İnsan Üzerine

Modern insanın kendini algılama biçiminde temel bir sorun olduğu için, hemcinsleri ve başka canlılarla, kısaca varlıkla süren ilişkilerinin tümünde sorun yaşamaktadır. Herhalde insanın kendini varlığın merkezine koyup sonsuz bir kibre kapılması kendine ilişkin perspektifini sakatlamaktadır: "Gerçek şu ki, insanın üzerinden, daha kendisi anılmaya değer bir şey değilken, uzun zamanlardan (dehr) bir süre (hin) gelip-geçti." (76/İnsan, 1). Sorunun bir yönü bu ayetin sırrında yatmaktadır:

"Dehr", varlık aleminin başlangıcı ile son arasındaki zaman olabileceği gibi, bütün zaman veya sonsuz zaman da olabilir. "Hin" ise varlık aleminin yaratılışı ile insanın varlık sahnesine çıkışı arasındaki zamanı ifade eder. Bilim adamlarına göre kainatın yaşı 14-15 milyar yıl, insanın dünyada ortaya çıkışı 60 milyon öncesine dayanır. Bu durumda hin, yaratılışın başlangıcı ile son 60 milyon yıl arası zamandır ki, bunun gerçekten böyle olup olmadığını sadece Allah bilir. Müfessirler, haklı olarak "dehr" gibi, "hin"in de "belirsiz bir zaman" olduğunu söylemektedirler.

"Hînun mine'd-dehr" ifadesi, insanın sözü dahi geçmez, kendisi hiçbir şekilde anılmaz iken, hayli uzun bir zamanın, belki de milyonlarca ve milyarlarca yılın geçtiğini anlatır. Hiç kimse, mesela melekler dahi onu bilmiyordu, bilmedikleri için anılır (mezkur) bir varlık değildi. Nitekim, Allah, ilk defa meleklere: "Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim." demişti. Onlar da: "Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" (2/Bakara, 30) diye sormuşlardır. Bu, meleklerin, insanı bildikleri için hayret ettikleri anlamına gelmez, belki Allah, yaratacağı insanın, yeryüzünde halife olacak varlığın birçok özelliğini onlara bildirdiği veya insandan önce benzer durumlara düşmüş başka yaratıklara şahit oldukları için bu soruyu sormuşlardır.

Şu veya bu, burada önemli olan husus, insanın hayli uzun bir zaman bilinmemesi, isim olarak dahi anılmaması hakikatinin ortaya çıkmasıdır. Şüphesiz bu bilinmezlik, bilinç sahibi yani bilebilen varlıklar içindir. Örneğimizden devam edecek olursak, melekler insanı bilmezdi. Ancak elbette Allah bilirdi. Yani "Allah, zamanın bir süresinde insanı yaratmayı akıl etti veya ona ihtiyaç hissetti de yaratmaya karar verdi" denemez. O, ezelden beri insanın bilgisine ve onu yaratma irade ve kudretine sahipti. Bilgisi, iradesi ve kudreti kendisindendir, bir başkası O'na vermez. O halde, şu denebilir: İnsan varlık sahnesine çıkmadan önce Levh-i Mahfuz'da biliniyordu, yazılıydı; ama mülk aleminde bilinmiyordu, ismi ve esamesi okunmazdı. Fethullah Hocaefendi buna "Melekutta mahfuz, mülkte esamesiz" demektedir.

Varlık aleminde insan hiç bilinmez, ismi anılmaz iken, kendisi de kendini bilmiyordu. İnsanın, maddi yapısı, fizyolojik ve biyolojik yaratılışı ve tesviyesi ile ona ruh üfürülmesinden sonra kendini bilmesi mümkün olmuştur. İnsanda bilinç, Nefha-i Ruh'un sonucudur ve ondaki ebedi 'İlahi Öz'dür.

Bu temel hakikat böyle iken; yani insan varlık aleminin başlangıcında yok iken, mülk aleminde hayli uzun zaman bilinmez ve ismi geçmez iken, varlığa sonradan dahil edilmiş iken; nasıl oluyor da kendini varlığın merkezine koyar, kibre kapılır, onu varlık sahnesine çıkaran, varlık ağacının meyvesi olarak çeşitli zenginlikler, yetenekler ve özelliklerle donatan Allah'a karşı isyan eder? İnsan, nasıl hayli zaman boyunca hiçbir şey iken, kendini dahi bilmezken, şimdi de Allah'ı unuttuğu takdirde, yine kendini bilmeyecek, yani (manen) yokluğa dönmüş olacaktır. Bu yüzden insan, zamanın bütününü, varlığı ve anlamı kendine indirgememeli, kendini merkeze almamalı; müteal/aşkın bir alem tasavvuru ve belli bir geçmiş (tarih) bilinciyle Allah'a kul olmalıdır. Kulluk, kölelik ve tutsaklık değil, Mülkün Sahibi'ne sadakat beyanı, özgürlüğün şartıdır. O, kendi mülkünde -tabir caizse- yurttaşlığı tasdik eder, ondan sonra insan varlığın efendisi olur.