Bu Dil ki...
Türkçe Dil Olimpiyatı'nın Almanya'daki final yarışmasında gençlerin Türkçe telaffuzlarını dinlerken aklıma gelenleri sizlere aktarmaya çalışayım.
Bozkır rüzgârları gibi ana kökleri sert, haşin olan kelimelerimiz Farsçadan musikî, Arapçadan İslamî derinlik ve kudsiyet almış ve bir olgunlaşma dönemine girmiş... Fetih ve itilâ yıllarımızda ulaştığı ülkelerden çok güzel kelimeler de fethetmiş... Merhum Elmalılı Hamdi Efendi'nin, tefsirin başında; "İran'dan çıkan yünden, Avrupa'da bükülen ipten, Türk tezgâhında dokunan halıyı Türk malı tanıdım. Bir binanın mimarisinin Türk olması için bütün kerestesinin yerli olması lâzım değildir diye işittim. Afrika madenlerinden çıkmış bir altının üzerinde bir Türk sikkesi gördüğüm zaman ona Afrika'nın değil, bizim altınımız, dedim." dediği gibi ben de meseleye böyle bakıyorum.
Evet, fethedilen kelimeleri kendi öz kelimelerimiz gibi zaman içinde işleye işleye, rendeleye rendeleye, yepyeni mecaz ve kinaye mânalar da yükleyerek bir güzelleştirme ameliyesine tâbi tutmuşuz. Bunlar, köylerde, şehirlerde, kışlalarda, saraylarda, medreselerde, tekkelerde, vakanüvistlerin yazılarında, devletimizin arşivlerinde, Yunus'larımızın dillerinde ayrı ayrı mâna inceliklerini ve edebî güzellikleri yüklenip gelmişler. Her asırdan, her bölgeden, her söyleyişten renk renk elbiseler giymişler. Cepkenden, samur kürkten, taçtan kavuktan, kaftandan harmandalına enva-i çeşit hulle-i fâhireleri giyinip bezenerek bir cennet hurisi gibi karşımıza çıkmışlar. Bu şeffaf, fakat giyinip kazandıkları yepyeni ve çeşit çeşit mânaları da aksettiren bu olgun ve dolgun kelimelerimizde, hurilerin sanki giydikleri yetmiş çeşit elbisenin birbirini örtmeyip kemiklerindeki iliklerinin bile bütün güzelliğiyle göründüğü gibi böyle harika bir durum zengince tezahür etmiş...
Beş altı sene önce İsviçre'de bir iftara davetliydim. Orucun hikmetleri üzerine bir konuşma yapmam istenmişti. Dinleyenlerin çoğu İsviçreliydi. Türkçe konuşuyordum, arkadaşlar da tercüme ediyorlardı. Konuşma bittikten sonra bazı yaşlı ve ciddî kişiler yanıma gelip, "Türkçenin bu kadar güzel bir müzikalitesi olduğunu bilmiyorduk!" dediler.
Her dilden kelime alırken, güzel bir mozayiğin parçaları gibi her dilden motifler almışız. Bir müzik parçası gibi her dilden nağmeler derlemişiz... Bu da bize diğer dilleri telaffuzda kolaylık sağlamış. Mesela "p" ve "ç" harfi olmayan Arapça gibi diller olduğu gibi harfleri hep burundan söylenen Çince gibi de diller vardır. Osmanlıcada sağır kef denilen ğunne biçiminde söylenen kelimeler olduğu için bu vesileyle Çinceyi de iyi kullanabiliriz.
Ama, Geoffrey Lewis'in "Trajik Başarı, Türk Dil Devrimi" isimli kitabında anlattığı gibi bu muhteşem Türkçe, öztürkçeleştirme adı altında da çok büyük bir darbe yedi... Bu, uydurmacadan başka bir şey değildi. Kelime katliamına başlamışlardı. Yerlerine yeni uydurulan, nesepsiz çirkin, bet, nobran ve uyduruk şeyler konuluyordu. Dil hudutlarımızı, kahraman bir nöbetçi gibi bekleyen asîl, güzel kelimelerimiz teker teker katlediliyor yani şehit ediliyordu. Ama biz inanıyoruz ki, şehitler ölmez, onlar hâlâ canlıdır. İşte onları yeniden kullanarak, hayata geçirerek ihyâ olduklarını da göstermeye çalışmamız gerekir. 26 medeniyetin gelip geçtiği Anadolu'muzda çeşitli diller cümbüşü atmosferinde gelişmiş bu güzel Türkçeyi dünya çapında tanıtmak ve insanların kullanmasını sağlamak da bir vazifemizdir. Bu hususta senelerdir emek veren eğitime adanmış gönüllü elçilerimiz ve yüz akımız öğretmenlerimizi de unutmamak gerekir... Onlara şükranlarımızı ve tebriklerimizi sunarız.
- tarihinde hazırlandı.