"Dil bizi konuşuyor biz dili değil"

Neredeyse hayatını medeniyet çalışmalarına adamış; Batı uygarlığından yaptığı tercümelerle zihnimizde ayrı kapılar açmış olan Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan'ın dil üzerinde söylediği bir söz aklıma geldi: "Biz dili konuşmayız; dil bizi konuşur ve dil bize konuşur." Kaplan'ın buradaki dil'den kasdı insanların birbirleri ile anlaşmasını sağlayan dil değil; aksine o dil içindeki kavramlar. Hayat felsefemizi, yaşayış şeklimizi teorik manada belirleyen; bununla beraber hayatımıza mal olmuş, bizimle bütünleşmiş değerler.

Kaldı ki Kaplan, iktibas yaptığım o sözüyle konuştuğumuz dili kasdetse ne olur? Netice değişmez. Çünkü 300-400 kelime ile dilimizi konuşuyor ve anlaşıyoruz biz. Halbuki 300-400, haydi bin diyelim, bin kelimelik bir hazine ile ancak çarşıda alış-veriş yapılır. Bu dille edebiyat yapılmaz, sanat yapılmaz, insanlık medeniyetine bir katkıda bulunulmaz. Bırakın Osmanlı'yı, daha hayatta olan yazarlarının 25 yıl önce yazdığı eserlerini okusa da anlayamayan bir neslin sahip olduğu dille ne üretilebilir ki?

Hocaefendi'nin sohbetinde dolaylı olarak girdiği istidrac notlarımı gözden geçirirken düşündüm bunları. Özellikle Kaplan'ın o sözünü kavram olarak kabullendiğim için o gözle baktım bütün bir sohbete. Sohbet boyunca kullanılan ve bilmek, anlamak ve anlamlandırmak için bana göre İslami eğitim temeli isteyen birçok kavramı bir kenara koydum ve sohbetin merkezine oturan istidrac kavramına baktım.

İsterseniz burada kısa bir müddet soluklanalım ve istidrac kavramı üzerinden bir önceki paragrafta kısaca ifadeye çalıştığım hususu temellendireyim müsaadenizle. Kaçımız istidrac'ın ne manaya geldiğini biliyor? Ben bilinmediği zannıyla -imanıyla da diyebilirdim ve zannederim yanlış olmazdı- aşağıdaki satırlarda tarif ve açıklama denemesinde bulunacağım. Halbuki üç-dört nesil öncesini başlangıç olarak ele alalım; onlar ve ondan önceki nesiller "bizim" dediğimiz kültürün, inancın, medeniyetin sahipleri istidrac'ın ne lügat ne de ıstılahi manasıyla alakalı ilave bir açıklamaya gerek duyuyorlardı. Çünkü onu hem ilmi bağlamda biliyorlar hem de hayatlarına hayat olmuş şekilde yaşıyorlardı.

Tekrar sadede döneyim; istidrac notları. Sohbetin akışı içinde istidrac dedi Hocaefendi ve daha dün bu mevzu ile alakalı kitap çalışmalarını yenice bitirmiş canlı bir hafıza ile ayet, hadis, ulema görüşleri ve kendi yorumları ile meseleyi hamur gibi yoğurup ürün olarak önümüze koydu. Ardı ardına öylesine selis ve sehl-i mümteni bir üslupla konuşuyordu ki, o dili değil, dil ve kullandığı kavramlar onu konuşuyordu. Ait olduğu dünyayı, kültürü ve medeniyeti anlatıyordu. Hocaefendi'nin "konuşurken düşünen" yapısı ona ayrıca yardımcı oluyor; ele aldığı mevzuu izah sadedinde kullandığı bir başka kavram onu ve tabii ki dinleyenleri ayrı bir vadiye taşıyordu. Müthiş bir renklilik, zihnen dahi olsa takip etmekte zorlandığımız bir manzara çıkıyordu karşımıza tabii olarak. İddia ediyorum, o salonda bu dönemin insanları olarak biz değil de, iki-üç nesil öncesinin insanları olsaydı bizden çok daha fazla istifade eder, sordukları açıklayıcı sorularla çok daha fazla katılımda bulunurlardı sohbete.

Ortam tasviri adına bu kadarlık bir açıklama ile iktifa edip sadede gelelim; istidrac, en genel tarifiyle bir insanın hakkı, liyakati olmadığı halde Allah'ın lütuf ve ihsanlarına mazhar olması ve o mazhariyetlerin insanı daha da şımartıp derece derece küfre ve İlahi azaba yaklaştırması demektir. Neden o mazhariyetler insanı küfre yaklaştırır; çünkü onları kendinden bilir; benim liyakatim, benim hakkım der; der ama hakkı ve liyakati olup olmadığını hiç düşünmez. İstidraca muhazi bir yerde duran bir başka kavram daha var; keramet. Form itibarıyla dıştan bakışta aynı görünen bu iki lütuf ve ihsan, muhtevasına ve sonucuna bakıldığında birbirlerinden çok farklıdır. Onun içindir ki mezkur hakikate vakıf nice büyükler keramet olarak nitelendirilebilecek mazhariyetlerini sırf bu yüzden ketmetmişler, istidrac olabileceği endişesi ile iki büklüm olup Rabb'ilerine dua dua yalvarıp tevbe ve istiğfar etmişlerdir.

Nimetler, istidrac ve basiret

Şöyle başladı Hocaefendi: "Allah'ın lütufları bazen içinde bulunduğu konumun hakkını vermesi sebebiyle gelebilir. Çünkü iradesinin hakkını vermiştir o insan. Bazen liyakate bakmadan ekstra olarak Allah bahşedebilir. Bazen de nimet suretinde nikmettir; istidrac olarak verir." Bu cümle biter bitmez nimet suretinde nikmet'i temellendirmeye durdu. Önce, "Onları parça parça topluluklar halinde dünyanın her yerine dağıttık. Aralarında iyi kimseler de vardı, iyi olmayanlar da. Kötülüklerinden dönüş yaparlar diye onları kâh nimetler, kâh musibetlerle imtihan ettik. (A'raf 168)" ayetini okudu ve nimet ve musibetlerle imtihan edilme bölümüne vurguda bulundu.

Ardından En'am Suresi 44. ayetini baştan sona okudu. Meali: "Kendilerine verilen öğütleri terk edip unutunca üzerlerine her şeyin, her zevk ve nimetin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlikle tam ferahlandıkları sırada, ansızın onları kıskıvrak yakaladık da bir anda bütün ümitlerini kaybediverdiler." Sonra "nesü, zükkiru, ferihu, bağteten, müblisun" kelimeleri üzerinde teker teker durarak harfi tefsirde bulundu. Bir hadisi dile getirdi peşi sıra. "Allah zalime mühlet verir. En sonunda onu bir kere de yakaladı mı artık iflah etmez." Niye yakalayacak? Çünkü kendisine verilen müddeti halini düzeltmek için kullanmadı; aksine zulmüne zulüm kattı. Çünkü "Allah mühlet verir ama ihmal etmez."

Devamında "nimetin, gücün, kuvvetin, şöhretin, makamın insanı her zaman köreltmesi mümkündür. İnsan kendisine ihsan edilen bu nimetlerin arkasındaki eli görmezse, Allah onu cezalandırır ve o nimet başa bela olur. Öyleyse ne nimetlerle övünmeli ne de nimetler gelmediği zaman kadere taş atmalıyız. Biz, bizim için hangisinin hayırlı olduğunu bilemeyiz."

"Evet" dedi ve devam etti: "Hassas bir konu bu. İnsanı Allah'tan uzaklaştıran nimet, nimet suretinde nikmettir. Eğer nikmet sizin gözünüzü açıyor ve hakikati görmenizi sağlıyorsa, o da nikmet suretinde nimettir. Uzaklaşmamak lazım Allah'tan. Onun için sürekli maiyyet istemeli."

Bir arkadaş "ve tarahum yenzurune ileyke ve hum la yubsirun" ayetini okudu ve bu ayetteki rae, nazara ve basara fiillerine -ki hepsi de Türkçede bizim görme ve bakma diye tercüme ettiğimiz manaları muhtevi fiillerdir- işaretle görüp bakmama ya da bakıp görmeme ve son olarak baksa da görse de anlamama ve idrak etmeme/edememenin istidracla alakasını sordu. Cevabı içinde gizli bu soruyu susarak cevaplandırdı Hocaefendi. Sadece soru sahibine nezaketsizlik olmasın düşüncesiyle olsa gerek, ayetin sonunda yer alan "yubsirun" fiiline dikkat çekip basiret deyip birkaç kelam etti ve sustu. Çünkü "ma'raz-ı beyanda sükût hasr ifade eder."

Biliyorum çoklarımız anlamadı bu son cümlede yerini alan kaideyi. Ne yapayım. Baştan beri bunu anlatmaya çalışıyoruz; dünkü dilimiz bu ve bu dil bizi konuşuyordu. Onun için dedim iki-üç önceki nesil sohbet halkasında yerini alsaydı daha çok istifade eder diye.

Pekala biz burada ne yapacağız? Yol iki görünüyor; ya "bu da bizim kaderimiz" deyip dilsiz bir vaziyette gününü gün eden bir yaklaşımla hayatımızı hoyratça harcayacağız ya da dilin bizi konuşacağı, bize konuşacağı ve son tahlilde bizim dili konuşup dille bütünleşecek bir kıvama ermek için çalışacağız. Unutmayın, vereceğiniz karar, sadece bugünü ve bizi değil ve yarınlarımızı ve bütün insanlığı etkileyecek.

Özür ve düzeltme: Bu düzeltmenin 16 Ekim 2011'de "Sırat Dünyada Geçilir" başlıklı yazının sonunda yayınlanması gerekiyordu. 1 Ekim 2001 tarihli "Tezakür, tezekkür, tezkir ve zikir" başlıklı yazımda Medine'de tebliğ vazifesi ile görevlendirilen Musab bin Umeyr'i öldürmek için gelen sahabi Es'ad b. Zürare olarak yazılmıştır. Doğrusu Useyd b. Hudayr'dır. Düzeltir ve hem düzeltme hem de gecikmeden dolayı özür dilerim.