Müslümanlar İçin Mühim Bir Mesele

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin dindar gruplarla ilgili "Bamteli" sohbeti ve ardından Baykal'ın başına gelen kaset hadisesinden dolayı üzüntülerinin Baykal'a iletilmesiyle ortalığı kaplayan yorumlar, bazı dindar çevrelere, "Neler oluyor?" dedirtti.

Dinî hareketlere ilgi duyan gazeteci arkadaşlar da konuya ilgi duydular.

Bir arkadaş, hazırladığı haber için benimle de görüşmek istedi. Konuşmanın faydalı olacağını zannetmediğimi ifade ederek affımı istedim. O da anlayış gösterdi. Ardından "Ama bu mevzular yine konuşarak vuzuha kavuşturulabilir." dedi. "Haklısın; yazılmamak kaydıyla her zaman görüşüp konuşabiliriz." dedim ve telefonu kapattık.

Yazılmamak kaydıyla konuşabiliyoruz ama yazıya dökülürse sözler, maksada hizmet etmekten bazen çok uzak düşüyor. Ciddi bir usul ve üslup problemi var. Buna bir de "ülfeti ilim zannetmek" eklenince hadise içinden çıkılmaz hale geliyor. Konuştukça karışıyor, kurcaladıkça kördüğüme dönüşüyor. Böyle bir ortamda medyanın fonksiyonları, psikolojik savaşın aracı olmakla sınırlanıyor. Ötesi "bu memlekette bulunmaz" hale geliyor.

Gülen Hocaefendi, hakkında en çok yazılan ve konuşulan bir insan olmasına, adı çok iyi bilinmesine rağmen, fikirleriyle, dindar insanlar arasında tanınmıyorsa oturup kara kara düşünmek gerekmez mi?

Soruyor insanlar: "Yahu neler oluyor? Hocaefendi nihayet dindarlara da açılım mı başlattı?"

Acı bir tebessüm yerleşiyor dudaklarınıza ve bu sefer siz soruyorsunuz: Hocaefendi dindarlara ne zaman kapalı oldu ki? Hanginizin ayağına diken battığında kalbi kanamadı ki? Ya siz bundan habersiz misiniz? Diyelim ki öyle zannediyordunuz. Hocaefendi gibi birisinin dindarlara nasıl olup da kapalı olabileceği fikri, beyninizi hiç zonklatmadı mı ki, sebeplerini araştırmadınız?

Halbuki Hocaefendi bugün ne söylüyorsa otuz sene önce de aynısını söylüyordu. Bugün neyin ızdırabınıçekiyorsa, otuz sene önce de aynı şeylerin ızdırabını çekiyordu. Buyurun "Bam Teli" sohbeti ya da "dindarlara açılım sohbeti" eşliğinde Mayıs 1980 tarihinde yayınlanmış "İnsana saygı" yazısından bazı paragrafları birlikte okuyalım:

"İnsanı, insan olduğu için sevmek ve ona saygılı olmak; Yaratıcı'ya saygılı olmanın ifadesidir. Yoksa kendi gibi düşünenleri sevmek ve saymak, samimî ve insanca bir sevgi ve saygı değil, bir bencillik ve insanın kendi kendini putlaştırması demektir. Hele hele, temel düşünce ve tasavvurda, aynı çizgide olup da, tıpatıp bizim gibi düşünmeyenleri horlama ve hakir görme bir mürüvvetsizlik ve hodgâmlıktır.

İnsanlığın gelecekte alacağı cebrî keyfiyet, hele içinde bulunduğumuz dünya itibarıyla, bizi o türlü dikkat ve teyakkuza zorluyor ki, şu anda aceleden vereceğimiz herhangi bir kararın, ileride telâfisi imkânsız hatalara sebebiyet verme ihtimali vardır. Bunun içindir ki, geleceğin mimarları, kuracakları dünyayı, insanlık sevgi ve saygısına dayalı bir mânâ ve görünüm içinde kurma mecburiyetindedirler.

(...)

Farklı düşüncedeki birinin, yol ve sisteminin kritiğini yapabiliriz. Bu, aklın farklı işleyişinin ifadesidir. Ama eğer, aynı ufka ulaşmak için çırpınıp duruyorsak, hiç olmazsa onun düşüncesine de saygı göstermeliyiz. Bu, aynı hedefe yönelik bulunmanın, aynı imanı taşıyor olmanın, aynı terminolojiyi kullanmanın ve nihayet her şeyin üstünde Yüce Yaratıcı'nın tebcil ettiği mukaddes mânâya saygının gereğidir."

Otuz sene önce yazılmış bu cümleler neyin açılımı? Karşımızda bir insan var. Bu insan, yola çıktığı gün ne söylemişse, aradan geçen yarım asra rağmen aynı şeyleri söylüyor. Ya onun neden vatanında olmadığını bile düşünme gereği duymadan gurbette oluşunu bile diline dolayarak ardından konuşanlar... Onlar neyin açılımını yapıyorlar? Hiç düşündüler mi?