Ve Ders Bitti...

Merhum Ömer Türkmen kardeşimizin vefatından sonra bana gönderilen arkadaşımız Ayhan Öztürk'ün yazısını takdim ediyorum:

Cuma akşamları şendik. İple çeker olurduk çoğu zaman. Her ne kadar takip edilen kitabı unutmuşsak da bize okunacak faslın fotokopisini çekmiş bir yaren bulunurdu elbet. Haftanın bitmişliğinin tatlı bir rahatlatıcılığı üzerimizde olarak, vazifeyi görüp meclisi oluşturacağız. Her zaman yan yana, diz dize olduğumuz 30-40 eğitim insanı… İlkin çaylar gelecek mutlak. Üç beş kişilik gruplar kendi içinde şakalaşmalar, takılmalar; yapılacak geziler, programlar ve nice konular küçük kahkahalar da katılarak paylaşılmakta.

Nihayet 'güzel insan' içeri girer, herkes toparlanır, yüzler 'nur insan'a çevrilir, muhabbetler biter. Çay faslı durmamıştır. 'Güzel insan' herkesi süzer, gözler birbirini okur, ilk alışveriş gözler arasındadır, beş- on dakika hasbihal edilir. Fasıl artık başlayacak havadadır. Bütün yaran bilir ki bugün yine birçok kalbin zümrüt tepesi fethedilecektir. Bu tepeler kimi zaman -daha evvel hiç akıl erdiremediğimiz- tövbe/evbe/inabedir, kiminde muhasebedir, kiminde his irade, şuur, sabır, aşk, vicdan, gayret…

Gönül kapakçıkları açılır, isli paslı, yabancısı kaldığımız gönül alemi şenlenmeye başlar. Hiç farkında olmadığımız nice hallerimizi görmeye başlarız. Meğer en doğru sandığımız davranış, iş ve niyetler ne hatarlı, yanlış şeylermiş. Niyetin önemini öğrenmeye başlıyoruz üç beş dersten sonra. En şaşırtıcı gelen fasıllardan biri insanın çok muvaffakiyetlerde bulunup bunu kendinden bilmesi hakiki sahibine vermemesi. Asıl başarısızlık ve kayıp bu imiş. Öyle bir kayıp ki minare tepesinden düşüş derin çukurlara. Öyle bir düşüş ki hiçbir şey yapmayandan beter bir ayazda kalmak. Ürpertici idi. Böyle bir encamdan titreyip her işi hakiki sahibine vermeyi ihtiyar ediyoruz. Bu yol gayretsizlik yolu değil, gayrete had ve hedef koymaymış.

Bir başkasında tövbenin ulviliği, günah, pişmanlıktı konumuz. İki hafta mı, üç hafta mı sürmüştü bu ikram. Tövbe vasat insanın; inabe ulvi, yüce insanın; evbe ise peygamberane yaşayışın mahcubiyeti imiş. Seviyemizi görmüştük utanarak. Hele gayret faslı en anlatılmaz bahis gibiydi. Aksiyon ve kabına sığmama duygusuyla birlikte itaat, niyet hulusu, her perdeyi yırtıp atıp Hakk'a müteveccih olma keyfiyeti. Meclise coşkunluk hakim. Yerinde durma düşüncesi çok uzak o anda. Vicdanlar cilalanmış, zümrüt yamaçlar daha da aydınlanmış. Yapılabilecek her işe 'evet' düşüncesi var. Gayret ile murakabenin kol kola olduğunu görmenin şaşkınlığı…

Bir başkasında şükür, birinde sebat, aşk, vefa… Seyrine doyulmaz bir zemin kuruluyor. Artık ne oturulan kanepe var, ne duvar, ne tavan, ne zemin… Sadece oluşturanın büyüklüğünün göstergesi manevi bir tablo. Tabloyu seyretmiyor, orada yaşıyoruz. İçlerimizden ne çok pişmanlıklar geçiyor, ne çok kararlar alınıyor istikbale dönük. Bileniyoruz mefkûreye sarılmak hususunda. Herkes yerli yerinde, dingin, bakışlar sakin. Ancak yürekler coşkun, birer ateş topu.

İçlerde kıpırtılar, coşmalar, yükseliş alçalışlar. Her fert yerinde birer dinamit. 'Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz.' hakikati. Kendi içinde, kendine dönük bir tavır belirleniyor. Sokaklara taşacak bir coşkunluk değil, kişinin kendiyle, nefsiyle, eli-ayağı-diliyle girişeceği o büyük mücadeleye bilenme.

Bir dünya kuruluyor gözlerimizin derinliğinden yüreğimize akan. Gözler ışıltılı. Huzur solukluyoruz. Bir başka aydınlık dünya var kafamızda. Gönül saltanatını ikame etme sevdası yeşermiştir. Her muhabbet faslı bu fidanı biraz daha güçlendirmektedir.

Yazı ve ses yazı bir söz sultanının, gönüller sultanının, baş tacının. İnleyen, dertli, güzel bir insanın… Yazıyı dillendiren ses bir gönül insanının, irfan edeb abidesinin. İki güzellik bir arada. Etraf aydınlık, şen, dupduru… İki güzellik: Biri güzellik önderinin zamanımızdaki kara sevdalısı, öbürü onun sesini soluğunu hep yakından duymuş, içinde yaşatmış bir talebesi.

Anılar dökülür sohbet arasında. Şahit olunmuş olaylar aktarılır. Gözler pür dikkat, gönüller hüşyar, şuur uyanık… Anlatılan hiçbir kareyi kaçırmama cehdi var haftanın yorgunluğunu taşıyan gözlerde. Ve zamanın nurlu iki üç saati böylece bitmiş, yaşadığımız hale geri dönmüşüz. Duyulanlar hep çınlayacak kafalarda. Bir nur yağmuru altında ıslanmıştır herkes. Herkes hissesine göre istifade etmiştir.

Bir gönül insanının talebesiydi bu kadar mesud zamanları yaşatan. 'Başımızda büyüğümüz var, endişelenmeyin.' diyerek yakınlarını teselli edip gitti gidilmesi mukadder olan mekana.

Ömer Türkmen Hoca'nın ardından geride kalanlar boynu bükük kaldı. Güzel insanlar güzel atlara binip gidecek ve arkada kalanlar bu gidişin hep çok erken olduğunu düşünecek.