Bir Barla Gezisinin Düşündürdükleri

Zannediyorum 1995 baharındaydı. İlk kez o zaman gelmiştim Barla ve Isparta civarına; İzmir'den bir grup öğrenci arkadaşımızla ve dostlarımızla. Kendi imkânlarımızla oraları eksik-gedik tanımaya çalışmıştık o dönemde. Sonra iki kez daha uğrama imkânım oldu. En son bu yaz, bir grup arkadaşla bir kez daha gelme nasip oldu. Ve şimdi, bembeyaz dağlarıyla soğuk bir kış günü ziyaret ediyoruz bu güzel köyü, Hazreti Bediüzzaman’ın mânevî atmosferinin hissedildiği kudsî mekânları…

Şüphesiz, her türlü önemli gezide olduğu gibi, Bediüzzaman Hazretlerinin hâtıralarını barındıran yerlerde ve bunların en önemlisi olan Barla'da da, oraları iyi bilen bir rehber eşliğinde gezmenin daha yararlı olduğu düşüncesindeyim. Nûr'un pek çok kahramanının yatmış olduğu Barla Mezarlığı'nı, kesinlikle bir bilenle ziyâret etmeli. Bir önceki seyâhatimizde, mezarlığı kendi başımıza gezmiştik. Ama saatlerce dolaştığımız halde, bâzı önemli kabirleri, örneğin, "Muhâcir Hâfız Ahmet Abi"nin kabrini bir türlü bulamamıştık. 9-10 kişi, teker teker âdetâ tüm mezar taşlarına baktık, ama bir türlü göremedik. Biz zannediyoruz ki kabir taşında büyükçe, "Muhâcir Hâfız Ahmet" yazacak. Halbuki gerçek soyismiyle, yani, "Ahmet Karaca" şeklinde yazılacağını nereden bilecektik ki!

Fethullah Gülen Hocaefendi, Hazreti Üstad'ı anlattığı bir enfes makâlesinin giriş bölümünde aynen şöyle buyurur: "Bediüzzaman'a, onun düşüncelerine, hissî mülâhazalarla yaklaşmak, onu ve eserini anmak sayılmaz. Duygusallık, onun her zaman uğrunda yiğitçe tavır ortaya koyduğu ve gürül gürül anlattığı meselelerin ciddiyetiyle te'lif edilemez. O, bütün ömrünü, Kitab ve Sünnet'in gölgesinde, tecrübe ve mantığın kanatları altında, derin bir aşk ve heyecanla beraber, hep bir muhakeme insanı olarak sürdürmüştür." Bu paragraf, herhalde Hazreti Üstad'ı, nasıl anmamız/anlamamız gerektiği konusunda çok ciddi bir uyarıyı içermektedir. Gezi boyunca, bu cümle beni meşgûl etti. Çok önemli ve yerinde bir tesbitti bu. İnsanlara Hazreti Bediüzzaman ve Barla civarındaki hizmetleri anlatılırken, Hocaefendi'nin önemle îkaz ettiği bu hakikati asla unutmamak lâzım. Çünkü, siz kalkıyor, bugün dünya çapındaki hizmetlerin en önemli bânîsinden bahsediyorsunuz; ancak rehberlik yaparken araya öyle bir şey ekliyorsunuz ki, meselenin ciddiyetini kısmen bozuyor. Meselâ, Hazreti Üstad'la ilgili yaşanan bâzı hâtıralar! O hâtıraları aktarırken aslından bir miktar saptırmalar. Büyüklerimizin yalan olduğunu ısrarla belirttiği, mübâlağalar, abartmalar… Bunlar esas maksada zarar veriyor. Hazreti Üstad bunları duysa, "Keçeliler, siz nelerle meşgul oluyorsunuz öyle, bırakın bunları da, eserleri okuyun ve hizmetlerinize bakın!" derdi herhalde.

Hazreti Üstad, bilebildiğimiz kadarıyla kerametvârî şeyleri, hele kendi şahsıyla ilgili olanlarını pek önemsemeyen biriydi. Duygusallıktan ziyâde, akıl, bilim, mantık, sağduyu, ferâset, basîret, kiyâset, itidal… Evet oturup onun hakkında ciltlerce kerâmetvârî şeyler aktarabiliriz. Biz de biliyor ve inanıyoruz ki büyüklerin hayatında bu tür şeyler olur, hattâ çok normaldir de. Ama sanki Hazreti Bediüzzaman'ın hayatı bunlardan ibâretmiş gibi anlatmak/göstermek, meseleyi kerâmetler çizgisine çekip odaklamak, yanlıştır ve hatalı anlamalara vesile olur/oluyor. Hele hele ilk defa oralara giden ve meselenin inceliğini anlamaya pek müsait olmayan birilerine…

Bu tür şeylerden bahsetmeyelim mi! Son Şâhitler'in hâtıralarında binlerce misâl var. Ancak, o faydalı kitapta sohbet üslûbuyla aktarılmış, aynen söylendiği gibi, iyice tashih edilmeden, süzgeçten geçirilmeden yazılmış şeyler de var. Bir insan bir hâtırayı 30-40 sene sonra anlatıyorsa, -elbette kötü niyetle değil- ama öyle ya da böyle olayın netliğini muhafaza edemeyebilir. Kendimizden misâl biçelim; hangi birimiz vaktinde yazmadığımız yıllar evvelki bir olayı, birebir anlatabiliriz yıllar sonra! Bence bu konuda, anlatılan ortak şeylere bakmak; bir de münferit anlatımlardan ziyâde, Hazreti Üstad'ın uzun yıllar yanında kalmış önemli talebelerinin ortaklaşa sözlerini kayd-u îtibâra almak gerek.

Hazreti Üstad'la ilgili birşeyler anlatıyor birisi ve diyor ki, "Üstadımız riyâ olmasın diye yemek yerdi. Yoksa ömründe hiçbir şey yemeden yaşar, giderdi. Onda öyle bir hususiyet vardı!" Bu gibi cümleler, akılla mantıkla îzah edilemez ve O'nu asla büyültmez, ona hiçbir şey katmaz. Hem nereden çıkarıyoruz ki! Âyetler demiyor mu, peygamberleri bile anlatırken, "Onlar sizin gibi yerler, içerler, gezerlerdi!" diye. Yani insanın fıtratını dillendiriyor âyet-i kerîmeler. Onlar da birer insandır netice itibariyle. Zaten önemli olan insan olarak bizim aramızda bulunmaları ve açlığı hissederken az yemeleri, susuzluğu iliklerine kadar duyarken az içmeleri, nefisleri yatmak isterken az uyumları… esas önemli olan budur. Melekken onu hepimiz rahatlıkla yaparız, öyle değil mi! Öyleyse bu çizgiyi aşmamak lâzım. Hazreti Üstad'ın, kimsenin bazı şeyleri abartarak kendisini yüceltmesine ihtiyacı yok. O zaten Hocamızın da buyurduğu gibi çağın bir numaralı insanı. Bediüzzaman'ın hayatı bunlardan, işte efendim meyveleri tavana asarmış, kuruyunca talebelerine baklava diye ikram edermiş, bazı talebeleri bazen muziplik yaparak onu kandırırmış… yılan şöyle yapmış, sarığını getirip Üstad'a teslim etmiş, gibi şeylerden ibâret değil. Bu tür hâtıralar, ona zarar veriyordur muhakkak. Onun muazzez ruhunu, incitiyordur eminim.

Ha, bu anlatılanların kısmen aslı olabilir, olmayabilir, benim için önemli olan öncelikle bu değil. Elbette ki Hazreti Üstad'ın günlük hayatında kısmen bunlar olmuştur, yaşanmıştır sonuçta. Ama bunları ön plana çıkarıp, Çağın Bir Numaralı İnsanı'nın bir numaralı vazifesini ıskalamak! Anlatmak istediğim bu. Yanlış anlaşılmasını istemiyorum bu meselenin. Yoksa genel itibariyle bu tür şeylere karşı filân da değilim. Tasvip etmediğim mesele, bunların ısrarla ön plana çıkarılması biiir; ve bunların abartılarak veya kitâbî olmayarak, yersizce aktarılması ikiii.

Öyleyse ya ne yapacağız yani! Onu anlatırken biraz daha emek verilmiş cümle ve tanımlarla, daha özenli bir üslupla anlatmak, Risâle ve yüzyıllık hizmetler çerçevesinden bakarak kuşatıcı bir üslupla bakmak lâzım. Onu günümüzdeki dünya çapındaki hizmetler çerçevesinden bir nazarla bakmalı. Üstadımızın yaşayan önemli talebelerinden biri, şimdilerde adanmışlar hareketiyle birlikte koşturan Yalvaçlı Hâfız Ali Osman Abiye şöyle diyor: "Hâfız Osman! Eğer günümüzdeki şu dünya çapındaki adanmışlar hareketine âit hizmetler olmasaydı, vallâhi âhirette yakamızı Hazreti Üstad'ın ellerinden kurtaramazdık! Ancak bize ne mutlu ki, bu gönüllüler hareketi ve onların önündeki Izdırap İnsanı, bizi bu gibi bir mes'uliyetten kurtardı. Yoksa hâlimiz perişandı. Üstadımızla başlayan bu bezm, böylece kemâle erdi. Yoksa eksik kalacaktı ve biz de mes'ul olacaktık."

Bu bir itiraftır. Bu itiraf, tevâzunun eseridir ve sâhibini yüceltir. Onun talebeleri külliyyen başımızın tâcıdır. Ayaklarının altı, başlarımızın en mûtenâ yerine konsa değer. Ama bir hakkı da teslim etmeleri, onları gerçekten Hazreti Üstad'ın talebesi yapmaktadır. Çünkü onun talebeleri, kadirşinas olurlar, her hak sahibine hakkını teslim ederler. Aynen olduğu gibi. Hocamız meselâ onlardan vefat eden önemli bir sîmâ hakkında şöyle demişti: "Elli profesörün yapacağı hizmetlerden daha fazla hizmet etmiştir bu insan!" Allah onlardan ebediyyen râzı olsun. Bizi, şefâatlerine nâil eylesin.

Barla'daki evden, yeryüzünün muhtelif yerlerindeki hizmet müesseselerine gidebilmek. Hazreti Üstad'ın, Risâleleri "okuyanlar, yazanlar kabre imanla gireceklerdir!" müjdesinde, okuma yazmayla beraber, "hizmet edenler, insan yetiştirenler, her mevsimin hakkını verip fedâkârlık yapanlar, hicret edenler, eğitimi önemseyenler, hayatın bütün ünitelerine nefes verenler…" şeklinde bir yaklaşımla anlamak gerek. İşte bu, Hazreti Üstad'ı bir nebze anlamak demektir. Yoksa o, anlaşılamaz, eksik kalmış olur.

Barla gibi, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, Allah (celle celâluhu) ona ne lütuflarda bulunmuş. O kadar olumsuz şartları nasıl da olumluya çevirmiş. İfritlerin binbir türlü engellemelerine rağmen, çevresini gül-gülistâna çevirmiş. O dönemdeki yaşça muhtelif talebelerini, her birisi farklı farklı mesleklerden olan ve çoğunluğu itibariyle köy ve kasabalarda yaşayan ve fakir fukara garip gurebâ bu insanları nasıl da almış, âlâ-yı illiyyîn-i kemâlâta çıkarmış. Bunlar Hazreti Üstad'ın mahâretli ellerine Allah'ın büyük bir lütfu. Meselâ, "Mübârek Süleyman" dediği ve Çamdağı'nda izzet ü ikrâmda bulunduğu, beraberce bir ağacın başında ekmek bularak ikrâma mazhar oldukları, Mektûbât'a bu olayı alarak, kendisini ebedîleştirdiği bir talebesinin, Isparta'da vefat edince Belediye tarafından kimsesizler mezarlığına defnedildiğini ve bir daha da kabrinin bulunamadığını hatırlatmam yeter herhalde.

Barla! Sen her dem tâzeleniyor, günbegün yenileniyorsun. Sana ne mutlu ki, asrın bir numaralı insanına beşiklik yapmışsın. Senin, sıradan insanının bile elini öpesim gelir. Çünkü sen, Hazreti Üstad'ımızın yâdigârısın bize. Cennet bahçesiyle, Uluçınar'ıyla, oradaki nurlu ârâmgâhıyla, Yokuşbaşı ve Mus Mescidi'yle, Eğirdir Gölü'yle, nurun kahramanlarını barındıran nurlu mezarlığıyla… Sen öyle bir mazhariyete kavuşmuşsun ki, adın artık asla unutulmayacak. Kıyâmete kadar bir yâd-ı cemîl olarak anılacaksın! Bediüzzaman Hazretleri olmasaydı, kim bilirdi Barla'yı, Bedre'yi, Tepelice'yi, Çamdağı'nı, Karadut'u, Karakavak'ı, Uluçınar'ı… Sen onunla güzelsin, onunla yaşıyorsun.

Barla… Sana sürgün gelmişti büyük Üstad! Ama o, seni gülistana çevirdi. Günümüzün büyük sürgünlerini de seninle ancak anlayabiliyorum. Seni anlamak, Talas'taki, âdetâ cennet bahçesine girer gibi alkış ve gözyaşlarıyla bizi karşılayan talebelerimizin gözyaşlarıyla anlam kazanıyor. Barla'dan Âbidcan'ın kimsesiz ufuklarına seyahat edip, o zor şartlardaki iman parıltısını görünce seni anlayabiliyorum. Şamlı Hafız Tevfik'i, ancak Kırık Testi'yle özdeşleştirerek tanıyabiliyorum.

Büyük Üstad'a, onun vâris-i hakîkisine ve her ikisinin de vefâlı yârânlarına binler selâm!