İki Siyah Leke ve Mea Culpa

İki siyah leke... Yerde boz renkli toprağın arasına karışmış yeşil ot parçaları. Öndeki, toprağa kapaklanmış yaşsız bir çocuk. Beş mi, yedi mi, on mu? Yaşı ne tayin eder ki? Arkada nihai anı kollayan bir akbaba... Sabırlı. Genetik kodlarına yazılı içgüdüsüyle beklemesini biliyor.

Kâğıdın, ışığın, merceğin, arkasındaki insan gözünün tuhaf bileşiminden teşekkül eden bir fotoğraf üstünde iki kara leke. Biri dermansız bacakları üzerinde duramayan, açlığın uğursuz elinin can soluğunu soğurduğu küçük bir çocuk, diğeri risksiz avlarının ardında zaman bıçağını kullanan savanların fırsatçı yırtıcı kuşu... Fotoğrafçı bu arada ne yapıyor dersiniz? Bu "muhteşem" resmi çekip gidiyor mu? Belgeselciler gibi, doğaya müdahale etmemek gerek mi diyor? Çocuğun akıbetindeki belirsizlikten onu anlıyoruz. Doğa? O çocuk doğanın bir parçası demek ki.

Yıl 94 ama ne önemi var, çocuk gibi fotoğrafın da yaşı yok. Fotoğraf gösterdiği anla birlikte artık tarihsiz bir anlatı. Fotoğrafın öncesi uzun bir hikâye, sonrası ise kısacık olmalı. Sonrasını düşünmeye başladığınızda insanlığınızın duvarına tosluyorsunuz.

Fotoğraf Somali'de Birleşmiş Milletler'in yardım kampının birkaç kilometre ötesinde çekilmiş. Fotoğrafçı Kevin Carter, bu fotoğrafıyla Pulitzer ödülü almış. Herhalde şık bir salonda ödül verilirken bu fotoğraf duvara yansıtılmış, bol bol alkışlanmıştır. -Öyle olur. Gözyaşları dökülür, insan olduğumuzun ölümsüz delili merhamet bir iç çekişle birlikte aşikâr kılınır ve hayat devam eder.- Carter ise Somali'de gördükleri dolayısıyla içine girdiği depresyondan kurtulamayarak üç ay sonra intihar etmiş. Carter belki -gecikmiş bir şekilde- kendi bedenini fırlatmak istemiştir akbabanın önüne, belki yaşatmak için yaşama kapılarında yorgun ve çaresiz kaldığı bir anda, bu son teselli sığınağına çekilmek istemiştir. Miş miş miş...

Fotoğrafı gördüğüm anda bakıp geçmiştim, sonra dönüp yeniden baktım, sonra yeniden. Biraz sonra başka işlerle uğraşırken fotoğrafın uğursuz bir kara leke gibi hafızama yerleştiğini anladım. Her türlü işi bırakıp yeniden fotoğrafa döndüm. BM görevlileri, bu fotoğrafın ardından çocuğu aramışlar. Fotoğraf bize bakmayan, bize bakamayacak olan o çocuğu anlatıyor. Adı bilinmedik, adı olmayan, Somali denilen ülkede üzerine bastığı, hayır hayır üzerine yıkılmak üzere olduğu toprakla arasında sadece ton farkı olan o çocuğu... Somali'de açlıktan on binlerce insanın öldüğünü biliyoruz. "Bilgi"! Bilgi ne işe yarar, sayılara çevrilmiş bu bilginin bize söylediği ile fısıldadığı arasındaki farkı anlamak için bilgiden ötesine ihtiyacımız var. Peki, teselli bulalım, on binlerce insan ölmüş, açlıktan, evet açlıktan insanlar ölebiliyor, bu çocuk da o sayıya dâhildir herhalde. Buyurun bir parça rahatlayalım, o fotoğraftaki leke şimdi on binlerin içinde küçük bir nokta. Bir kişi öldüğünde dramatik olan etki, on binler telaffuz edildiğinde kendini tekrarlayan bir bıkkınlıkla yok mu oluyor acaba? Sayıların bolluğu hepimizi seyircisi olduğumuz bir savaşın ön cephesindeki doktor durumuna mı getiriyor? Elbette vicdanımız var, ama bütün sedyeler dolu, bütün kollar ve bacaklar kopuk, her yerde son nefesini verenler. O doktor nasıl ölenlere yabancılaşıyorsa biz de öylece "on binlerin" telaffuzundaki yabancılaştırıcı etki ile fotoğrafa karşı bir emniyet mesafesine çekilebiliriz. On binler sözü, o insanları "birey" olmaktan çıkartıp, birbirinden farkı olmayanların "türüne" dönüştürüyor. Hâlâ Afrika'da siyah derililer var değil mi, öyleyse hayat sürüyor dostum, o çocuk başkalarının derisi altında yaşıyor ve bizi, hepimizi masumlaştırıyor.

Zihni egzersizler gerçeğin üstünü örtebilir mi? Çıplak gerçeğin yerine kelimeleri koyabilir miyiz? Dünyanın bütün dil dağarını terazinin bir kefesine koyuyorum, diğer kefeye de o çocuğa uzatılacak bir bardak sütü, bir dilim ekmeği, bu kefe ağır basıyor. Arka plandaki topraktan kulübeleri görüyor musunuz? Onlar yoksulluğun en uzak ucunda duran karanlığın fenerleri. Yokluğun, yoksulluğun meşum habercileri. Belki evi oralarda çocuğun. Ama evle çocuk uzak diyarlara savrulmuşlar. Annesi diyorum, sağ olsaydı gözyaşlarıyla, kanıyla beslerdi çocuğunu. Babası, böylesi bir ölümle elbette baş edecek bir hayatla kucaklardı onu.

Fotoğrafa dokunuyorum. Yılları ve mesafeleri aşamam çocuk. Yine de bu beni kurtarmıyor. Seni böylesine diz çöktüren hikâyeyi bilmem beni kurtarmıyor. Evet, senin ülkeni sömürdüler, senin atalarını köle yaptılar, vurdular, öldürdüler, topraklarını talan ettiler, emeğini kanla, ateşle kendi ekmeklerine katık yaptılar. Senin tarihin zincirlerin, esaretin, en acımasız sömürünün tarihi... Bugün orada bir lokma ekmekten yoksun öylesine yıkılmanın nedeni topraklarının bereketsizliği, senin yol yöntem bilmemen değil. Sen atalarından zorla çalınmış bir geçmişin bedelini ödüyorsun. O akbabadan çok daha önce senin ülkene yırtıcı pençeleri ve gagaları, askerleri, topları, tüfekleri olan başkaları geldiler. Onlar bu akbabadan daha zalimdiler. Akbaba bekliyor, onlar beklemediler. Sen bunları bilmiyorsun doğru, ben biliyorum, ama bunu bilmek beni kurtarmıyor çocuk. Sen orada öylece dururken ben yanında olmalıydım, bu küçük dünyada bir yerlerdeysem, soluk alıyorsam, elimde ekmeğim, sana koşacak gücüm varsa bunu yapmalıydım. Kimseyi suçlamıyorum, sömürgecileri bile, çünkü onların varlığı vicdanımın üstüne çektiğim perdeye dönüşmemeli, beni beraat ettirmemeli, masumiyetimi teminat altına almamalı. O fotoğrafı gördüğüm andan beri biliyorum ki, hiçbir mazeretle, gerekçeyle kaçamayacağım şekilde bu benim suçum. Mea culpa.

Masanın üzerindeki fotoğrafa bakarken zihnimde bir başka fotoğraf beliriyor. Tanzanya'da Dar-es Selam'da bir mezar. Gölgeleri de dalları gibi birbirine karışmış iki keşanot ağacının altında. Bir Türk okulunun girişinde...

O mezarda Erzurumlu Erkan Çağıl yatıyor. Erkan Çağıl'ın, nam-ı diğer Hakan Usta'nın gülümseyen yüzü sisler içinden geliyor, berraklaşıyor. Çağıl'ın Afrikalı çocuklara geçmişlerinin uzantısı olmayacak onur dolu gelecekleri için kurduğu okulun beyaz duvarları artık onun gülümsemesi, biliyorum. Erzurum'dan Tanzanya'ya, Afrika'nın yüreğine uzanan o ele, şimdi bu Afrikalı çocuğun resmine bakarken ben de tutunuyorum. Benim elim de bir siyah el, yorgun ve terli. Ben gidemedim ama çok önceden Çağıl gitmiş diyorum o fotoğraftaki çocuğun, onun kardeşlerinin üstüne bir rahmet bulutu olmak için. Çağıllar gitmiş diyorum. Erkan Çağıl'ın mezar resmini bu Afrikalı çocuğun resminin yanına koyuyorum. Mea Culpa. Sözlerin yapamadığını o mezar yapıyor, "mezarlardan bile yükselen bir bahar" olabileceğini görüyorum. Hâlâ suçluyum, ama umudum var!