Küreselleşmenin Tanımsal Çerçevesi

Bu seneki Abant toplantısının konusu "küreselleşme" idi. Çok sayıda bilim adamı, yazar ve gazeteci küreselleşmenin ne olduğu konusunu tartıştı; ortaya 15 maddelik bir sonuç bildirisi de çıktı. Üç gün süren tartışma küreselleşme karşısında üç ayrı tutumun oluşmakta olduğunu gösterdi; bence bu hem Türkiye ve İslam dünyası hem de küreselleşmeye maruz kalan Avrupa ve diğer kültür havzaları için de geçerli bir resme işaret etmektedir.

Komisyonlarda ve Genel Kurul'da yapılan tartışmalar bize bir tanım vermedi; konu bir ölçüde muğlak da kaldı. Ama zaten konunun doğasında temel bir "belirsizlik" var. Herhangi bir tanımın verilmemiş olması, bu sürecin "belirsizlikler" içinde insanoğlunun yeni bir "beşeri durum"la karşı karşıya olduğunun huzursuzluk verici işaretidir.

Bir grup insan temelden ve ilke olarak küreselleşme karşıtı bir tutum içindedir; bu sürecin kendi konumlarına, özellikle içinde yaşadıkları ulus devlet formatına yıkıcı zararlar vereceğini düşünüyor. Tam bunun karşısında yer alan bir başka grup insana göre, küreselleşme kaçınılmaz bir süreçtir ve bütün küreye özgürlük, refah ve daha iyi bir dünya vaat etmektedir. Kötümser ve iyimser ya da kökten retçi veya teslimiyetçi olan bu iki grubun dışında, küreselleşmeye daha analitik bakma taraftarı olan üçüncü bir grup var ki, bu grupta yer alanlara göre söz konusu süreci anlamak, analiz etmek ve bundan çeşitli modeller çıkarmak mümkündür. Bu gruptakiler, küreselleşme karşıtlarının haklı eleştirilerine rağmen yine de bize "yeni imkanlar ve avantajlar" sunmakta olan bir süreçtir.

Söz konusu üç ayrı tutum üç ayrı kavramsal çerçeveye işaret eder; bir bakıma herkes kendi perspektifinden küreselleşme denen süreci resmetmeye çalışmaktadır. Bu bir yere kadar doğru ve aslında kaçınılmazdır; ama yakından bakıldığında üçüncü grupta olanların küreselleşmeye daha analitik bir zihinle yaklaştıkları, dolayısıyla anlam çerçevesi daha zengin bir resim çizdikleri görülür.

Küreselleşme karşıtları veya taraftarları aslında pek de farkında olmadan bu süreci "beşeri bir durum"dan çok, "küreselleşmecilik" veya "küreselcilik" olarak anlıyor, dolayısıyla kolayca ideolojileştirebiliyorlar. İdeolojinin yönelimi "küreselleştiricilik" olarak ifade edilebilir.

Bu çerçevede karşıtlar, küreselleşmenin bölgeler, sınıflar ve ülkeler arasında yol açtığı eşitsizlik düzeyleri ve bunun sebep olduğu toplumsal derin sorunlar üzerinde dururken, eski Marksist şemaları çağrıştıran argümanlar kullanıyorlar; milliyetçi ideoloji veya ulus devlet adına bu sürece karşı çıkanların elinde ideolojik savunma mekanizmalarından başka ikna edici hiçbir düşünce aracı bulunmuyor. Tam da bu süreçte Marksistlerin ve milliyetçilerin aynı cephede ve omuz omuza, onların zihinsel duvarlarını darmadağın eden bir fenomene karşı vuruşması modern tarihin ironilerinden biridir. Bu durum, benim yıllardır, Marksist düşünce ile milliyetçiliğin varlık, toplum ve devlet felsefelerine ilişkin görünürdeki çatışma biçimlerine rağmen aslında aynı tarihsel ve fikri kaynaklardan beslenen ikiz çocuklar olduklarına ilişkin görüşümü teyit etmektedir. Tipik bir küreselleşme olgusu olmamakla beraber AB sürecine ilişkin reflekslerde ortaya çıkan benzerlik, bu iki ideolojinin daha birçok konuda benzer tepkiler göstereceklerine ve giderek kendi asıllarına dönüş yaparak ortak kökenlerinde birleşeceklerine dair bir başka somut örnektir.

Her üç ayrı bakış ve tutum alma şekli, kişilerin ve sosyal grupların –buna sınıfları ve ülkeleri de eklemek mümkün– küreselleşmeye bulundukları yerden bakıp tanım yapma çabalarından kaynaklanmaktadır. Bireyler, gruplar ve aktörler, onları var kılan zihni telakkileri, sınıfsal/ zümresel konumları ve sahip oldukları sosyal statüleri temel alıp ya bir tanım yapmaya çalışırlar ya da tanımsal bir çerçeve içinde yer alabilecek somut–kültürel unsurlara işaret ederler. Bu da aslında her şeyi izafileştiren küreselleşme eğiliminin doğasına uygun düşmektedir; yani küreselleşme karşıtları bile söz konusu sürecin doğasından derin bir şekilde etkilenmektedir.