Hocaefendi'nin Edebiyata Dair Fikirlerini Anlama Yolculuğu-7

Hocaefendi her şeyde olduğu gibi edebiyat ve san'atta da "kendimiz olma"yı vazgeçilmez olarak görür. O, 'kendimiz olma' tabirinden 'kültürümüz ve medeniyet mirasımızla örgülenen iç kimliğimizin öne çıkarılmasını ve yörüngeleşmesini' kasteder.

San'at eseri; ruh ve düşüncenin tercümanı olmalıdır

Hocaefendi, ortaya konan eserlerin, yapılan faaliyetlerin, ruhun bir buudu, düşüncenin bir yansıması olmasını oldukça önemser. Öz ve mânâsından kopartılarak alışkanlık hâline getirilen faaliyetlerin belirli bir zaman sonra, şuur yitmesine, aşk sönmesine, yenilenme istidadının körelmesine, tekamül yollarının tıkanmasına sebep olduğunu vurgulayan Hocaefendi, böyle bir duruma düşmüş milletlerin hayat damarlarının kurumayla karşı karşıya olduğunu belirtir[1] ve meseleyi Âkif'in bir mısraıyla müşahhaslaştırır:

Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış
Bir ümmet göster ölmüş mâneviyatıyla sağ kalmış

Milletimizin var oluş kavgasının her zaman İslâmî ruh ve mânâya sığınılarak gerçekleştirilmiş olduğunu nazarlara sunan Hocaefendi, Millet olarak düşünce ve san'at hayatımızın temel dinamiği hükmünde olan 'ruhî hayata' dikkatleri çeker ve onu dinî düşüncelerden ayırmamızın mümkün olmadığını belirtir.[2] Son asırların keşmekeşi içinde yitirilen 'ruhu', hakikat aşkını, ilim ve san'at telâkkisini, düşünce derinliğini tekrar kazanma adına yapılması gerekenleri şu sözlerle özetler: "Şimdi bizim, şuna-buna değil, şu felsefe bu felsefeye de değil, bize kaybettiğimiz kendi ruhumuzu kazandıracak; bizi belirsizliğin anaforlarından kurtarıp kendi ahlâk, kendi anlayış ve kendi törelerimiz çerçevesinde yeni bir hakikat aşkına, ilim telâkkisine ve düşünce derinliğine ulaştıracak sihirli bir reçeteye ihtiyacımız var. Bu reçete, yüzlerce senelik millî hayatımızdan süzülüp gelen kendi metafizik mülâhazalarımız, kendi ukba buudlu hayat felsefemiz ve Allah-kâinat-insan gerçeğiyle alâkalı nübüvvet eksenli kendi sesimiz, kendi soluklarımızdır. Öyle zannediyorum ki, yitirdiğimiz değerleri elde edeceğimiz güne kadar da kendi üslubumuzu bulabilmemiz, kendi konumumuzu belirleyebilmemiz ve düşünce kaymalarından kurtulmamız mümkün olmayacaktır."[3]

San'atta 'kendimiz' olma

Hocaefendi her şeyde olduğu gibi edebiyat ve san'atta da "kendimiz olma"yı vazgeçilmez olarak görür. O, 'kendimiz olma' tabirinden 'kültürümüz ve medeniyet mirasımızla örgülenen iç kimliğimizin öne çıkarılmasını ve yörüngeleşmesini' kasteder. Ona göre, çağıyla hesaplaşmaya karar veren bir millet, içtimâi, iktisadî ve siyasî sahalarda ortaya konan faaliyetlerde mânâ köklerini ihmal etmemelidir. Bu noktada, dinî ve ahlâkî değerlerin gölgesinde yetişip serpilen kültür mirasını san'at telâkkisinin temelindeki en büyük güç olarak tarif eder. Çerçevesi iyi çizilememiş, referanslarından kopuk, toplumun tamamını kuşatamamış bir kültürden neşet edecek edebiyat ve san'atta yaşanabilecek muhtemel ayrışma ve bölünmelere de temas eden Hocaefendi, böyle durumlarda ahlâkta ve edebiyat/san'at alanlarında zıtlaşmaların doğacağını, bunun da toplumda tamiri imkânsız yaralar açacağını belirtir. Hayat üslûbumuzun; ahlâkın, ilmin ve bediiyatın birleşme noktasında saklı olduğuna vurgu yapan Hocaefendi, burada ahlâk, iman ve san'at telâkkisinin nasıl anlaşılacağının önemli olduğunu söyler. Ona göre; "Ahlâkı, bir kısım katı kuralların uygulanmasından ibaret görmek; imanı, aklı, müşâhedeyi, hissi ve vicdanı hesaba katmadan körü körüne bir inanma şeklinde anlamak; estetiği, eşyanın bir anlık görüntüsünü alıp üryan resimler, donuk heykellerle yorumlamak; san'atı, şiir, müzik, tiyatro gibi kaba bir çerçeveye yerleştirmek, güzeli de, güzellik kültürünü de daraltma, sığlaştırma ve belli bir kesimin fantezisi hâline getirme demektir."[4]

Hocaefendi, edebiyat ve san'atı besleyen en önemli damar olan kültür sahasında tekrar kendimiz olarak dirilmenin, imanla şahlanmış gönül erleri, düşünce ufkuyla yarınlarda dolaşan fikir mimarları, dehasıyla varlık ve hâdiseleri kucaklayan san'atkârlar sayesinde mümkün olacağını belirtir.[5]

İslâm san'atının temel kaynağı

Hocaefendi, insanın içinde doğup, şekillenip, gelişen ve müsait ortam bulduğunda da inkişaf eden san'at için Müslüman'ın kendi öz değerlerinin dışında -bilhassa bütün düşüncelerini İslâm düşmanlığı üzerine bina etmiş kişi ve kurumların eserlerinde- kaynak aramasına hoş bakmaz. O, İslâm inancıyla irtibatlı san'atın öz kaynağını şu sözlerle özetler: "Kalblerin fethinde anahtar kelime 'Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasulullah' cümlesidir. Öyle ki, İslâm'a göre inanmaya ait bütün husûsiyetler, bir hakikatin gaye vasıta iki ayrı yüzünden ibaret sayılan bu iki cümlecik üzerine temellendirilir; iman 'şecere-i tûbâ'sı bu çekirdekten neş'et eder ve marifet meyveleriyle insanın his, şuur, idrak ufkunu sarar ve sonunda bütün bilmeler, marifetler bir iç hamle, iç duyuş ve sezişle aşka, iştiyaka, tutkuya dönüşerek o insanı dört bir yandan kuşatır ve onda vicdan eksenli yeni bir oluşum meydana getirir ki bu, o âşık ve müştak insanın her tavrında kendini hissettirir. Onun ibadet ü taatı bu alâka ve irtibattan, bu aşk ve iştiyaktan çizgiler taşır; beşerî münasebetleri bu ledünniliğin akisleri hâline gelir, topyekün içtimaî, iktisadî, siyasî, idarî hamleleri bu "ilel-merkez" güç etrafında döner durur.. San'at faaliyetleri ve kültürel aktiviteleri bu iç dinamikle şekillenir, inkişaf eder ve tamamen kalbin rengiyle, şîvesiyle ortaya çıkar. Şayet ortaya çıkan bu san'at ürünü, bir kitap, bir resim, bir şiir ya da bir beste ise, bütün bunlar, o iç enmûzec ve özle beslenmiş olarak kalbin duyuşlarını, sezişlerini seslendirirler; seslendirir ve eser sahibinin gönül varidatından kaynaklanan heyecan veya hafakanlarını, aşk ve vuslat veya hicranlarını ifade ederler. Tıpkı bunun gibi, iman, marifet, muhabbet ve ruhanî zevklerle dopdolu bir ruh da, ister san'at ve kültür, ister diğer aktiviteler adına kendi iç resmini ortaya koyar; rûhunun derinliklerinde birer öz, birer usare hâline gelmiş insan-kâinat-Allah telâkkîlerini seslendirir ve hep derunundaki mânâları meşk etmeye çalışır."[6]

Tarihî süreç içinde, İslâm inancının, itikadî meselelerden, san'at edebiyat ve kültür faaliyetlerine kadar hayatın hemen her yerinde önemli bir dinamik olduğuna vurgu yapan Hocaefendi, Müslüman san'atkârın imanı ve tecrid eksenli san'at mülâhazası sayesinde san'atı ötelere açılmanın bir rampası hâline getirdiğini belirtir: "İman, estetiğe açık ruhlarda öyle derin bir san'at rûhu hasıl eder ki, san'atkâr bir mü'min, hiç zorlanmadan birkaç fırça darbesiyle tuvalinin üzerinde meydana getirdiği bir kısım çizgi ve motiflerle, varlığın sonsuzluk menşûrundaki mahiyet-i mücerredesine ulaşır ve san'atına öyle bir ebediyet rengi işler ki, insan böyle bir san'at eserini her temaşaya alışında, bütün varlığın küçük bir minyatürü ile karşı karşıya bulunduğunu sanır; sanır ve san'at diliyle tevhit ve tecrit mülâhazalarının resimlendirilmesi içinde, çizgilerin büyülü dünyasında sınırlı objelerde sınırsızı, damlada deryayı, zerrede kâinatları temaşa etme neşvesine erer."[7] O, san'atı, sadece objektife, subjektife başkaldırma veya bir maharet teşhiri şeklinde anlamaz; ondan ne anladığını şu sözlerle özetler: "Varlık ve hâdiseler arasında görülüp duyulan, sezilip anlaşılan veya sezilip anlaşılması gereken ruh, mânâ ve muhtevayı, kalb, şuur ve his lisanıyla sentezleyip, her zaman anlaşılması gerekli olan gerçeğin, her bakışta yeni bir buuduyla duyulabilecek esneklikte, fakat kıblenümâsı hep aynı istikamette ve değişik kombinezon imalarıyla sürekli o Mevcûd-u Meçhûl'e göndermelerde bulunan bir çerçeve içinde ve çerçeveleri aşkın bir kısım sihirli çizgilerin kesrette vahdeti, vahdette de kesreti göstermesinden ibaret görüyoruz."[8]

İnancımız resmedilemedi

Eyüp Can'ın kendisiyle yaptığı mülâkatta Hocaefendi, İslâm tarihinin belirli bir döneminde -Asya'da, Endülüs'te ve Selçuklu ile Osmanlı tarihinin belli bir bölümünde- İslâm san'atının zirveye çıktığını; fakat Osmanlı'da belirli bir dönemden sonra 'bizim ruhumuzun zayi edildiğini' ve buna karşılık Batı taklitçiliğinin baş gösterdiğini belirterek, gelinen nokta itibariyle inancımızın bütün fakültelerinin, duygu ve düşüncedeki sonsuzluğun resmedilemediğini söyler. Ona göre bunun temel sebebi; bir dönem pozitif bilimlere de kapalı kalan medreselerin san'at ve estetik gibi konulara çeşitli açılardan imkânlar sağlayan tasavvufa da tamamen kapılarını kapatmasıdır. Bütün bunlar, beraberinde ufuk daralması ve 'dünya küçülmesini' getirmiştir. Hocaefendi'ye göre bu küçük dünya, büyük düşünce ve san'at meyveleri vermekten oldukça uzak bir duruma düşmüştür. Her şey saksıların içindeki yeşillikler gibi olmuş, tabanın büyüme adına, bize verdiği kadarıyla büyüyebilmiş. Belli bir noktaya geldikten sonra da, tepeden kurumaya başlamıştır. Medrese bu mevzuda katılığıyla, bizde san'at ruhunu öldürmüştür.[9]

San'at, medrese, tasavvuf ve sünni İslâm

Hocaefendi, "San'at ve estetiğe çeşitli açılardan imkânlar sağlayan tasavvuf reddedilerek veya görmezden gelinerek sağlam bir İslâmî telakkiye ulaşılabilinir mi?" şeklindeki bir soruya, bunun mümkün olmayacağı tarzında bir cevap verir. 'Sünni İslâm'ın; san'atın, özgür düşüncenin ayağına kement vurduğu, dolayısıyla onun önünü tıkadığı' yönündeki iddialara ise, Hocaefendi, İslâm'da san'atın önünü tıkayacak bir düşünce sisteminin fıkıhla irtibatlı olması gerektiğini, hâlbuki 'fıkhın en ileri seviyede tedvin edildiği dönemin, estetik ve hür düşünce adına en yoğun, en ileri dönem olduğunu' belirterek karşı çıkar ve Endülüs'ü bu hususta harikalar ülkesi olarak değerlendirir. Ona göre, Seyyid Hüseyin Nasır'dan, Garaudy'ye birçok insanın hayranlık duyarak ifade ettikleri; 'estetiğin, hür düşüncenin ve inancın bağrında yoğrulan, hoşgörü, barış ve muhabbetin temsil edildiği' sözkonusu büyük medeniyetin mayası İslâm'dır.[10]

İslâm sanatının mükemmelliğe ulaşması ile, güçlü, entelektüel, manevî akımların güçlenmesi; çökmesi ile de Müslümanların mânevî hayatının çökmesi arasında münasebetler kuran Hüseyin Nasır'a göre, günümüz dünyasında İslâm sanatı, dinamiklerini oluşturan mânevî hayatın ve zihnî kabiliyetin ihmal edilmesi nispetinde duraklamış ve çöküşe geçmiştir.[11] Benzer şekilde Hocaefendi de, medresenin müspet bilimler ile 'Islâm'ın ruhî hayatı' konumunda olan tasavvufu kapısından kovmasının eşya ve hâdiselerin dar bir kâinat perspektifi içinde değerlendirilmesine yol açtığını; bu durumun san'at telâkkisinde neticeleri itibariyle ciddi bir sığlaşmaya sebep olduğunu belirtir. 'Dar' kavrayışların her şeyi darlaştırdığını ifade eden Hocaefendi, her şeyi müşahhasa kilitleyen Batı dünyasının, resim ve heykelle objektife, sübjektife başkaldırmalarını ifade ettiklerini, buna karşılık bizde sağlam bir kâinat telakkisi olmadığından, bunun bile başarılamadığını söyler. Ona göre, medrese ve mektep varidatının tekrar birleşmesi; tasavvufu da, İslâm'ın ruhî hayatını da beraber getirecektir. Mektep-medrese izdivacına, İslâm'ın ruhî hayatı da dâhil edildiğinde ufuklar açılacak, bu da 'şiirden nesre, nesirden değişik san'at dallarına kadar bizde kâinatı yeniden keşfetme düşüncesini' doğuracaktır. Bu ufuk genişlemesine paralel olarak, 'farklı telâkkiler ortaya çıkacak; bu, sinemaya da, tiyatroya da edebî eserlere de, duygularımızı her türlü ifadeye de aksedecektir.'[12]

İslâm estetiğinin günümüzde aşmak durumunda olduğu problemler

Bir dönem büyük eserlerin ortaya konmasına vesile olmuş 'İslâm estetiği'nin tekrar neşv u nema bulabilmesinin önündeki zorluklara da dikkat çeken Hocaefendi, aradan uzunca bir zaman geçtiğini, çeşitli sebeplerle insanların bugün o estetiği ortaya koyan insanların duygu ve düşünce dünyasından uzakta bulunduklarını, o yüksek seviyenin tekrar yakalanabilmesi için insanların o estetiği ortaya çıkaranların inanç ve anlayış ufkuna ulaşmalarının lâzım geldiğini belirtir. Ona göre bunlar da yeterli değildir: "Mevcudun, aynı zamanda zevk yanımızı ve bizi kucaklar hâle gelmesi çok önemli. Elinize güzel bir atlas, bir ibrişim, bir ipek geçmiştir, münasebetsiz bir şekilde onu omzunuza almanız başkadır, güzel bir elbise diktirip, aynı zamanda estetik bir görünüme ulaşmanız daha başkadır. Sonsuzluk mülâhazasının, insanlığın ruhunda, kalbinde yeniden mayalanması gerekir. Mütenahi-namütenahi, ne kadar iç içedir? Bunun çok iyi kavranması gerekir." [13]

Bugün için san'atın hâl-i pürmelâli

Hocaefendi, millet olarak son birkaç asırdan bu yana, birçok sahada yenilik teşebbüsleri yapmış olmamıza rağmen Yaratıcı, kâinat ve insan münasebetleri açısından 'kendi iç dünyamızı aksettirecek' bir san'at telakkisi ortaya koyamadığımızı, buna karşılık tarih boyu bizi besleyen kaynakları kendi ellerimizle kurutup, ruhumuzu yaralayan garip bir san'at anlayışıyla bütün bir milletin hafızasını allak bullak ettiğimizi, birkaç bin yıldan beri gönlümüzü ve ruhumuzu aydınlatan meşaleleri söndürerek, âdeta yarasalar gibi karanlığa teslim olduğumuzu belirtir.[14] Hocaefendi bu hususa bağlı olarak Kasım 1993 tarihli Sızıntı dergisinde yayımlanan "Geçmişin Hülyalı Dünyası" başlıklı makalesinde, duygu, düşünce ve hayat felsefemizle birlikte yitirilen bediî zevkimize bağlı san'at ve edebiyatımıza da temas eder. Bu makalede; değişen duygu, düşünce ve zevklerin, fikir hayatını nasıl perişan hâle düşürdüğünü, edebiyatı nasıl ruhsuz bir düşüncenin eline emanet ettiğini, san'atın nasıl kendi değerlerinden kaçanlara ve ruhunu şeytana peyleyenlere emanet edildiğini, özellikle mimarîyi nasıl kunduzları dahi güldürecek kadar estetikten mahrum bir hâle getirdiğini oldukça çarpıcı tespit ve tahlillerle ortaya koyar. Hocaefendi'ye göre; cemiyetimizin huzurlu, ülkemizin mamur olduğu dönemlerde 'zevklerimiz, bedîiyyât telakkimiz, san'at anlayışımız ruhumuzun bir buudu ve düşünce dünyamızın da bir derinliğiydi'[15] ancak ideolojilerin gel-gitlerine terk edilmiş durumda olan san'at bugün itibariyle ideolojilere kavaslık yapar durumdadır.[16] Dolayısıyla san'at düşüncemiz ve geçmişimiz arasında, mânâ köklerimizin erozyonuna, maziyi inşa eden değerlerle ruhî rabıtalarımızın kopmasına bağlı olarak aşılması çok zor uçurumlar oluşmuştur.[17] Fakat Hocaefendi bu noktada ümitsizliğe kapılmaz ve tam aksine geleceğin "Ba'sü ba'de'l-mevt" kahramanlarına -zor olduğunu da bizzat ifade ederek- Mîmar Hayreddin, Mimar Sinan, Itrî ve Dede Efendi gibi san'at dahilerini örnek göstererek geleceğin Rönesans'ını aşılar.

San'atta Rönesans

Edebiyattan san'ata, felsefeden ahlâka, idareden siyasete, hukuktan mantığa, matematikten tasavvufa, dinî bilimlerden fen bilimlerine kadar hayatın bütün ünitelerini içine alan Rönesans'ın san'ata bakan yönüyle dinamiklerini Hocaefendi, kitlelere mâl olmuş estetik; her yere ruh ve mânâyı nakşeden ve her nakşında sonsuzu arayan, tecrid buudlu, vahiy ruhlu, mantık eksenli, san'at ve san'atkâr; uhrevîleşen, incelikli, derinlikli, ötelerle bütünleşen, gerçek bedîiyât zevki olarak sıralar.[18] Bu yeniden doğuşun milletimizin duygu ve düşüncesine, san'at ve estetik telâkkisine derinlikler kazandıracağına işaret eden Hocaefendi, bu sayede bediî zevklerimizi bulacağımızı, romantizmimizi keşfedeceğimizi ifade eder.[19] Hocaefendi sözkonusu Rönesans'ın hayâlî bir şey olmadığına, İslâm'ın ilk Fatihlerinin iman, aşk, san'at ruhu, inşâ düşüncesi ve nizam heyecanıyla bunu geçmişte gerçekleştirdiğine ve bu yönüyle Batı'yı bile asırlardır içine gömülü bulunduğu karanlıktan kurtardığına vurgu yapar.[20] Hocaefendi Yeryüzü Mirasçıları'na her sahada olduğu gibi edebiyat ve san'at sahasında da önemli hedefler göstermektedir. Tarihten bîhaber kişiler için bütün bunlar uzak bir ütopya gibi gelebilir. Ancak hedef olarak gösterilenler, referansları itibariyle mazide yaşanmış şeylerdir. Hocaefendi bu tarihî realiteyi şu ifadelerle ortaya koyar: "Onlar (Müslümanlar) edebiyattan diğer san'at dallarına, ziraattan bahçeciliğe, sulama kanallarından meyve aşılamaya kadar o günün dünyasınca bilinmeyen pek çok konunun da öncüleri ve rehberleri olmuşlardır. Dünyanın, Yunan mitolojileriyle avunup durduğu bir dönemde Doğu, o zenginlerden zengin ve ince üslûbuyla Batı'yı âdeta büyülemiştir. Batı san'atta gayenin yükselticiliğini, tecridin sihirli atmosferini Müslümanlarla tanıyabilmiştir."[21] Hocaefendi'ye göre, yeryüzünde bu kadar müessir olan ilklerin ortaya koyduğu edebiyat ve san'at; İslâm inancının renk ve desenleri durumundaydı.

Rönesans ve "fantezi"

Hocaefendi, kaynağını milletimizin öz değerlerinden ve tarihî dinamiklerinden alan Rönesans ile bir dönem 'yeni' kelimesinin büyüsüne takılıp birtakım fantezilerin peşinden koşanların hedeflediklerinin aynı şeyler olmadığına dikkatleri çeker. O bizim Rönesans'ımızın yaslandığı değerlerle, 'yeni dünya', 'yeni düşünce tarzı', 'yeni sistem' gibi kalıplaşmış ifadelerin arkasına sığınarak, tarihî dinamiklere, maziye ve dine saldıran roman, şiir yazanların, tiyatro sahneye koyanların, 'san'at' görüntüsü altında mukaddesata saldıranların yaslandığı unsurların taban tabana zıt olduğunu vurgular.[22] Bu çerçevede Hocaefendi, iki taraf arasında kültür, eğitim, san'at gibi alanlarda yıllardan beri süregelen bir 'soğuk savaşı' nazarlara sunar ve böyle bir durumda mü'minin şahsî kemalât düşüncesiyle bile olsa, bir kenara çekilemeyeceğine vurgu yapar.[23]

San'at ve mazi

Hocaefendi'de mazi şuuru oldukça kuvvetlidir. O edebiyat ve san'at gibi konularda özellikle geçmiş ile gelecek arasındaki devamlılık zincirine büyük ehemmiyet verir. Bu zincirin tabiî akışı içinde ilerlemesinin önemine yazı ve konuşmalarında sık sık vurgu yapar. Nilüfer Göle; modern zamanların hastalıklı mazi algısının, Hocaefendi'de nasıl geleceği besleyen/kuran aslî bir kaynak hâline geldiğini, şu sözlerle ifade eder: "Geleceğe açılacak ümit kapısı, geçmişe hayatiyet kazandırarak mümkün olacaktır. (…) Geçmiş, durağan bir tarih, 'etnoğrafik bir müze olmaktan' çıkarılıp, bugüne ve yarına uzanan, bir esin kaynağı olarak yeniden canlandırılmaktadır."[24] Geleceğin güven üzerine inşa edilmesinin ancak mazinin iyi bilinip, güzel taraflarının sürekli ruhlarda korunmasına bağlı[25] olduğunu söyleyen Hocaefendi, her şeyin durmadan değişip durmasına karşılık, 'Kutup Yıldızı gibi hep yerinde duran güçlü bir referans' olarak tarif ettiği mazinin geleceğin san'atının temelini oluşturacak unsurları da bünyesinde barındırdığını söyler. Ona göre mazi, "…izâfîliğin gerçeğe en yakın bir yanını temsil eder. Öyle ki o, her zaman merkezî bir nakış gibi yöresindeki bütün atkılara açık bulunur; uzak-yakın bütün tâlî nakışçıklar ise belli münasebetlerle onunla irtibatlanır ve onun ruh ve mânâsına göre şekillenirler. Bu açıdan mâzi, temel esprisi itibarıyla zaman üstü bir muhtevâya sahip bir öz ve bir aslî cevher gibidir. Bu öze ve bu cevhere sahip çıkabilen milletler, onu yerinde kullanabilen kimyâger uzmanlara ve cevherfürûşân sarraflara benzerler ki; asırlar ve asırlar boyu, din, ahlâk, kültür, san'at ve millî seciye gibi hayâtî unsurlar hazinesinden, bugünleri ve yarınları adına akla-hayâle gelmedik en nâdide eserler meydana getirir ve başkalarına göre yok sayılan bir zeminde hep varlık cilvesi gösterirler."[26] Bu minvalde o, geçmişi bize en iyi duyuranların başında gelen san'at ürünlerimizi ve edebiyatımızı nazara verir. Ona göre mazinin en güzel tarafları âdeta bir tohum gibi bizim edebiyat ve san'at eserlerimizde barınmakta ve tekrar neşvü nema edeceği günü beklemektedir. Hocaefendi, san'at eserlerinde saklı duran mazinin renk ve desenlerini şu sözlerle ifade eder: "Ne zaman mescidler, ezanlar, ilâhîler, mehterler kurcalansa, özlerinde geçmişin buğusu ve şanlı milletimizin kokusu duyulmaya başlar. Bunlar, bizlerle, cedlerimizin gönüllerinin ortak duygu ve düşüncelerinin mahsûlü; müşterek hislerinin birer ifâdesi, geçmişe âit aşkların, şevklerin kaynağı ve hâtıralarımızda yaşayan, kan ve damarlarımızla bütünleşen birer ruh gibiydi. Kendi derinliklerimize dalarak sînelerimizdeki cennetleri görmek, mahrem duygularımızı coşturarak ebedî vuslata hazırlanmak için bunlar âdeta birer sihir, birer füsundu."27[27]

Bugünü yarına en iyi san'at eserleri taşır

Muhtelif devirlerin hususiyetlerini aksettiren san'at eserlerinin o devirlerin miraslarını koruyan en kuvvetli hazineler olduğunu belirten Hocaefendi, şimdiki zamanı da en iyi san'at eserlerinin geleceğe taşıyacağına işaret eder. Ona göre, "San'atın takdirkâr kolları arasında yükselme şansını elde edememiş bütün güzellikler, hârikalar, kahramanlıklar hâfızalardan silinip gitmeye mahkûmdur."[28] Büyük üstatların kaleme aldıkları eserlerin milletimizin hafızası hükmünde olduğunu belirten Hocaefendi, bu hafızaya kaydedilen değerlerin gelecek nesiller için bir âb-ı hayat kaynağı, onların kendilerine çekidüzen vermeleri adına bir endam aynası olma vazifesi gördüğünü ifade eder. Atalarımız tarih sayfalarında, nazımlara, nesirlere, destanlara malzeme üretmiş; fakat onları gelecek nesillere endam aynası olacak şekilde kaleme almadan çekip gitmiştir. Bu vazifenin bugünün nesillerine düştüğüne söyleyen Hocaefendi'ye göre, bu miras san'at eserleriyle kayıt altına alınmadığı takdirde unutulup gidecektir. O, bu çerçevede milletimizin çeşitli sebeplerle unutulan/unutturulan nice dâsitanî ve hârika yanlarına mukabil, İranlı Firdevsî'nin milletinin tarih sayfalarındaki başarılarını san'atın ihtişamı içinde nisyanın elinden nasıl kurtardığını şu sözlerle ifade eder: "Firdevsî, milletinin mağlubiyet sahneleri arasından, kendince bulup çıkardığı tabloları, ifâde üstadlığının bütün gücünü kullanarak 'altmış bin' beyitlik 'Şehnâme'siyle destanlaştırdı. Eğer Firdevsî, dillere destan o şâirlik otağını, soylu milletimin dolaştığı zirvelere kurabilseydi, kimbilir nasıl fevvâreler gibi fışkıracak, girdaplar gibi derinleşecek ve yanardağlar gibi ateş olup dört bir yana savrulacaktı..!"[29] Hocaefendi toplumumuzda potansiyel olarak var olan san'at istidadına karşılık, potansiyel dinamikleri harekete geçirecek hakikat âşığı kahramanlar bulunmaması sebebiyle varlık içinde yokluk yaşandığını belirtir.[30]

Anarşist üslûplar ve yanlış sanat telâkkileri

Hocaefendi bazı yazılarında, bediiyatımızı ve san'at telakkimizi yerden yere vurarak veya hafife alarak onun zayıflamasına dolayısıyla yok olup gitmesine zemin hazırlayan anarşist üslûplardan, karanlık ruhlu kişilerden ve onların inanç, düşünce, san'at anlayışı ve iç âhengi bozan davranışlarından bahseder.[31] Bu kişiler millî ve mânevî değerleri baltalamak adına her zaman kargaşanın yanında yer almışlar; fikirleriyle yeni nesilleri zehirlemişlerdir. "Müslüman'dan sanatkâr olmaz." anlayışının zehirlediği beyinler ne yazıktır ki, Müslüman camiada bile, bir kompleksin belirtisi veya gaflet göstergesi olarak, idare bazında sanat ve kültür faaliyetlerini başkalarına devredebilmekte; basın ve yayın organlarında başkalarının sesini sonuna kadar açarken, inançlı insanları yok sayabilmektedir. Bu kişileri tanımak için, günümüz san'at dünyasına dikkatle bakmak, Tanzimat'tan sonraki edebiyat ve san'at tarihimizde kısa bir yolculuk yapmak yeterli olacaktır.

Hocaefendi, son birkaç asırdır irfansız ve mefkûresiz yetişen nesillerin, san'at telâkkisini şehvetin rengine boyadığını, şiir ve musikiyi yırtıklığın ağız suyu hâline getirdiğini belirterek,[32] toplumu oluşturan fertlerin hayat projelerini şahsî menfaat ve cismanî hazlara göre şekillendirmesinin o toplumdan ahlâk ve fazilet telâkkisine bağlı san'at düşüncesini ortadan kaldırdığına işaret eder. Nitekim şimdilerde ülkemiz de dâhil dünyanın her tarafında böyle bir durumun gözlemlendiğini ifade eder.[33] Bu çerçevede o, İbrahim Canan'ın, İslâm âleminin ana meselelerine Bediüzzaman'dan çözümler sunduğu eserine[34] yazdığı takrizde, Bediüzzaman'ın Doğu milletlerinin maarif ve fenle birlikte san'at açısından da uyarılması gerektiği hususuna dikkatleri çeker. Millî ve mânevî değerlerin altüst olduğu bir devirden sonra, 'kökü mazide olan ati'lerden beklenen; içteki zararlı akımları 'nötr' hâle getirerek, hakikate, san'at ve kültür mirasımıza, atalarımızdan tevarüs eden millî ve mânevî değerlere saygılı olmak; onları çağın şartları içinde tekrar fonksiyonel kılarak, millî bünyenin yaşayan bir parçası hâline getirmektir.[35] Hocaefendi, modernize sözkonusu olduğunda, millî ruhun katiyen feda edilmemesi gerektiğine temas ederek, onun hassasiyetle korunması lazım geldiğini söyler. Ona göre, bu sahada ortaya konan teorik çalışmalar önemli olmakla beraber, aslolan san'at telâkkisinin temsili yani fiilî anlatımıdır. Bu çerçevede milletimizin ihtişamlı devirleri heyecanlandırıcı üslûpla anlatılmalı, edebiyatımız millî ruh ve düşünceyi işlemelidir.[36]

Sonuç

Hocaefendi'nin Yeryüzü Mirasçıları'nın sekizinci vasfı olarak altını çizdiği, ancak "Bir kısım çevreler bizim kriterlerimiz içinde henüz böyle bir yolculuğa hazır değiller."[37] mülâhazasıyla kaleme almaktan vazgeçtiği "sanat düşüncesi"nden mahrum olarak, parça parça bazı tespit ve değerlendirmelerde bulunmaya gayret ettik. İleride yazılacak sözkonusu "sanat düşüncesi"ni ele alan müstakil bir eser elbette ufuklarımızı genişletecektir. Hocaefendi'nin eserlerinde edebiyattan, şiire, musikiden mimariye kadar hemen bütün sanat dallarına dâir fikir ve tespitlere ulaşmak mümkündür. Bunlardan edebiyat dışındaki güzel san'atlar konumuz dışında kaldığından, edebiyata dâir başlıkları da ileride ele alacağımızdan, burada onlara temas etmedik. Burada genel sanat düşüncesine dâir fikirlerini ortaya koymaya gayret ettik.
Kitlelere mâl olmuş estetiği; her yere ruh ve mânâyı nakşeden, her nakşında sonsuzu arayan, tecrid buudlu, vahiy ruhlu, mantık eksenli, san'at ve san'atkârı; uhrevîleşen, incelikli, derinlikli, ötelerle bütünleşen, bedîiyât zevkini sanattaki Rönesans'ın temel dinamikleri olarak nazarlara sunan Hocaefendi'nin musiki üzerine düşüncelerini ortaya koyarken altını çizdiği hassasiyetler, genel olarak san'at eserlerinde aradığı hususlara dair ipuçları da barındırır. Bunları özetleyecek olursak; sanat eserinde kendi düşünce çizgimiz içinde, millî-dinî değerlerimize karşı alâkaları kanatlandıracak şekilde muhtevanın güçlü olması; bu sayede onunla karşılaşanların derunî şeyler hissetmesi; icra edilen sanatın unsurları arasında bütünlük sağlanması, sebep-sonuç münasebetinin tamamlık arz etmesi; san'at eserinin gıybete, müstehcenliğe, bâtılı-fuhşu tasvire, şehvanî hisleri tahrike, ye's ve ümitsizlik duygularını kabartmaya kapalı kalması…

Hocaefendi, gizli hazineleri keşfedip açan sihirli bir anahtara benzettiği san'atı daha çok insanın müspet yöne kanalize edilmesinde gördüğü fonksiyonlar açısından ele alır ve değerlendirir. Ona bu açıdan anlamlar yükler. San'atın bu fonksiyonunu hakkınca yerine getirebilmesinin yolunun, san'at eserini ortaya koyan fertlerin mükemmelliğinden geçtiğini vurgular. Bu yönüyle sanatkâra da bazı misyonlar yükler. İnanç ile san'at arasındaki bağı nazarlara sunan Hocaefendi, sanatkârın kendi samimi duygu ve düşüncelerini eserine yansıtması gerektiğini belirtir. 'İhtiyaca karşılık gelme' hususunun bizim sanatımızı nasıl şekillendirdiğine dair fikirler serdeder. İnancımızın henüz resmedilemediğini ifade eden Hocaefendi, bugün itibariyle tarihî köklerimizden çok uzakta, "fantezi" olarak da nitelenebilecek bir sanat hayatının olduğunu belirterek, maziyle bağların kurulması gerektiğine, sanat açısından yeni Rönesans'ın referanslarından birinin de tarih olduğuna vurgu yapar. Hocaefendi, Sünni İslâm'ın san'ata kelepçe vurmadığını aksine ona yeni imkânlar sunduğunu belirtir; ancak medresenin son dönemlerde tasavvufu kapısından kovmasıyla sanatta bir gerilemenin yaşandığına dikkatleri çeker. Sanatta "tecrid"i önemseyen Hocaefendi, bu yönüyle günümüz Müslüman san'atkârına önemli ufuklar gösterir.


[1] M. Fethullah Gülen, "Gönüller Sevgi Arıyor", Sızıntı, Mayıs 1998.

[2] "Aksiyon ve Düşünce", Yeni Ümit, Temmuz 1994.

[3] "Düşünce Kaymaları", Sızıntı, Temmuz 1998.

[4] "Kültür Problemimiz Ya da Kendimiz Olma", Yeni Ümit, Temmuz, 1998.

[5] "Kültür Problemimiz Ya da Kendimiz Olma", Yeni Ümit, Temmuz, 1998.

[6] "İslâm Düşüncesinin Ana Karakteristiği", Yeni Ümit, Nisan 1999.

[7] "İslâm Düşüncesinin Ana Karakteristiği", Yeni Ümit, Nisan 1999.

[8] "İslâm Düşüncesinin Ana Karakteristiği", Yeni Ümit, Nisan 1999.

[9] Eyüp Can, Fethullah Gülen Hocaefendi ile Ufuk Turu, "İnancımız Henüz Resmedilemedi" Zaman, 20.08.1995.

[10] Can, agy.

[11] Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm Sanatı ve Mâneviyâtı, Çev: Ahmet Demirhan, s. 17-18, İnsan yay., İst., 1992.

[12] Can, agy "Mekteple Medresenin İzdivacı", Zaman, 18.08.1995.

[13] Can, agy "İnancımız Henüz Remedilemedi", Zaman, 20.08.1995.

[14] M. Fethullah Gülen, "Düşünce Kaymaları", Sızıntı, Temmuz 1998.

[15] "Geçmişin Hülyalı Dünyası", Sızıntı, Kasım 1993.

[16] "İnanan Sarsılsa da Devrilmez", Sızıntı, Mayıs, 2001; "Kaosun Ötesindeki Dünya", Sızıntı, Nisan 1997.

[17] "Kargaşadan Nizama-1", Yeni Ümit, Ekim 1995.

[18] "Kendi Dünyamıza Doğru", Yeni Ümit, Ekim 1993.

[19] "Yarınki Dünyaya Doğru", Yeni Ümit, Temmuz 1993.

[20] "Dirilmek Bizim de Hakkımız", Sızıntı, Aralık 1994.

[21] "İlim ve Araştırma Aşkı", Sızıntı, Haziran 2004.

[22] "Yenilenme Fantezisi", Sızıntı, Ocak 1994.

[23] Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar, s. 142, Nil Yay., İst., 2007.

[24] Nilüfer Göle, "Muhafazakârlığın Manalandırdığı Modernlik" 'Fethullah Gülen Hocaefendi ile Ufuk Turu Mülâkatı' Çerçevesinde Yapılan Yorumlar, Zaman, 27.08.1995.

[25] M. Fethullah Gülen, "Bizim Milletimiz-2", Sızıntı, Nisan 1989.

[26] "Geçmiş ve Gelecek", Sızıntı, Aralık 1997.

[27] "Bizim Milletimiz-2", Sızıntı, Nisan 1989.

[28] "Tarihi Dinamikler", Sızıntı, Ağustos 1989.

[29] "Tarihî Dinamikler", Sızıntı, Ağustos 1989.

[30] "Gönüller Sevgi Arıyor", Sızıntı, Mayıs 1998.

[31] "Huysuz Ruhlar", Sızıntı, Mart 1995; "Kaos ve İnancın Sihirli Dünyası", Sızıntı, Kasım 1998; "Fesada Açık Ruhlar", Sızıntı, Ağustos 1998.

[32] "Kendimize Yönelirken", Yeni Ümit, Ekim 1997.

[33] "Kalblerin Sultanlığına Doğru", Sızıntı, 1 Ağustos 1995.

[34] İbrahim Canan, İslâm Âleminin Ana Meselelerine Bediüzzaman'dan Çözümler, Yeni Asya Yayınları, İst., 1993.

[35] M. Fethullah Gülen, "Buhranlarımız", Sızıntı, Nisan 1983.

[36] "Milletimizin İhyası", Kırık Testi-1, s.132, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yay., İst., 2009.

[37] "Ruhumuzun Heykelini İkame Ederken", Yeni Ümit, Ocak 1994.