Türkiye ile AB: "Medeniyetler Çatışması" mı?

Brüksel'de Avrupa Parlamentosu'nun salonlarından biri. Salonda 100'ün üzerinde, Türkiye'den ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden gelen akademya, medya ve siyaset dünyasından katılımcılar. "Türkiye-AB" tartışılıyor. İki gün sürecek olan konferansın başlığı: "Türkiye'nin AB'ye Uzun Yolculuğu: Din, Kültür ve Kimlik"...

Ve, açılış oturumunun konuşmacılarından biri Fransa Rum Ortodoks Metropoliti Monsenyör Adamakis. Türkiye'nin AB tam üyelik hedefine en karşıt kamuoyu ve siyaset sınıfını oluşturan ülkenin Ortodoks cemaatinin başı. Yunan ya da Rum asıllı olduğu adından belli bir Fransız vatandaşı ve Türkiye'nin AB hedefine destek konuşması yapıyor.

Adamakis'i Paris'ten Brüksel'e öyle bir konuşma yapmaya getirten, elbette ki, Patrik Bartholomeos'un onayı ve hatta talimatı. Fener Rum Patriki'nin "ekumenik" olduğunun ve bunun böyle olmasının Türkiye'nin yararına olduğunun canlı kanıtı. Eğer, Patrik Bartholomeus, bazılarının temelsiz iddiasına göre, sayısı 3000'e inmiş olan İstanbul'daki Rumların dini lideri olmaktan başka özelliği olmayan ve "Eyüp Kaymakamlığı'na bağlı bir vatandaşımız" olmaktan öteye gitmeyen birisi olsaydı böyle bir manzaraya tanık olabilir miydik?

Lozan'da asla yer almayan bir hükmü, yalanla Lozan'a dayandırarak Patrik'in "ekumenik" olmadığını iddia edenlerin mesnetsizliğinin canlı kanıtını, Fransa Metropoliti Monsenyör Adamakis'i dinlerken bir kez daha görüyoruz. Zaten, Patrik'in adı geçtiğinde "Ekumenik Patrik" sıfatıyla anılıyor. Türkiye'de kim ne derse desin, bu böyle.

Adamakis'in ardından, İstanbul'dan gelen Ermeni Patrikhanesi'nin temsilcisi Rahip Maşalyan da, Türkiye'nin AB hedefine, Avrupa Parlamentosu'nun bir salonunda güçlü destek ifade ediyor.

"Abant Platformu", bir yıl içinde ikinci kez, Türkiye sınırları dışında toplanıyor. Bu "sekizinci" Abant Platformu. "Yedinci"si, nisan ayında Washington'da, Johns Hopkins Üniversitesi ile ortak bir organizasyonla toplanmıştı. Bu kez, Brüksel'de, Belçika'nın Louvain Katolik Üniversitesi, İstanbul Bahçeşehir Üniversitesi ve Avrupa Parlamentosu ile ortak bir organizasyon ile, Türkiye'nin AB amaçlarına hizmet ediyor. Onursal başkanlığını Fethullah Gülen'in yaptığı Türkiye Yazarlar ve Gazeteciler Birliği Vakfı'nın arkaladığı "Abant Platformu", Türkiye'de hakkında yine bir "dil uzatma kampanyası"nın hedefi kılınmak istenen Fethullah Gülen'in ülkede "hoşgörü kültürü ve diyalog"un yerleştirilmesine yaptığı en büyük katkıların başında geliyor. Türkler arasında yerleştirilmek istenen "hoşgörü ve diyalog" şimdi en gerekli zamanda "Türkiye ile Avrupa Birliği" arasında da yaygınlaştırılmak isteniyor.

Brüksel'deki konferansta, kuşkusuz, farklı görüşler de sergileniyor. Türkiye karşıtı Avrupalı argümanların ne olduğunu, nasıl formüle edildiklerini görme ve dinleme fırsatını buluyoruz. "Giscardien" türden tezleri, adı sık sık anılan Valery Giscard d'Estaing'den bile çok daha iyi formüle edebilen Belçikalı -hem de Valon yani Fransız sayılan değil Flaman- politikacılar ve akademisyenleri dinledik. Türkiye'nin tanınmış aydınları, bu tezlere karşı hararetli tepkiler veriyorlar. En ateşli ve en içerikli konuşmalardan birini, Fransa'da yaşayan ve Fransız zihniyetini en yakından izleyen Prof. Nilüfer Göle yaptı.

Nilüfer Göle, Türkiye'nin sahip olduğu en "kalburüstü" sosyologlardan biri. Önemli sosyolojik analizler yapıyor. Türkiye'nin AB üyeliğinin kapıya dayanması nedeniyle tetiklenen tartışmanın aslında "Avrupa'nın Türkiye üzerinden kendi kimliğini yeniden tanımlamaya ve inşa etmeye başlaması" olarak görüyor. Bu kimliğin, "Avrupa'nın Hristiyanlığını yeniden keşfetmesi" olduğu kanısında ve "'Medeniyetler Çatışması'nın Türkiye üzerinden Avrupa'da yapıldığı" görüşünü ortaya atıyor. Göle'ye göre, Avrupalılar arası tartışma, artık "Türkiye aynasına bakılarak" yapılıyor.

Buna karşılık, bir Alman akademisyene göre, "Avrupa, iki kuşak sonra tümüyle sekülerleşecek" yani şu sıradaki tartışma bir "geçici durumu" ifade ediyor.

Nereden baksanız, "Abant Platformu"nun Brüksel'deki konferansı, Türkiye'nin Avrupa Birliği kulvarlarına dahil olduğunu ve Avrupa Birliği'nin kılcal damarlarında hareket etmeye başladığını ortaya koyuyor. Bu, bir "interaktif süreç"; Türkiye'nin Ortadoğu ülkelerinin hiçbiriyle şu dönemde yapabilmesinin imkanı bulunmayan bir hal. "Türkiye nereye ait" sorusunun karşılığı bile Brüksel'deki bir görüntülerde alınabiliyor.

Ama, "entelektüel düzeyde" bunun böyle olması, Türkiye'nin AB kapısında "tıknefes" beklediği gerçeğini de ortadan kaldırmıyor. Buna karar verecek olan 17 Aralık günü Avrupa Konseyi'nin, bir başka deyimle "AB Zirvesi"nin alacağı karar.

Nasıl bir karar çıkacağı, Brüksel kulislerine bakılırsa, hala belli değil. Biz, Brüksel'de toplanırken, kulaklar, Schröder-Chirac toplantısına uzanmıştı. Sızan bilgiye göre, Schröder ile Chirac, tümüyle bir anlaşma sağlayamadan ayrılmışlar. Chirac, tıpkı Avusturya Başbakanı Schüssel gibi, Türkiye ile ilgili karar metnine "imtiyazlı ortaklık seçeneği"nin de eklenmesini istemiş, Schröder buna karşı çıkmış.

17 Aralık'ta Türkiye'ye -muhtemelen Hükümetlerarası Konferans'ın 2005'in ikinci yarısında başlamasını öngören- bir "müzakere tarihi" verilecek. Sorun, bu karar metninin hangi cümlelerle ve Türkiye'de kabulü ya da sindirilmesi kolay olmayan ifadelerle doldurulup doldurulmayacağında. Bunu, galiba 17 Aralık gününe dek öğrenemeyeceğiz.

Bu arada, Fransa'da Sosyalist Parti'nin Avrupa Anayasası'na "evet-hayır" referandumu Türkiye'yi yakından ilgilendiriyordu. Şu dönemde, Chirac'tan daha güçlü gözüken Parti, bu konuda bölünmüştü. 2007'de Başkanlık seçimlerinde Chirac ya da Sarkozy'nin karşısına Sosyalist aday olarak çıkması beklenen Laurent Fabius, Avrupa Anayasası'na "evet" denmesine -ve Türkiye'nin AB üyeliğine de- karşıydı. Referandumda, yüzde 57 oranında "evet" denilmesi kararı çıktı ve Chirac'ın eli rahatladı. Chirac, şimdi, Avrupa Anayasası referandumu tarihini öne çekmeyi tasarlıyor.

Bu da, Türkiye'ye 17 Aralık'ta "müzakere tarihi" verilmesi ihtimalini daha güçlü hale sokuyor...