Din Özgürlüğü, Siyasi ve Konjonktürel Açıdan Misyonerlik Tartışmaları
Türkiye'de son dönemlerde gündemi meşgul eden misyonerlik tartışmalarına farklı veçhelerden yaklaşılabileceğini düşünüyorum. Bir; din özgürlüğü açısından: Dinlerin çeşitli açılardan tasnifi yapılmıştır. Bu tasniflerden en önemlilerinden birisi inanılan dinî değerlerin başkalarına anlatılması özelinde yapılanıdır. Buna göre dinler misyoner olan ve olmayan diye ikiye ayrılır.
Burada misyoner sözlük anlamı itibarıyla kullanılmakta ve anlam çerçevesini dinin başkalarına anlatılma özgürlüğü doldurmaktadır. Bu çerçevede İslam ve Hıristiyanlık misyoner (missionary), Yahudilik ise misyoner olmayan (non-missionary) dindir. Dolayısıyla her iki dinin mensuplarının temel insanî haklar arasında yer alan din özgürlüğüne bağlı olarak inandıkları dinî değerleri 'ötekilere' anlatması kadar doğal bir şey olamaz. Kaldı ki din özgürlüğü sadece dini başkalarına anlatma demek değildir. Din özgürlüğünün dört temel unsuru vardır. Bunlar, insanların istedikleri dini serbestçe seçebilmeleri (iman), inandıkları dinin kurallarını uygulayabilmeleri (amel), dinin eğitim ve öğretimini serbestçe yapabilme ve inançlarını yayabilmeleri ve sosyal birlik (cemaat) oluşturabilmelerini ihtiva eder.
Misyonerliğin tarihî arka planı
Bu teorik yaklaşımın Türkiye başta olmak üzere özellikle 19 ve 20. yüzyıllarda Kıta Avrupası'nın sömürgesi olmuş İslam ülkelerinde kolaylıkla kabul edilebileceğini zannetmiyorum. Çünkü bu ülkelerde misyonerlik kavramı din özgürlüğünün bir parçası olarak değil, Edward Said'in oryantalizm için kullandığı şekliyle 'sömürgeciliğin keşif kolu' olarak tanımlanmaktadır. Gerçekten de başta W. Montgomary Watt olmak üzere sayısız oryantalistin de kabul ve ikrarı ile Kıta Avrupası ülkeleri 19. yüzyıl boyunca hatta 20. yüzyılın ilk çeyreğinde misyonerliği ve misyonerleri, sömürgeci emellerine alet etmiştir. Vukuu muhakkak yakın gelecekteki işgal hareketleri için istihbarat sağlayan ajanlar, işgal sonrası yıllar ve asırlar boyu sömürülecek yeraltı ve yerüstü zenginliklerini tespit eden ilim adamları İslam ülkelerine hep misyoner kılığı içinde gitmişlerdir.
Bu arada Kıta Avrupası'nın İslam ülkelerinde müesseseleşirken eğitim kurumları ile hastaneleri seçmesi de tesadüf değil, aksine şuurlu bir politikanın ürünüdür. Onların plan ve beklentilerine göre sömürge ülke vatandaşları eğitim ve tıp sahasındaki ihtiyaçlarını bu Batılı kurumlarda görecek, onlar da ihtiyacını karşıladığı insanların medyuniyet psikolojisini kullanarak kendi dinlerini anlatacaklardır. Sömürgeciler tarafından 'devlet politikası' olarak benimsenen ve ilgili faaliyetlerde görev alan misyonerlerin hatıralarında bizzat kayıtlı olan bu hususun İslam insanının zihninde nasıl biz iz bıraktığı ise izahtan vareste bir husustur. Bugün Türkiye'de yaşanan ve hem de İslam dini ile dindarlar kadar ilgi ve irtibatı olmayan insanların seslendirdiği "din elden gidiyor" feveranının altında bu zihnî arka planın önemli bir rol oynadığı muhakkaktır.
Türkiye'de misyonerlerin meydanlarda İncil dağıtması ile başlayan olaylara Batı dünyasının değerlendirmesi nettir; Türkiye'de din özgürlüğü yok. Misyoner faaliyetlere samimi ve içten tepkilerini koyanların zihnî arka planı ise yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi. Burada sadece din özgürlüğü açısından karşılıklı zihniyet ve bakış açısının değişmesine ihtiyaç var; var ama bu değişikliğin her hal ü karda uzun zaman alacağı ve her iki tarafa da ciddi sorumluluklar düştüğü muhakkaktır. Özellikle Batılıların bizleri misyonerlik faaliyetlerinin bütünü içinde eski dönemlerde olmadığı şekliyle dinlerini anlatmanın ötesinde başka hiçbir art niyet taşımadıklarını bizzat göstermeleri ve ikna etmeleri öncelikli şart. Bizim de küreselleşme kavramı içinde yerini bulan sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel arka plan şartlarındaki değişiklikler içinde Avrupa başta ABD, Avustralya gibi gayrimüslim ülkelerde camimizle, İslami merkezlerimizle hem de vatandaş olarak varlığımızı sürdürdüğümüz gibi ötekilerinin içimizde dinlerini anlatma haklarının olduğunu kabullenmemiz.
Zihniyet değişimine ihtiyaç var...
Ancak şu da unutulmamalı ki Adapazarı depreminde ayyuka çıktığı şekliyle insanların mağduriyetlerinden istifade ile yapıla gelen insanî yardımları ya da öğrencilere yönelik eğitim giderlerini karşılama gibi pozisyonları fırsat bilerek dini anlatma ve tarihin geri kalmış dilimlerinde gördüğümüz şekliyle farklı formalarda olsa da din değiştirme için güç kullanma bu çizgide katiyen kabul edilemeyecek davranışlar cümlesindendir. Bu, zihniyet değişimi için girilen süreçte yapılabilecek stratejik en büyük hatadır.
Türkiye AB'ye girse de girmese de şunu kabullenmeliyiz; artık dinî değerlerin başat kabul edildiği bir yönetim modeli yok dünyada. Dinî açıdan bizden olan ve olmayan şekliyle yapılan ülke tasnifleri de yok. Daha doğrusu olmamak zorunda. Pratikte yaşanan değerler klasik dönem teorilerini paramparça etmiş. Sadece Avrupa'daki büyük bir kısmı yaşadıkları ülkelerin vatandaşı olmuş, 5 milyon Müslüman Türk'ün varlığı bunun en büyük delili. Öyleyse Samuel Hungtington'un 'medeniyetler çatışması' tezini haklı çıkartacak iletişim içinde bulunmak bindiğimiz dalı kesmekle aynı anlamı taşır. Ama dediğimiz gibi söz konusu zihniyet değişimi karşılıklı olmalı. Umarız bu süreçte her iki taraf da samimiyetle üzerine düşen şeyleri yapar, tarihî hatalar tekrarlanmaz.
İki; siyasî açıdan: Türkiye-AB ilişkilerinin 1963 yılından beri en yoğun ve ülkemiz açısından da en ümitli olduğu dönemi yaşıyoruz. Fakat şunu da biliyoruz ki bu süreci karşılıklı olarak baltalamak isteyen, endişelerini samimi veya değil yenemeyen, statüko kaybına uğrayacağı sancısıyla iki büklüm olan kişi, menfaat odakları ve ülkeler var. Bu bağlamda Türkiye'nin dinî, tarihî ve kültürel mirası ile son Cumhuriyet dönemi uygulamaları açısından olaya bakıldığında en problemli alanı dindir. Bir anlamda sistemin yumuşak karnıdır din. Resmi, akademik ve halk olarak tasnif ettiğimiz her çeşidi ile İslam bazılarının anlayış ve beklentilerine göre çok çabuk provoke edilebilecek bir olgudur. Bir dönemler "irtica" yaygaralarının gündemden düşmemesinin altında da bu kabul vardır. Ama zaman, 'muasır milletler seviyesine' çıkmanın, modernleşme, çağdaşlaşma, entegrasyon sürecinin önündeki en büyük engelin söylenen ve iddia edilenin aksine İslam'a karşıt cephedeki irticanın olduğunu gösterdi.
İşte özellikle 17 Aralık sonrası ülkede yaşanan bahar havasını hazmedemeyen, yerüstünde olduğu kadar yeraltında da varlıklarını sürdüren iç ve dış odaklar, bu süreci kesintiye uğratmak için yumuşak karından vurmayı düşündüler. Ve birdenbire Taksim Meydanı'nın göbeğinde bedava İncil dağıtan gruplar ile belki de samimi dinî duyguları suiistimal edilen Kur'an dağıtan grupları çıkardılar. Amaç gayet açık ve net; ülke içinde irticayı bir başka versiyonu ile hortlatmak, ülke dışında da Türkiye'nin AB üyeliğini istemeyen ülkelerin eline bu çizgide koz vermek. Kim bilir şimdilerde sivil grupların meydanlarda gördüğümüz çatışmalarına yakında yenileri eklenecek, devletin güvenlik güçleri devreye girecek, kilise evlerine baskınlar yapılacaktır. Bu kargaşadan belki de başka evler de nasibini alacaktır. İnanıyorum ki Hz. Peygamber'in "Mü'min, bir yılan deliğinden iki defa ısırılmaz" fetvasınca basiretle davranan Müslümanlar şimdiye kadar düşmedikleri gibi bu defa da aynı türden bir tuzağa düşmeyecek ve ferasetle davranarak hareket tarzlarını belirleyeceklerdir.
Üç; konjonktürel açıdan: 28 Şubat sürecinde gazete köşelerinde, manşetlerde, TV ekranlarında boy gösterip Kur'an kursları ile imam-hatiplerin ortaöğretim kısımlarının kapatılması, din eğitimin seçmeli müfredat arasına alınması yönündeki politikalara bakılınca bu durumun konjonktürel davranış kavramı ile açıklanabileceği söylenmelidir. Bu meselenin hem İslam hem de Hıristiyanlığa yönelik dinî bilgilenme, İslam ülkelerinin dünya muvazenesindeki yeri ve konumu açısından müntesiplerinin sahip olduğu moral değerleri ihtiva eden kültürel boyutu ihtimal meselenin en önemli boyutudur. Bunu da bir başka yazıda ele almak dileğiyle.
- tarihinde hazırlandı.