Yapacak Çook İşimiz Var

Müze şehir diyorlar Ahlat'a. Zaman tüneline girip, bugünden asırlar öncesine gitmiş gibi hissediyor insan kendisini. Her tarafta buram buram tarih var, nereye baksan ecdadın izleri görünüyor. İnsan köşe başında ashab-ı güzin efendilerimizden ya da Selçuklu ve Osmanlı ulularından birisiyle karşılaşacağını zannediyor.

Bir tarafta Selçuklu mezarlığı, bir tarafta Kayı Boyu mezarlığı...

Selçuklular gibi Osmanlılar da bu muhteşem diyardan geçmiş. Selçuklu mezarlığını gezerken Bülent Bey bastığımız yerin altında saklı bir kentin bulunduğunu ifade ediyor. Mahalle isimleri bile tarih öncesine kadar tüm zamanları kucaklayan bir mekanda olduğumuzu düşündürüyor.

Harabe şehrin arkasındaki mahallenin adı "Taht-ı Süleyman."

Bu mahalleden çıkıp Hasan Kalesi'nin Korucuk köyüne hicret edenler olmuş. Fethullah Gülen Hocaefendi de o soydan neş'et etmiş. Hocaefendi'nin açtığı çığıra bakınca Ahlat'ın geçmişle gelecek arasında nasıl bir altın halka oluşturduğu anlaşılıyor.

Sadece tarihi değil, insanıyla da gönülleri fetheden bir yer Ahlat...

Esnaftan Ömer Bey ve ağabeyi Mahmut Bey'in esprili misafirperverliği, belediye başkanının mütevazı ve tam bir halk adamı oluşu ve görüşememiş olsak da kaymakam ve diğer devlet erkanının da halkın içinden birisi olarak davrandığını öğrenmemiz Ahlat'ı daha da sevdiriyor.

Değerli insan Cahit Ağabey'in balkonunda çay içerken bir taraftan da başlıyorum hayal kurmaya...

Sapasağlam duran kümbetler barajlar altında kalan camilerin "batık minare"lerini andırıyordu. Su yerine toprak basmıştı bu yerleri. Herkes biliyordu bastığı yerlerin altında hayali cihanlar değecek bir medeniyetin bulunduğunu...

Bir gün temel problemleri çözüp zihinlerimizi basan kara kuralardan kurtulunca medeniyetimizin kalıntılarını da toprağın istilasından kurtarmak üzere özenle kazmaya başladım hayalen... Kalıntıları güzelce belirleyip, varlıklı insanlara topraktan satar gibi sattım. Sonra oradan gelen para ile taş taş restore edip, içine sahiplerini yerleştirdim. Gurbetten dönüp baba ocağına yerleşmiş oğullar gibi geldi bu tablo bana...

Aynı hayali iki yer için daha kurmuştum ve bana hiç de pahalı gelmemişti. Birincisi Mescid-i Nebevi, ikincisi de İstanbul'un Suriçi'ydi.

Mescid-i Nebevi'nin ışıl ışıl parlayan bugünkü binası aynen kalmak üzere Efendimizin mescit olarak imar ettiği yeri ayırıp, toprak ve hurma ağaçlarıyla orijinalinde olduğu gibi yeniden yapmak isterdim. Cennet bahçesi olarak bilinen yerde namaz kılmak isteyenler modern yapıdan açılan bir kapıyla o toprak mescide girse asırları aşarak onun mütevazı hayatına misafir olmuş gibi hissetmez miydi kendilerini? Namazlarını da asrı saadet insanlarının namazları gibi kılmazlar mıydı o halet-i ruhiye ile?

Suriçi'ni de eski eserleri bırakmak şartıyla tamamen yıkıyorum hayalimde... Sonra açılan alana cumbalı evleriyle tam bir Osmanlı İstanbul'u inşa ediyorum. Yolların tamamını yer altına alıyorum. İnsanlar yer altından gelip, evlerinin altına arabalarını park ederek yukarıya çıkıyorlar. Yukarıda sadece yayalar ve atlı arabalar bulunabiliyor. İmkanı olanlar şehirlerin kıyısında özel yapılmış sitelerde sükunet arayacağına burayı tercih eder, diyorum ve bu proje de bana hiç pahalı gelmiyor.

"Kökü mazide olan bir ati için" cedlerimizin mirasına hayatımızda bu kadar yer vermek çok mu?