Hazımsızlık

Sayısız ırktan insanları asırlarca idare etmiş bir milletin ne Ermeni problemi olur, ne Rum ne de Sabetaycı...Biz İspanya'da zulme uğrayan Musevileri "Bizi ilgilendirmez" demeden, gemilere doldurup getirmişiz. Museviler gördükleri iyiliğe karşı şükran duygularını bugün bile Beşyüzüncü Yıl Vakfı'yla göstermeye çalışıyorlar.

Mazlumun yardımına koşmak, milletimizin tabiatından kaynaklanan değişmez bir durumdur. Dün yapıtığını bugün de yapar, yarın da... İspanya'dan getirdiğimiz Museviler arasında, on yedinci yüzyılın ortalarına doğru meydana gelen bir çatlaktan Sabetaycılık yükseliyor. Museviler arası faydan yükselen oluşum, kimi doğru, kimi yanlış birçok efsaneyle karışarak bugünlere kadar gelmiş bir konu. Son yıllarda ise özellikle karıştırılarak içinden çıkılmaz hallere sokulmak isteniyor. Kısaca söylenecek olursa Sabetaycılık, Müslüman olduğunu söyleyen ama gerçek anlamda Müslüman olduğuna inanılmayan bir topluluğun adı. Eskiden de bu topluluğa "avdeti", yani dönme denirmiş.

Aslında, Ermeni, Rum, Musevi ya da başka bir şey olmak önemli değil; çünkü hiçbirimiz milletimizi ve ailemizi seçerek dünyaya gelmedik.

Önemli olan, çeşitli kisveler altında ortalığı karıştırarak çatışma zeminleri hazırlayan; asıl kimliğini gizleyerek pirincin içindeki beyaz taşlar gibi "diş kıranlar". Bu türden kimseler son zamanlarda Sabetaycılarla ilgili de bazı çalışmalar yaptılar ve birçok saygın ismi Sabetaycı olarak kayda geçirmeye çalıştılar. Nasıl olduysa, aynı konuda çalışmalar yapan Ilgaz Zorlu'nun maruz kaldığı kıyamet, bu malum kesimden olanların bir tanesine bile uğramadı!

Aynı zamanda bu kişiler birbirini lanse edip, teşekkürlerle yâd ederken, Şemsi Efendi'nin de Sabetaycı olduğunu iddia eden Ilgaz Zorlu'nun adını bile zikretmediler. Ve aynı çevreler yaptıkları her faaliyetin ardından birilerini hedef gösterip, ısrarla isimlerini tasrih ederek damgalamaya çalışırken, azınlık durumunda olanları asla ayırt etmediklerini "Biz Rum'uz, Ermeni'yiz, Alevi'yiz, Sabetaycıyız..." cümleleriyle açığa vurmayı erdem saydılar.

Nedendir bilinmez, aynı "insancıl" tavrı, bu milletin sadrı, sinesi geniş asıl evlatlarının hepsi hakkında sergileyemediler.

Bir sebebi vardır mutlaka. Bu sebeplerden birisi son zamanlarda Ergenekon tipi örgütlenmelerle kendisini gösterdi. Ergenekon ortaya çıkınca anlaşıldı ki, bu türden yapılanmalar her kesimden belli tipte insanlarla çalışarak ortalığı karıştırabiliyor. Taraflar arasında gerginlik çıkartarak münaferet duygularını körükleyebiliyormuş. Musevi yazar Rıfat Bali, bundan birkaç yıl önce verdiği bir röportajda Sabetaycılardan "uçuk" yaşayan ve halkı açıkça küçük görenlerin tepki çektiğini, onların yüzünden Musevilerin de tepkilerin hedefi olmaktan kurtulamadığını söylemişti.

Bu küçümseme olmasa, akı kara gösterebilmek için akıl almaz faaliyetler icra edilmese, "halıcılar, dershaneciler" gazeteci olmak için canhıraş gayretler gösterme gereği duyar mıydı? Ama maalesef... Başka çaresi yoktu.

Din, "İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittir" dese de, hukuk devletleri -ki Türkiye de sosyal bir hukuk devletidir- vatandaşlarının hukuk karşısında eşit olduğunu söylese de, hele Türkiye yakın tarihini anlatırken "teb'adan vatandaşlığa" gibi beylik cümlelerle iftihar etmiş olsa da, bu örgütlenmelere mensup olanlar her şeye rağmen bildiklerini okumakta, hatta bunu kendilerine ait bir ayrıcalık gibi görmekte devam ettiler... Aydınlık ve Cumhuriyet'e uğrayarak törpülenmemiş, kimyası değiştirilmemiş kişileri gazeteciden saymamak bunların açıkça ortaya koyduğu tavırlardan birisidir. O iki kanaldan geldiği halde değişimi takip edebilen, kendisini yenileyebilen insanlara "liboş", "dönek" gibi yaftalar takıp, damgalamak da âdetlerindendir. İşte bu acımasız ayrımcılık halıcıyı da dershaneciyi de gazeteci yaptı. Hatta okuma bilmeyenleri bile gayrete getirdi... Halıcıya, dershaneciye gazetecilik sorgulaması yapanların ne kadar gazeteci olduğuna gelince, o başlı başına bir konu...

Fiili durum ise gazeteciliğin tapulu mal gibi babadan oğula geçmediğini gün be gün daha fazla gösteriyor.

Hazmedilemeyen de bu zaten...