu. Babam ise, Demokrat Partili olduğu için, "Onlar Halk Partili, oğlanı kendileri gibi yetiştirirler." diyerek karşı çıkıyordu. Annem kendince orta yolu bulup "Ben onu hoca eniştesinin yanına göndereyim, bir köy hocası olacak kadar yetiştirsin." diyordu.
Annemin dediği oldu, ama bir sene sonra hoca: "Oğlum, imam-hatipten mezun olmadan köylere imam olunamaz artık. Ben seni İzmir İmam Hatip Okuluna götüreyim." diyerek beni Kestanepazarı Camii'ndeki İmam Hatip ve İlahiyatta Öğrenci Yetiştirme Derneği'ne götürdü ve yurduna yerleştirdi.
Tarihî Kestanepazarı Camii bitişiğindeki bu yurt, Hacı Raif Cilasun, Hacı Ali Rıza Güven, Hacı Naci Sevil gibi dindar ve şuurlu pek çok İzmir esnaf ve eşrafının fedakârlıkları ile kurulmuştu. Bilhassa cesur ve girişken bir fıtrata sahip olan ve o zamanlar Halk Partili olarak da bilinen Hacı Raif'in kelimenin tam manası ile cüretkâr atakları ile resmiyet kazanmış ve imam-hatip okullarının önünü açmıştı.
İzmir'in müftüleri, meşhur hoca ve hafızları burada ders verirlerdi. Bilhassa müftü emeklisi olan Hacı Hafız Salih Tanrıbuyruğu ile Mısır'da tahsil yapmış ve gerçekten Arap Edebiyatı âşığı olan Simavlı Hacı Ali Efendi (Tosun) bu ilim yuvasının manevi direkleriydi. Bu yurdun kursunda, Kur'an, tecvit, Arapça, fıkıh, kelam, hadis ve tefsir dersleri okutuluyordu. Adeta bir yüksek okuldu. Onun için, şaka yollu, Kestanepazarı Üniversitesi tabiri de kullanılırdı.
Buna karşılık İzmir İmam-Hatip Okulu o zaman başında bulunan edebiyat öğretmeni bir müdür tarafından idare ediliyor ve tam karşı bir kutbu temsil ediyordu. Müdür Kur'an'daki mucizeler konusunda bile öğrencilerinin kafasına şüphe atmaktan geri durmaz, öğrencilerin inanç ve anlayışıyla taban tabana zıt öğretmenleri bulurdu. Hattâ bunlar öğretmen bile değildi. Bornova'da İşçi Partisi'nin temsilciliğini kurmuş bir avukat tarih dersine, başka bir avukat Türkçe dersine gelirdi. Bu avukat hanım, senelerce Cumhuriyet gazetesinde dindarlara saldırmış bir savcının da eşiydi... Sol iktidara gelince Buca Mimarlık ve Mühendislik Yüksek Okuluna öğretim görevlisi, sağ iktidara gelince liselere öğretmen yapılan bir başka edebiyat hocası hanım da öğrencileri organize eder, Karşıyaka Halkevi'nin sol propagandalı programlarına götürürdü. Bir müzik hocası öğrencileri kışkırtmak için "Buna hiç tapılmaz mı?" diyerek Atatürk portresini gösterir, başka bir müzik hocası da "Sizin imamlar çok cahil! Geçen gün bir akşam namazına gideyim dedim, imamınız Sübhaneke'yi yanlış okudu." der, öğrencilerin "Hocam imam Sübhaneke'yi içinden okur, yanlışını nasıl buldunuz?" sorusu ile yaptığı gafın farkına varırdı...
Ama bu durum, o dönem İzmir İmam-Hatip öğrencilerini hiçbir okulun şuurlandıramayacağı kadar derin ve engin bir atmosfer hazırlıyordu. Çünkü üniversitelerin, solun ve böyle bir dünyaya karşı yetişmeleri gerekenlerin yani gerçek hayatın kalbi sanki o okulda atıyordu. O günlerde imam-hatiplere sahip çıkmak hattâ bu okulları kullanmak isteyen hiçbir siyasî parti yoktu. Öğrenciler sırf dinlerini müdafaa etmek, karşı görüşlere kendini hazırlanmak için gayret ediyor, okuyup araştırmaya çalışıyorlardı. 1960'ın başlarında önce Özlem dergisini çıkarmışlardı. Özlem'i çıkaranlar Ankara İlahiyat Fakültesi'ne gidince İhsan Emci başkanlığında Fehmi Koru'nun da dahil olduğu yeni bir öğrenci grubu 1965'te Gurbet dergisini çıkarmaya başladı. Dergi kapandığında beş bin basıp satıyordu...
Önceleri sadece Ramazan aylarında Konya'dan Hacı Tahir Körükçü Hocaefendi İzmir'e, bilhassa Kestanepazarı Camii'ne vaazlara gelirdi. 1963'te İzmir'e vaiz Kestanepazarı Öğrenci Yurdu'na müdür olarak Yaşar Tunagür Hocaefendi geldi. Tahir Hoca tatlı ve sürükleyici konuşmaları ile Yaşar Hoca da cesur ve heyecanlı hitabetiyle halkı ve talebeleri şuurlandırmaya çalışıyordu. Gerçekten, dinleyenlerin üzerinde çok iyi tesirleri vardı.
Kestanepazarı'nın, Türkiye'deki diğer yurtlar ve kurslar yanında iyi bir itibarı vardı. 1964 Haziranında, o zaman dört sene olan imam-hatibin orta kısmını bitirmiş, lisesine geçmiştim. Artık, memleketime iki haftalık izne gidecektim. Yaz tatilinde bile Kestanepazarı'nda iki aydan fazla tutan kurslar devam ettiği için iznimiz o kadar olurdu. Beni yurt müdürümüz Yaşar Hocamız çağırdı. "Evladım, İstanbul İlim Yayma Derneği ile İsveçli bir öğrenci derneği anlaşmışlar, yaz tatilinde karşılıklı öğrenci geliş gidişi olacak, yol masraflarını dernekler verecek, öğrencilerin ihtiyaçları misafir oldukları ülkelerce temin edilecek. Biz önce yirmi öğrenci seçtik, sonra kura seçtik, sen çıktın. Haydi hazırlan. Dilini geliştir. Önce okula git, öğrenci olduğuna dair belge al. Sonra pasaport için müracaat edilecek." dedi.
Ben de "Bilgimi, görgümü artırmak için İsveç'e gideceğimden dolayı..." diye bir dilekçe yazıp Müdür Bey'e çıktım. "Veremem!" dedi. "Bu okulun öğrencisi değil miyim?" dedim. "Olabilir" dedi. "O zaman bana yazılı cevap ver." dedim. "Çok biliyorsan, gel müdürlüğü sen yap." dedi. "Ben dilekçeme cevap istiyorum. Ya böyle bir öğrencimiz yok; ya var ama... der, her ne diyeceksen bir şeyler yazar bana cevap verirsin." dedim. Baktı başından gitmiyorum, "Millî Eğitime git; müdür muavini Haşmet Bey'den sor. O izin verirse olur." dedi. Gittim. Meğer adamı imiş, telefon etmiş. Beni görünce "Bilgisini görgüsünü artıracakmış!" diye alay edip başından attı.
Tıp Fakültesinde okuyan dayım vardı. O da Fransa'ya bir grup arkadaşı ile gitmek için uğraşıyordu. Ona gittim. O zamanki sol derneklerin birinin başında olanlardandı. Bunları anlatınca bizim müdürün geri kafalı olduğu için beni İsveç'e göndermediğini zannetti. Beraber gittik. Dayım önce çok yumuşakça meseleye girdi ama müdür "Tavassut istemez efendi!" diye bağırdı. Dayım birden sesini ondan daha fazla yükselterek, "Sen haksız yere halkın işini savsaklayamazsın. Millî Eğitim Müdürüne bir telefon aç bakalım, sana ne diyecek?" diye bağırdı. O zaman İzmir Millî Eğitim Müdürü dayımların adamı idi. Müdür yaş tahtaya bastığını anlayınca, "Ben Abdullah'ı çok severim, çalışkan bir talebe. Benim oğlum da Tıp Fakültesinde." diyerek alttan almaya başladı. Aslında Müdür benim Bağdat veya Mısır'a okumaya gideceğimi zannediyordu. Engellemesinin sebebi bu idi.
Belgeyi aldım ama iştirak azlığından gidemedim. İsveç'e gitmek 37 sene sonra nasip olacaktı.
1966'da Fethullah Hocaefendi hem vaiz, hem de müdür olarak Kestanepazarı'na geldi. Ben o zaman yurdun kütüphanesine bakıyordum. Bir yaz tatili bütün kitapları gözden geçirip tasnif ettik. Yeniden arkalarına etiket yapıştırıp kendi el yazımızla yazılarını yazdık. Şimdi ne haldeler bilmiyorum. Onun gelmesi ile Kestanepazarı'nın çehresi değişti. Öğrenciler ile çok yakından ilgileniyordu. Ondan önce imam-hatipten ayrılıp başka okullara gitmek isteyenler, imam-hatipi beğenmeyenler, orada okumaktan komplekse girenler vardı. O, öğrencilere, ulvî bir gaye için bu okulu seçmiş olduklarını, okullarının kıymetini bilmeleri gerektiğini anlatıyor, ufuk ve anlayışlarını açıyordu. Allah rızası için, Allah'ın dinini öğrenip hiçbir beklentiye girmeden hizmet etmenin yüceliğini ruhlarına duyurarak onu bir geçim vesilesi meslek okulu olma seviyesizliğinden kurtardı. Hâlâ da imam-hatiplerin siyasetten tamamen arındırılıp sırf din-i mübin-i İslâmı öğrenmek ve dünyaya anlatmak için dupduru kalması gereken müesseseler olduğu kanaatini taşımaktadır. Hatta, Arapça'nın yanında Almanca, İngilizce olarak da derslerinin verilmesini arzu etmektedir. Yani onlar dışarı açılmalıdır.
Bu anlayışla pek çok arkadaşımız, imam-hatipte okumakla nasıl bir manevî hazinenin içinde olduklarını fark ettiler ve kıymetini bilmeye çalıştılar. Aslında şimdi imam-hatiplerin bu saf ve temiz ruha dönmelerinin tam zamanıdır.
Hocaefendi hiçbir zaman meseleleri kördüğüm haline getirmek istemezdi. Bir seferinde beden eğitim hocası uzun şort giydikleri için öğrencilere "yobazlar..." diye hakaret etmişti. Öğrenciler bir problem çıkarabilirdi. Hocaefendi vaazda eşofman üzerine bir konuşma yaptı. Bunun üzerine derneğe yapılan bağışlarla eşofmanlar alındı ve uzun-kısa diye bir problem kalmadı.
Kestanepazarı'nın o zamanlar bir özelliği de, İslam dünyasından gelen bütün misafirleri ağırlaması idi. Suriye'den Nebhanilerden bir zatı, Tebliğ Cemaati'nden ayrı ayrı grupları, bir de Mekke'nin Fahri Emiri Türkistanlı Şeyh Mahdum'u hatırlıyorum. Hatta Kral Faysal ona iki defa daha Türkiye'ye gelmesi için izin vermiş, son gelişinde yanında oğlu Enes de vardı. İzmir gibi bir yerde İslâmî ilimlerin okutulması ve şuurlu bir uyanışın olması çok dikkatini çektiği için o yaşta üçüncü defa İzmir'e yani Kestanepazarı'na gelmişti.
Ne enteresan bir tevafuktur ki, seneler sonra Türk çocuklar yazları değerlendirsinler, Türkçelerini iyi öğrensinler diye Amerika'da alınan kampın ismi de Kestane idi...
Senelerce hizmet veren Kestanepazarı'ndan gelip geçen üstat ve hocalarımızdan, destek veren esnaftan, okuyan ve hizmet veren öğrencilerden Cenab-ı Hak razı olsun.
Unutmayalım ki, kestane ağaçları, 500 yıla ulaşan uzun bir ömre, otuz metre gibi dev bir yapıya sahip çok görkemli ağaçlardır. Daha çok lezzetli meyveleriyle hatırlarız ama dayanıklı keresteleri tarih boyunca evlerimizdeki eşyaların ve denizlerdeki nakil vasıtalarının da en sağlam ana malzemelerini oluşturmuşlardır. Bir ilim yuvası olan Kestanepazarı'nın bu noktadan insan hayaline ilham edeceği pek çok güzel tevafuk da olabilir...
- tarihinde hazırlandı.