Biz Nasıl Gördük, Medya Nasıl Anlattı Hocaefendiyi

Bir maksatlı medyanın tanıttığı Hocaefendi var. Bir de bizim bizzat tanıyıp şahit olduğumuz Hocaefendi.

İzin verirseniz bugün sizlere benim tanıdığım Hocaefendi'ye ait müşahedemi arz edeyim. Bakalım bizim tanıdığımızla maksatlı medyanın tanıttığı arasında fark nasıl?

Rahmetli Kemal Erimez arabasının kapısını açmış:

Buyurun, sohbete gideceğiz siz de gelin, diyor. Fırsatı ganimet bilip ben de gidiyorum. Büyükçe bir salonda karşılanıyoruz. Her sınıftan insan var. Öğrenciler ise çoğunlukta.

Bundan böyle adını Hoşgörü Mimarı diye ifade edeceğim Hocaefendi karşınızda:

Konuşun diyor, siz de konuşun. Susmakla beni eziyorsunuz...

Kimse konuşmuyor, herkes dinlemeyi tercih ediyor.

Öğle namazından sonra misafirlere yer sofraları kuruluyor. Ben de Hoşgörü Mimarıyla karşı karşıya oturmuş bulunuyorum. Bizim önümüzde döner; ama onun önünde bir kase yoğurt, elinde de simsiyah bir parça diyet ekmeği. Ekmeği yoğurda basıyor, ağzına götürüp yiyor gibi yapıyor, belli ki durumu idare etmeye çalışıyor. Belki de sıhhati de yemesine müsaade etmiyor. Yemekten sonra bir ara gencin birinden işaret alıyorum. Kalkıp yanına gidiyorum. Beni bir iki kapıdan geçirdikten sonra bir kapının önüne getiriyor, burada bilgi veriyor.

Gireceğimiz bu oda Hocaefendi'nin günlük hayatını yaşadığı özel odasıdır, diyor ve ilave ediyor: Sizi karşıladığı salon ise misafir salonudur. Sadece misafirleri gelince bulunur orada.

İçeri giriyoruz. Şok oluyorum gördüğüm manzara karşısında. Baştan aşağıya hasır döşeli bir oda. Zemine, sedirlere bakıyorum, ellerimle yokluyor, sertliğini inceliyorum. Evet yanılmıyorum. Evet hasır. Öğrenci iken üzerinde oturmaya mecbur olduğumuz hasırlardan.

İşte diyor, Hocaefendi bu hasırın üzerinde yaşar. Hayatını burada sürdürür...

Hayret ediyorum. Medyanın trilyonları kontrol ettiğini yazdıkları zat hasır üzerinde sürdürüyor hayatını. Yediği yemeği de gözlerimle görmüş bulunuyorum. Bir parça kara ekmekle bir kase yoğurt.

Acaba diyorum medyadakilerin hangisi hasır üstünde yaşıyor, kara ekmekle yetiniyorlar? Var mı böyle bir mutevazilikleri?.

Sonra çıkıyoruz oradan. Salonun bir köşesinde gençlerin birinin yanında toplandıklarını görüyorum. Yaklaşıp kulak misafiri oluyorum. Söylediklerinden Orta Asya'daki okulların müfettişi olduğunu anlıyorum.

Bu seferki kontrollerimde diyor, bazı öğretmen arkadaşlarımı tanıyamadım, çok zayıflamışlar. Maaşınız yetmiyor mu?, diye sordum, yetiyor; ama bazen okulun ihtiyacı bazen de yoksul öğrencilerin ihtiyacı derken ayın ortasında paramız tükeniyor, ay sonuna kadar oruçlu olmayı tercih ediyoruz. Gördüğün zayıflık bundan kaynaklanıyor, yoksa maaşımızın yetmediğinden değil. Dediklerini anlatıyor müfettiş.

Ben bir şok da bu sözlerden alıyorum.

İsminin Muhammed olduğunu hatırladığım bir başka genci dinliyorum bu defa da. Şöyle anlatıyor hizmette başından geçenleri:

Orta Asya'dan bir grup genç gönderdiler İzmir'e. Bir tatil mevsimi bizden Türkçeyi, Türk örf adetlerini öğrensinler, ülkelerinde su gibi akan içki alışkanlığından da kurtulsunlar diye. Ben bunlara bir ay geceli gündüzlü meşgul olup hizmet ettim. Mümkün değil. Ne bir şey öğreniyorlar, ne de kötü alışkanlıklarından vazgeçiyorlar. Yine ceplerinde şişeler, yine haşarıca davranışlar. En nihayet ümidimi kesip telefona sarıldım:

Hocam, dedim bunlardan ben ümidimi kestim, bunların adam olacağı yok. Memleketlerine geri göndermek istiyorum!.

Hocamın cevabı utancımdan beni yerin dibine batırdı.

Diyordu ki, "eğer sen hizmet edemeyeceksen ben geliyorum, bizzat ben hizmet edeceğim", sonra şunu ilave etti sözüne. Dedi ki, "sen bir insanın ahirete imansız gitmesinin ne demek olduğunu biliyor musun?"

Bundan sonra olanca sabrımı, tahammülümü toparlayıp hizmete tekrar döndüm. Bir tatil mevsimini böylece hizmetle bitirdikten sonra ülkelerine göndermek üzere onları hava alanına götürdüm. Hepsi de baştan yaptıkları haşarılıklardan özür dilediler, minnettarlıklarını ifade ettiler. İçlerinden biri de sormaz mı, "Öğretmenim uçakta namazımızı nasıl kılacağız?" diye. Çektiğim bütün yorgunluklar birden yok olup yerine derin bir sevinç gelmişti artık. Su gibi içki içen gençler uçakta namazı nasıl kılacaklarını soruyorlardı.

Ben bir şok da böylesine hizmet sabırlısı genci dinleyince almış oldum. Şimdi düşünüyorum.

Medyanın trilyonları kontrol ettiğini yazarak lüks için de yaşadığını söylemek istediği Hocaefendi mi, yoksa benim bizzat şahit olduğum hasır üstünde yaşayan, kara ekmekle idare eden Hocaefendi mi?

Maaşlarını okulun, yoksul öğrencilerin ihtiyaçları için harcayarak ayın sonuna doğru oruç tutmaya başlayan fedakar öğretmen mi? Su gibi içki alışkanlığıyla gelip de uçağa binerken namazı nasıl kılacağını soran gençler mi?

"Sen bir insanın ahirete imansız gitmesinin ne demek olduğunu biliyor musun?", sorusu karşısında titreyen sorumlu hizmet insanları mı? Hangisi yanlış?

Kararı temiz vicdanlarınızla siz verin diyorum, yanlış mı diyorum.