Sultanahmet'ten Yükselen Çığlık
Sessizlik içinde derin bir huşu. Namaz bitiyor, dualar, tesbihatlar yapılıyor. Yaşlı adam, tane tane aşr-ı şerif okuyor. Yaz sıcağında yudum yudum hissediliyor tilavet. Hocaefendinin sesinin kısıldığını, artık duyulamayacak hale geldiğini sandığım bir anda, o yaşlı, o yorgun insandan umulmayacak bir feryat kopuyor. Var gücüyle "fettekullâh!" diyor. Ses dalga dalga yayılıp mavi çinilere çarpıyor; sonra her bir kalpte ürpertiler meydana getiriyor. Arka saflardan bir feryat kopuyor o anda. Dönüp bakamıyorum, utanıyorum. "Allah'tan korkun ve O'na karşı çok saygılı olun" ayetine gelindiğinde yükselen çığlık, sanki birinin ödünü koparıyor ve az önceki sükûtun sessizliği son buluyor. Haşyetûllah! Ve sığınıverme Kudreti Sonsuz'a! Emanetin ağırlığını hissetme ve çaresizliği çare yapma! Günahların hicabını yüreğinin en derin yerinde duyma ve Rahmeti Sonsuz'un Settar ismine yönelme...
Cami çıkışında teyzeoğlum Gazi Bey'e "Kim bu pir-i fani?" diyorum Sultanahmet'i lerzeye getiren adamı tanımak için. "Gönenli Mehmet Efendi" diyor tebessüm ederek. Takip ediyorum Gönenli'yi, avluya çıktığı anda görüyorum ki onlarca çocuk sevinçle girmiş sıraya, Hoca'nın elini öpüyor, harçlıklarını alıyor. Sonra Hoca, hafız namzetlerini bırakıp karışıyor kalabalığa...
Önceki gece Hamid Bey'in "Haydi Sultanahmet'e gidelim; hem kitap fuarı da var orada" sözüne uyup o güzel mabede doğru yöneldim. Nereden bilebilirdim ki yukarıda resmetmeye çalıştığım hatıra sökün edip gelecek ve Mavi Cami'nin içinde beni 1981'in bir yaz gününe çağıracak. Bambaşka bir dönemdi o yıllar. Ülkenin her köşesinde bir bahçevan çalışırdı dur duraksız; güller dikilirdi Türkiye'nin dört bir yanına ivazsız-garazsız. Kastamonu'da Mehmet Feyzi Efendi, Elazığ'da Hulusi Bey, Adıyaman'da Muhammed Raşit Efendi, Yozgat'ta Şehzade Ahmet Ergin, İskenderpaşa'da Mehmet Zahid Efendi... Uzayıp giderdi liste. Bir de daha o günden vaazları kaydedilen nasihler, hatipler vardı. Timurtaş Hocaefendi merhum, coşkun konuşurdu. Bazen sarsardı cemaati. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin vaazları İzmir'den yükselir, Türkiye'nin dört bir köşesine dalga dalga yayılırdı. O kürsüde ağlardı, halk teyplerinin başında. Yeni bir neslin destanı yazılırdı cuma vaazlarında.
Şöyle bir baktım Ulu Mabed'e önceki gece. Ne değişmişti bu muhteşem eserde? Biraz dikkat kesilse insan, o mukaddes mabede sinmiş heyecanı duyacak her vicdan. Heyhat! Caminin etrafı kuşatılmış işportacılarla. Ramazan ayının uhrevî havası unutulmuş avluda... Neyse ki caminin içi yine de huzur veriyor insana. Kulağı küpeli bir genç görüyorum; yirmi yıl önce tahayyülü bile mümkün olmayan. İmamın hemen arkasında at kuyruklu bir genç ilişiyor gözüme. Huşu ile duruyor namaza. Genç, ihtiyar, sakallı, bıyıklı, at kuyruklu... Hepsi de sevecen, hepsi de sevgi dolu. Dışarıda yaşanan tartışmaları unutuvermişler adeta.
Başka bir hatırayla dönüyorum 81 yılının yaz sıcağına. Bu sefer cuma kürsüsünde konuşuyor merhum Gönenli. Bir gazeteci yaklaşıyor kürsüye ve basıyor deklanşöre. Bir daha, bir daha, bir daha. "Evladım, n'apıyorsun sen? İzin aldın mı benden?" diyor; ama aldırış etmiyor muhabir. Cemaat öfkeleniyor sonunda. Üç-beş delikanlı fırlıyor ayağa. Hoca teskin ediyor cemaati; "Bırakın evladım, biz kendi işimize bakalım, ibadetimizi yapalım." diyor...
Belli ki bir aradan sonra Sultanahmet'e gidince hatıralar çepeçevre kuşatıyor insanı. Ve son sahne ile bugünün örtüştüğünü görüyor, medya tacizinin devam ettiğini bir daha hatırlıyorum. Galiba en güzelini de merhum söylemişti: Allah'a yönelmek. Sevgi için, barış için, huzur için O'na yönelmek. "Kalplerimizi telif eyle Yâ Mukallibel Kulûb" diyebilmek. Belki de yapılacak en önemli şey bu! Çünkü Ramazan'ın bereketine sığındıkça, eriyecek aysbergler ve yumuşayacak kalpler. Yeter ki içimizde kopan çığlık gökkubbede çınlasın ve Sidretü'l-Münteha'ya ulaşsın...
- tarihinde hazırlandı.