Dik Durma Sınavı

28 Şubat 1997, gerekçesi ne olursa olsun demokrasiye müdahalenin tarihidir.

Bir MGK toplantısında Erbakan hükümetine muhtıra verilmiş ve dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in 'sivil' desteği ile hükümet el değiştirmiştir. Pekiyi sonra ne olmuştur? Bu müdahalede kendi hesapları gereği rol alan, rol kapan bütün siviller itibar ve onur kaybına uğramışlardır. İlk genel seçimlerde de tasfiye olmuşlardır. Ama 28 Şubat'ın asıl vurduğu, yıprattığı; yargı, medya ve üniversiteler olmuştur. Yargıya ve üniversitelere verilen brifingler yargı bağımsızlığının ve üniversite özerkliğinin en açık ihlali iken kimsenin gıkı çıkmamıştır. Şimdi dönemin bazı üst yargı elemanları yaşadıkları ıstırabı ve aczi itiraf etseler de sarsılan güven ve itibarı telafi etmek mümkün olabilecek midir? Keza medya, bırakınız itiraf etmeyi, ima dahi edilmese de asıl boynu bükük kurum odur.

Nitekim Sabah gazetesinin o süreçteki yazı işleri müdürü Can Ataklı'nın gazetemizde yayınlanan itirafları bu boynu büküklüğün en çarpıcı kanıtıdır.

Ne diyor Ataklı? 'Gazete manşetlerini görevdeki generaller atıyordu.' Bu aşağılanmayı, hadi maksadı tam anlatalım, 'medyanın başına çuval geçirilmesini' hazmetmiş, daha sonra hiç mesele yapmamış, kınamamış, bunu sineye çekmiş bir medyanın, meslek ilkelerinden ve etiğinden bahsetmeye yüzü olabilir mi? 28 Şubat'ı, laikliği bahane ederek siyaset sahnesini istedikleri gibi dizayn etmek için kullananların hedeflerine varamadıkları da ortadadır. AK Parti iktidarı onların hiç arzu etmedikleri bir iktidardır. İşte bu yüzden mevcut hükümetin kurulduğu günden itibaren alaşağı edilmesi için yine demokrasi dışı yollar deneniyor. Bu ise seçilmişler ile atanmışlar arasında barış köprüleri kurulması ve toplumsal bir uzlaşmanın sağlanması, ya da sistemin en çok ihtiyaç duyduğu konsensüsün de önünü tıkıyor. Halkın seçtikleri ile sadece kendilerini 'vatan evladı' gören bürokratların bilek güreşi daha ne zamana kadar devam edecek?

Bunları şunun için yazıyoruz. Aynen 28 Şubat öncesinde olduğu gibi yine provokasyonlar sergileniyor. Yine devletle irtibatlı, yargıyla bağlantılı olduğu ileri sürülen çeteler bir bir sahne alıyor. Susurluk benzeri Şemdinli olayı örtbas edilmek isteniyor. Yine Aczmendiler, benzeri gösteri grupları hazırlanıyor. İrtica tehlikesi için malzemeler piyasaya sürülüyor.

Bu arada toplumun kafasının tıpkı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi karıştırılması için samimi, ihlaslı dindar insanlar aleyhine güven sarsıcı tezgahlar kuruluyor. Medya icadı birtakım ilahiyatçılar bu tezgahlarda şöhret paslanmasına uğramamak için görevler alıyor. İlmine, akademik seviyesine kimsenin laf edemeyeceği Prof. Dr. Suat Yıldırım gibi mümtaz insanlara bile cepheden saldıranlar, aslında ceviz kabuğunu bile dolduramayacak laflar ettiklerini bir türlü göremiyorlar. Şöhret şehveti, meğer akıllı bildiğiz nice insanı da pusulasız bırakıyormuş.

Şimdi soru şudur: Dün dik durmayı bir türlü beceremeyen ve bu yüzden güven, onur ve itibar kaybına uğrayan kurumlar, Avrupa Birliği yolunda ilerleyen Türkiye'nin bilmem kaçıncı defa demokrasi rayından çıkmasına yine seyirci kalacak, yine destek verecek, yine boyun mu bükecektir? Mesele mevcut hükümetin savunulması meselesi değildir. Varsa AK Parti'nin yanlışları, kabahatleri onu cezalandırmanın yeri sandıktır. Kendi eden kendi bulur. Kendi düşen de ağlamaz. Millet de yanlış yapanın arkasından ağlamaz.

Milletin demokrasi içinde göreceği hesaba kimse de mani olamaz.

Demokrasiye müdahale ise bir çıkmaz sokaktır. Hâlâ mı anlaşılamayacak?