Aybek Türk Okuluna Emanet

Uzun, çileli bir kış geride kalmış. Bahar ufuktan kendisini göstermeye başlamış. Tüm avanesiyle selama duran kainata temenna durmuştur artık alem. Hakkıdır da oradakilerin böylesine güzel bir havayı teneffüs etmek onca karın ve de boranın verasında. Kasım ayında düşen kar ancak mayıs sonlarına doğru toprağı görme imkanı sunar sakinlerine. Alabildiğine soğuk ve de çetin zaman dilimleridir yaşanılanlar. Alışmak hayli zordur bu beldeye hele bir de Türkiye'den havadar bir yerlerden gelinmiş ise.

Yollar kapalı olduğu için Bişkek'e gidilemez kış boyu. Haliyle tüm kış, eğer hazırlık yapılamamış ise bir de, sadece lahana ve patates eşliğinde geçirilen öğünlere emanet.

Elektrikler gün içinde ve gece kesik. Gece kesik olduğu için de ısınma ayrı bir dert. Çünkü ancak elektrikle ısınma imkanı olan beldede o imkan da elden gitmiş durumda. Büyükler için neyse de, çünkü kalın giyinip, kalın yorganlarla kısa süreli de olsa o sıkıntı aşılıyor, peki ya küçük çocukları olanlar için?..

Narın'dan aklımda kalanlar, ekseriyetle boş olduğu için doldurmaya çalıştığımız dersler. Çünkü bu ağır şartlar her gün bir muallimi almıştır pençesine. Nadirdir tüm kadronun kış boyu aynı anda okulda olması. Ya sıkıntısı kendi sağlığı ile alakalıdır veya ailesinden birisinin derdindedir o gün gelemeyen öğretmen arkadaş. İmkanı yok Doktor Sarımsağın, pardon Doktor Ecenin yanındadır o. O beldeleri çok iyi bilen ve bir de sarımsağın her derde deva olduğunu keşfen (!) ya da ilmen bulmuş olan Doktor Ecemizin ziyaretindedir. Mümkünü yok, yüzlerini buruştura buruştura o sarımsağı yiyecektir o gün iyileşme umuduyla.

Ya da, bu ince hesabı çözmüş olan iki yaşındaki Beyzanur gibi, canına tak ettiren bu kadının yüzüne bir gün ağzına zorla konulan sarımsak suyunu pıskırtarak acı intikamını alacaktır. Beyza çocukluk kontenjanından torpilli, peki ya bizim öğretmenler, onlar ezile büzüle okulumuzun Doktor Sarımsağının emrinde başka da çareleri yok.

Bazen o kadar soğuk olurdu ki hava, iki yüz metre ilerideki bir yerde olacak programı iptal etmek zorunda kalırdık mecburen. Herkes ayakkabı alırken Narın şartlarını hesaba katardı. Yoksa ayakta durmak için yoğun çaba sarfetmesi de yetmezdi. Olmadı bir yareni olmalıydı kendisine eşlik edecek ve yolun herhangi bir yerinde onun ayakkabısı yüzünden yol ortasına uzunlamasına serilecek. Uzun okul toplantılarının akabinde gecenin sabaha döndüğü zaman dilimlerinde karanlık sokaklarda ilerlerken, karanlığın tam da ortasından 'Hey Türk tokdamayı mısın (dursana)' diye gelen nidalarla hızlanan adımlar, yine yanmayan lambasıyla apartmanınıza girdiğinizde tam da rahatladık diyecekken, apartman merdivenin herhangi bir yerinde merdiven betonundan daha yumuşak bir cisme basıp, 'Bayke (Beyim)' diye gelen feryadın da vermiş olduğu etki ile katlanan bir korku ve de ürperti ile beraber bir anda kendi dairenizin önünde soluğu aldığınız zaman dilimlerine gebe olurdu.

Tabi ki yanmayan apartman ışıklarından nasibini almış karanlıktan anahtar deliğini bulamadığınız için artan kalb ritmi, her geçen dakika acaba az evvel üzerine bastığım sarhoş kendine gelmiş midir endişesiyle birleşince, kapı önünde uzayıp duran kısır döngü ve bitmek bilmeyen zaman dilimleri...

Okuldaki çocuklar futbol aşıkları. Öğretmenler futbol oynarken, tüm okul saha kenarında. Atılan her bir çalım kafidir saha etrafındaki kalabalığı coşturmaya. Güzel ve de faydalı bir ambiyans kurulmasının imkanını sunar mahir her bir öğretmene bu zaman dilimleri öğrencileriyle. O gece etütlerde ve de akşam yatakhanedeki mevzular hep buna endekslidir elektriğin ve diğer nimetlerinin olmadığı bu kuş uçmaz kervan geçmez beldede.

Yatakhanesinin kuzey cephesinden dışarıyı seyrettiğimi bilmem kış boyunca buzlanmış camlarının yüzünden. İşte bu çileli ve de lezzetli beldeden ayrılma vaktimiz gelmiştir başka diyarlara doğru yavaş yavaş. Haber bize ulaşmıştır ama ne diğer Kırgız öğretmenlerin ne öğrencilerimizin ne de atanelerimizin haberleri yoktur henüz. İşte öyle efsunlu günler yaşadığımız bir dönemde, sınıfımızdaki Aybek isimli öğrencimizin kendisinden bir iki yaş büyük olan abisinin vefat haberini aldık ayrılık vaktine bir iki gün kala.

Okulda öğrenciler arasındaki bir şakalaşmanın sonrasında, şehrin başka bir okulunda başına çarpan bir cisim neticesinde ağabeyi vefat eder Aybek'in. Bizler de tam, helalleşmek için aileleri gezmeye başlayacaktık ki bu haberi alır almaz başsağlığına gitmiş olduk.

Oralarda adettendir, ölü olan evin önüne büyük ve de görkemli bir Kırgız çadırı kurarlar. Uzaktan anlarlar ki görenler, o evde cenaze var ve hal ve hareketlerini ona göre tutarlı hale sokarlar, gürültü patırtıdan kaçınır, dostlarının kederine eşlik ederler.

Evin uzağından fark edilen çadıra doğru gelirken, evden gelen ağıtlar da yükselmeye başladı. Kalabalık arttı, sessiz yığınlar kendilerini yavaş yavaş göstermeye başladı. Girip çıkanlar, başında Kırgız kalpağı taşıyanlar, kederli yakınlar...

Türk öğretmenler belli oluyor haliyle o kalabalık içerisinde. Bir grup arkadaş haneden içeri girdik. Ecemiz oturmuş baş köşeye, kendinden geçmiş. Belli ki yorulmuş bitap düşmüş artık ağlaya ağlaya ve ağlamayı da kesmiş. Ama bizleri görünce tekrardan kopup gelen bir çığlık oldu.

Etrafı teselli vermek için 'Yeter artık, bak Türk muallimler de geldi, ayıp oluyor' dediler. Ama ana yüreği dinler mi... Bir ara o acının ortasında 'Beni de oğlumla birlikte gömün, ben de ölmek istiyorum' dedi. Oraya kadar her şey normaldi bizim için de aynen cenaze merasiminin diğer sakinleri gibi. Ama burada komşusuna teselli vermeye çalışan başka bir Kırgız Ecenin 'Nereye ölüyorsun, bak burada Aybek var, o ne yapar sen de toprağa girersen' demesiyle, tüm orada bulunanlar, başta Türk öğretmenler ve daha sonra diğer misafirlerin kanını dolduran şu cümle bizlere olan bakışı acılı bir annenin ağzından ortaya koydu bir kez daha: 'Aybek Türk okulunda, ona benden daha iyi bakıyorlar orada, ben o noktada çok rahatım, bırakın beni ben evladımla toprağa gireyim'...

Sen rahatsın da ece, şimdi biz nasıl rahat edelim hem burada hem de ötede sizlerin bizlere olan bakışları böyle iken diyerek ayrıldık cenaze evinden, içimiz buruk, yükümüz katlanmış, kalbimiz huzur dolu, aklımız ise yapılması lazım olanlarla, yaptıklarımızın çetelesini tutar vaziyette.

Ayrılık günümüz geldiğinde, haber saldık ecemize hakkını helal etsin diye. Kulağımıza geldiği kadarıyla en az kaybettiği oğlu kadar üzülmüş yine geride kalan oğlunu emanet ettiği öğretmeninin gidişine de. Ama onu emanetçisiz koymadılar çok şükür, biri gitti ama bir başkası bayrağı devraldı o beldede. Son gün sabahı okulun kapısında toplanan tüm öğrenciler, öğretmenler, çalışanlar ve de velilerin içinden yanımıza yaklaşan Çolpon Ece 'Geliyorsunuz, bizleri kendinize alıştırıyor ve daha sonra bizleri bırakıp gidiyorsunuz' sözüyle bir kez daha yıkılacak ve bu sözü çok değil, birkaç sene sonra manası aynı ama sadece dili farklı bir şablonda Afganistan'da da duyacaktık.

Bizi kendilerinden birisi bilen, en kıymetli varlıklarını bize emanet edip toprağa gönül rahatlığı ile girmeyi gaye edinen, ayrılışımızı ailesinden birisi gidiyormuş gibi bir üzüntü ile kalbinin en temiz yerinde hisseden bu insanlara karşı sorumluluğumuzun olduğunu bu vesile ile bir kez daha yad etmekte fayda var. Dünya ensar olmuş, hakiki muhacirlerini bekliyor. Gidilen her mekan buna delil, her zaman dilimi ise şahitlik ediyor. Bize de işin en basiti düşmüş belki, valizini eline alıp muhacirliğin hakkını vermek. Allah bu kutsi davasından ayırmasın cümlemizi inşallah....