Gülen'in Dünyasında "Derin Vefa"

İki hafta önce "Fethullah Gülen'e tanıklık etmek" başlığında yazmış ve bitmeyen o yazının devamını da vaat etmiştim. Bu gün de Gülen'e tanıklığı mekan ve eşya üzerinden, bir parça da "duvar okumaları" başlığı ile sürdüreceğim. Bu aslında kesitten bakarak "derin" bir varoluşa tanıklık, parçadan bütüne yolculuk denemesidir.

İnsanın mekânla ilişkisi her zaman dikkat çekicidir. O aynı zamanda insanın fikir ve ruh kimliğini de deşifre eder. Birkaç yıl önce tanık olduğum bir "anı" resmetmeye çalışarak konuyu müşahhas hale getireyim;

Gülen'in küçük bir odası var. Gününün büyük bölümünü burada geçiriyor. Oda kendisinden az daha büyük bir salona açılıyor. Misafirlerini bu salonda ağırlıyor. Sekiz yıldır kullanılan kanepeler yıpranmış ve "değiştirelim" diye ısrar etmişler, o da gönülsüz bir şekilde "olur" demiş.

Aradan aylar geçmiş, Türkiye'de hazırlanan yeni eşyalar tam da biz oradayken geldiler. O, sanki hiç karşılaşmak istemediği bu tablodan kaçar gibi ilgisizdi. Ertesi sabah; "Efendim müsaadeniz olursa salondaki değişikliği bugün yapalım mı" sorusunu "bugün misafirlerimiz var" diyerek kelimenin tam manasıyla savuşturdu.

Bir gün sonra yine olumsuz cevap verdi bu soruya. Üçüncü gün de peşini bırakmayan "değişim" sorusuna isteksiz ve gönülsüz olarak sadece "olur" dedi.

Ortam bir anda hareketlendi, koltuklar yerlerinden sökülüyordu. Gülen de salona açılan küçük odasının kapısına başını dayamış halde olup biteni seyrediyordu. Ben de fırsat bu fırsat dedim, bütün dikkatimi Gülen'in hal ve tavırlarına yoğunlaştırdım, mimiklerindeki değişimin duygu dünyasındaki karşılığını, içinde meydana gelen dalgalanmayı anlamaya çalıştım.

Salondan ilk parça dışarı çıkarılırken, gözleri baktığı yerde daldı kaldı, çehresine derin bir hüzün çöktü, bu "ayrılık anı" pek müşkül geldi ona. Aynı hal sürüp gitti ve o, salondan çıkan her bir eşyanın arkasından, sevdiği, kader birliği yaptığı, uzun gecelerde sırdaş bildiği, gözetip kolladığı dostlarına veda ediyordu.

Çünkü o yaşadığı mekânla bütünleşir, orada her zaman içine açılan bir hayal kapısı bulur, ondan geçerek kendi "küçük ve mahrem dünyasına" yerleşir. Onun bu kadar derinden duyduğu his ve duygular, elbetteki o mekanda geçen pek çok müşahede, hatıra, tevafuk, müzakere, musahabe ve dünya kadar acı-tatlı hadiseden kaynaklanır.

Her veda anı zordur, kalbiyle yaşayanlar için daha da zordur. Kanepeler, koltuklar bir bir gitmiş, eller gelip iki sehpaya dokunmuştu ki, veda bakışları "bunları da mı götüreceksiniz!" sözüyle bölündü.

Değiştirenler kararlıydı, "Efendim, arkadaşlar daha kullanışlı iki sehpa hazırlamışlar" demekle yetindiler.

Gülen, "hiç olmazsa binada bir yerlere koyun da arada bir görelim" talebinde bulundu sessizce.

Yetmedi, kütüphaneye de el attılar, kitapları indirmeye başlamazlar mı…

Belki ki o bu kadar kapsamlı bir değişiklik düşünmüyordu.

Acı dolu ses hayretle bir kere daha kendi haline tercüman oldu; sadece "bunları da mı!..." diyebildi.

Baktı ki çok kararlılar, salondan çıktı, koridorun bitiminde soldaki odaya gitti, salondan çıkan kütüphaneni bir kısmına orada bir yer buldu…

Aşina olduğu, çay bardağını, gözlüklerini, ilaç kutusunu, kalemlerini taşıyan o iki sehpayı sürgünden kurtardı, sadece oda değiştirdiler, kütüphanenin bir bölümü de öyle…

Mekân ve insanın eşyayla münasebeti kişinin ruh rengini, zihin berraklığı, kalp duyarlılığını da ele verir. Hatta dünya görüşünü özetler, ahirete bakışına dair kapılar da açar.

Gülen'in yaşadığı evde, —nasıl olduğunu izahta zorlansam da— bir "derinlik ve ufuk" inşa edildiğini giden herkes görür.

Gülen, mekânı ve içindeki eşyaları cansız, üzerinden zaman geçtikçe yıpranıp eskiyen ve atılıp da yenisiyle değiştirilecek basitlikte görmüyor, mekân ve eşya ile "canlı" bir diyaloga geçiyor.

Eşya anlamlar deryasında dolaşıyor, "vefa" ile de tanışıyor. Orada eşya kullanıldıkça değer kazanıyor, kadim bir dost gibi "hatırlı" hale geliyor. Gülen'in tesir alanında hayat "israf etmeme" ve "iyilik gördüğünü terk etmeme" prensibi üzerine kurulmuş.

Burada eşyaya bağımlılık değil de, eşyaya "nimet" ve "Allah'ın emaneti" nazarıyla bakıp insana olduğu gibi ona da "vefa gösteren" bir "insanlık hali" söz konusu.

Her insan bir mekânın parçasıdır. Oraya hem kendisini yansıtır, hem de orada kendisini bulur. Mekânın içinde yaşanan hayat zamanla mekâna ruh katar. Ruh kazanmış mekânda eşyalar şefiyle bulmuş orkestra ahengiyle oradaki varoluş mücadelesini seslendiren bir senfoniye dönüşürler. Varlığın sırlı dünyasına vakıf insanın nazarında her şey canlıdır, her mekanın bir dili vardır, orada her şey bir yüksek gayeye hizmet eder.

İşte Gülen'in yaşadığı mekân bunun en güzel örneklerinden… Mekânın mimari tarzı, iç ve dış renkleri, tasarımı, eşyaların seçimi, kütüphane, vitrin, halılar, aydınlatma… Ve "duvarların dili" haline gelen tablolar, levhalar, sürekli dönen elektronik çerçeve…

Bu mekânda duvarların bile yükü ağır. Kâh merdiven başında, kâh koridorun, salonun duvarlarında asılı, bir kısmı da slayt olan, kimi hadis, kimi ayet, kimi anonim levhalardan bazıları;

"Buda geçer Ya Hu"
"Gerçek hür, insanların verdiği sıkıntılar kendisini gazaba sevk etmeyen, hakiki yiğit de şahsına yapılan eziyetlerden dolayı asla intikam hissine kapılmayandır."
"İnsanı Allah'a yaklaştırmayan her nimet onun için bir afettir"
"Sevgiliden söz et aksi halde sus!"
"…Ve insan aldandı"
"Istırap en duru ilham kaynağıdır"
"Sen tohum at git, kim hasat ederse etsin"
"Allah bizi insan eyleye"

Bu levhalar insan psikolojisi açısından da okunabilir, fikir ve ruh enginliği açısından da. Mana peşinde koşanlar için çok şey söylüyor duvarlar.

Gördüğüm gerçek şu ki; burada duvarların yükü bile ağır.

"Başlangıcı zehir, neticesi şeker-şerbet bir şey varsa o da sabırdır."
"Sözün hikmet sükûtun da tefekkür olsun"
"Sakın incitme bir canı, yıkarsın arş-ı rahmanı"
"Yutmadan evvel çiğnemek ne ise, konuşmadan evvel düşünüp taşınmak da odur"
"Garaz insanı kör, sağır ve kalpsiz eder"
"Kalbin gül gibi olmalıdır ki, söz ve davranışlarında ıtır gibi koksun"

Önceki tecrübelerimden de hareketle rahat ifade edebilirim, bu sözler ne kadar derinse, burada gördüğüm insanların hali de aynı oranda bu derinliği yansıtıyor.

Burası sekine ve ruhanîlere açık iklimiyle, gönüllerin zaman ve mekân üstü âlemlere yükselmesinde bir rıhtım, bir liman, bir rampa gibidir.

Devam edelim duvarlarda dolaşmaya;

"Oldum, diyen solmuştur"
"Allah bizi insan eyleye"
"Siyah yılanla birlikte ol, nefisle birlikte olma"
"Erenlerin sohbeti artırır marifeti"
"Başkalarının ayıplarıyla meşgul olan hayat boyu hep ayıp yapar durur"
"Edepten mahrum olan Allah'ın rahmetinden de mahrum olur"
"Akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edin"
"Bir çeşit başkalaşan her çeşit başkalaşabilir"
"Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler"
"Allah'ım, ne olur ruhumun abidesini her zaman dimdik tut"
"Bir insanın imandan nasibi mahlûkata şefkati kadardır"
"Hedefi belli olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez"
"Ağaç kurumamışsa baharı duyar"
"İstikametin talibi ol, kerametin değil"

Öğrendim ki Gülen, göz alışıp mana kaybolmasın diye levhaları, yerlerini, çerçeveleri sık sık değiştirtiyormuş. Dil aynı olsa da bazen şivenin değişmesinde fayda mülahaza edilmiş.

İsraf yok, eşya dahi anlam kazanıyor, tükenmiyor, eskimiyor, boyut değiştiriyor.

Eşyaya böyle bakan bir gönül insana nasıl bakar ki?

Vefalı bir dünya orası.

Orada sürekli öze dönüş yaşanıyor. Burası bir durak değil, yolculuğun bütün boyutlarıyla gönüllere aktığı, hayatın hep kıvamında hissedildiği müstesna bir yer.

Burada derin bir aidiyet ve bize ait bir medeniyet duruşu var. Buna "beşinci kat kültürü" demek yerinde olur.

Gülen, yıllar önce kaleme aldığı bir makalede Beşinci Katı anlatırken şöyle diyecektir; "İnsan eğer bütün bütün kör değilse, bu mekâna uğradığında mutlaka onun yüzüne, gözüne, sözüne, edasına bir ruh, bir mana, bir şiir siner ve ona nice nezih hayal âlemleri kapılarını aralardı. Doğrusu bu mekân hemen her zaman, duyguları besteleyen, düşünceleri besleyen ve ruhları coşturan büyülü bir yerdi. Fakir bazen onu ayakta Mabud'a kıyam eden bir âbid, bazen bir dağın zirvesinde secdeye kapanmış bir mahviyet insanı, bazen de Yaratıcısı'na el açmış yalvaran bir gönül eri gibi tahayyül ederdim…"

Gülen anlatmaya devam ediyor; "Bu kattaki hemen her şey, suyu, havası, yeşili, dekoru ve daha değişik aksesuarıyla Beşinci Kat'ın ruh, mana ve edasına çok yakışan farklı renkte çiçekler gibiydi. Tedâî ettirdikleri şeyler itibariyle, orada cereyan etmiş dünya kadar hadiseyi ve oradan gelip-geçmiş pek çok insanı hatırlatırlardı. Mini müze yüzlerce hatıranın bir diskete sıkıştırılmış resmi veya kodlanmış bir hatıralar albümü gibiydi. Bundan dolayıdır ki, buradaki eşya, zatî değerleri itibariyle değil, şifresi oldukları hatıralar açısından ele alınmalıdır."

Her şey gibi eşyada insan için bir imtihandır.

Ne diyeyim; çoğumuzun eşyada kaybolduğu, elinin değdiği her şeyi tükettiği, vefayı unuttuğu, nimetleri azaltarak sayılabilir hale getirdiği bir dünyada yaşıyoruz.

Neyse ki önce kendisini israf etmeyen, sonra da elinin değdiği hiçbir şeyi tüketmeyen ve böylelikle ruhunun abidesi her zaman dimdik ayakta duran hayat sahipleri de var…