Marifet mi İltifata İltifat mı Marifete Tâbi?
"Marifet iltifata tâbidir, bencilce bir sözdür. Doğrusu iltifat marifete tâbidir. Hayatı beklentisiz götürmek lazım. Koşup koşup hiçbir şey elde edememe, Allah'ın bir hızlanıdır. Dünyada önde görünüp de ahirette kaybetme, orada insanı çok utandırır." Bazen ezber bozan öyle sözleri oluyor ki Hocaefendi'nin, onu ilk duyduğunuzda ağır sıklet dünya şampiyonu bir boksörden yumruk yemiş gibi oluyorsunuz. "Ateş önce beni, sonra düştüğü yeri yakar" sözlerini ilk işittiğimde böyle bir halet-i ruhiye içinde bulmuştum kendimi mesela. Nasıl olur yani, dediğimi hatırlıyorum kendi kendime. Çünkü biz çocukluğumuzdan bu yana anne-baba, akraba, yakın çevre, öğretmen ve kitaplardan tam aksini duymuştuk; ateş düştüğü yeri yakardı.
Gerçekten de öyle değil midir? Ateş düştüğü yeri yakmaz mı? Fiziken böyledir. Eğer bu mecazi manada acı, ıstırap, keder, üzüntü için kullanılıyorsa, manen de böyledir. Kim gencecik dünyalar güzeli genç kızın veya fidan bir delikanlının ölüsüne günlerce ağlar ki anne baba ve belki de çok yakın akrabasından başka? İlk birkaç güne amenna. Ölü sahibine destek verme, teçhiz ve tekfin işlerinde yardım etme, taziyeye gitme, yemek götürme, ardından hatm-i şerifler yapma ve bütün bu amellerle üzüntüyü paylaşmaya tamam. Ama ne kadar sürecek bu? Sonra akşam olup herkes evine çekilince çocuğunun boşluğunu o evde onunla birlikte yaşayanlar hissedecek. Hem de daimi olarak.
Sathi bir nazarla bakınca, sıradan bir insan duygu ve düşüncesiyle meseleye yaklaşınca bunların hepsi doğru. Ama "Milletimizin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur" ufkunda dolaşan, haşa dolaşma değil, o ufuklarda ârâm eyleyen insanlar için geçerli değil söylediğim bu sözler. Belki de hata, kusur, günah kabul ediyorlar; belki de Allah'a karşı saygısızlık olarak nitelendiriyorlar; belki de misyonlarına ihanet olarak görüyorlar ateş düştüğü yeri yakar sözünü; kim bilir?
Hatırladığım kadarıyla şöyle demişti Hocaefendi: "Ateş düştüğü yeri yakar, bencil insanların sözüdür. Ateş hem düştüğü yeri hem de beni yakar; insan olmaya adım atmış, mesafe almaya başlamış insanların sözüdür. Ateş önce beni, sonra düştüğü yeri yakar; işte bu gerçek kemale ermiş, diğergam insanların sözüdür." Bu yaklaşım Enes Ergene'nin yorumlaması ile Hocaefendi'nin insan anlayışını özetlemekte, aynı zamanda hoşgörü, diyalog görüşlerinin temellerini oluşturmaktadır.
"İltifatsız Marifet Zayidir."
Geçenlerde ilk defa duyduğum aynı türden bir söz karşısında yine aynı şeyleri yaşadım. Yani ağır sıklet dünya şampiyonu birisinden bir yumruk yemiş gibi oldum. Dedi ki: "Marifet iltifata tâbidir, sözü bencilce bir sözdür. Doğrusu iltifat marifete tâbidir."
Halbuki benim bildiğim marifet iltifata tâbiydi. Hatta devamı da var o deyimin: "İltifatsız marifet zayidir." Öteden bu yana duyduğumuz, bildiğimiz ve belki de farkında olmadan yaşadığımız bir gerçekti bu. Neydi o bildiğimiz ve yaşadığımız gerçek? Şuydu: Motivasyon insanın harekete geçmesinde önemli bir unsurdur. Kim olursa olsun, herkesin yapacağı her işte bir motivasyona ihtiyacı vardır. İltifat, başkaları tarafından medh ü sena edilme, halk tabiriyle "aferin aslanım, kaplanım, paşam" denilmesi ortak bir motivasyon unsurudur. Böylesi medhe maruz kalan insanlar, yaptıklarının başkaları tarafından takdirle, teşekkürle, iltifatla karşılandığını müşahede edenlerin, heyecan ve helecanları artar, işlerine biraz daha sıkı sarılır ve kendilerini adeta yaptıkları işe adarlar.
Şöyle düşünelim; övülmekten hoşlanmayan kaç insan tanıyorsunuz çevrenizde? Yok cevabı vereceğinizi zannediyorum. Yoktur çünkü fıtrî bir olgudur bu. Belki psikolojik bir ihtiyaçtır. Bu yüzden olsa gerek, psikoloji biliminde bir alışkanlığı kazandırmak istediğiniz insana, o konuda adım atması durumunda iltifat edilmesi tavsiye edilir. Hatta bir metot olarak benimsenir bu ve adına da "edimsel şartlanma" denir. Çünkü güç verir bize, bize yapılan iltifatlar. Enerjimizi yenileriz biz iltifatkâr sözlerle. Aşkımıza aşk, şevkimize şevk katarız. Yine aynı nedenle olsa gerek İbn-i Sina, "Bilim ve sanat iltifat görmediği bir ülkeyi terk eder." demiş kendine atfedilen bir beyanda.
Fakat Hocaefendi öyle düşünmüyor, tam aksini seslendiriyor. Diyor ki: "İltifat marifete tâbidir." Ve devam ediyor: "İnsanlar yaptıkları işlerde beklentisiz olmalı. Hiç kimseden takdir, tebcil, tebrik beklemeden işine sarılmalı. Konumunun hakkını vermeli. Üzerine düşen vazifeyi eksiksiz, kusursuz, arızasız yerine getirmeli ve sonra unutmalı."
Hocaefendi'ye ait "hayatı beklentisiz götürme" sözüyle özetleyebileceğimiz bir felsefe bu. Bu felsefeyi seslendirmek kolay da, onu benimsemek, dünya görüşü haline getirmek, hayat tarzına intikal ettirmek ve fitrat-ı sani denilen çizgide düşünmeden, duraksamadan bunu yaşamak. İşte önemli olan bu.
Yapmalı mıyız? Şeksiz ve şüphesiz evet; yapmalıyız. Pekala, yapabilir miyiz? Buna cevabım; neden yapmayalım, niçin yapamayalım ki? Bana böyle dedirten yine Hocaefendi'nin açıklamaları. 'Niçin yapmayalım, yapamayalım'a cevap olacak şu sözlere dikkat kesilin: "Her şeyden önce bedenimiz dahil sahip olduğumuz her şey Allah'a ait. Ve bu Allah'ın kuluna ilk tevfikidir. İkincisi; sahip olduğu maddi manevi imkânları rantabl kullanabilecek bir yola hidayet buyurmuş, bir konum, bir makam ihsan buyurmuştur. Bu da ikinci tevfiki. O zaman bize düşen bunları bize ihsan edene şükür etmektir. Şükür ise karşılığını sadece O'ndan bekleyerek üzerine düşeni yapmak demektir. Aksi halde beklentiler, yapılan işe terettüp eden sevabın kimi zaman yarısını, kimi zaman hepsini alır götürür. Çünkü beklenti niyeti kirlendirir. İnsanın yıllar boyu çalışıp ahirette elinin avucunun boş olması çok acıdır."
Hocaefendi bitirdi sözlerini; biz de bitirelim. Söz Hocaefendi'de: "Marifet iltifata tâbidir, bencilce bir sözdür. Doğrusu iltifat marifete tâbidir. Hayatı beklentisiz götürmek lazım. Koşup koşup hiçbir şey elde edememe, Allah'ın bir hızlanıdır. Dünyada önde görünüp de ahirette kaybetme, orada insanı çok utandırır."
- tarihinde hazırlandı.