Abant: Ortadoğu İçin Umut Var mı?

Yazmak, bazen sadece tarihe not düşmekten ibaret, bazen de geleceğe yeni kapılar açmak demek.

Bilimsel toplantılar, bazen fikir adamlarının, fildişi kulelerinin dışına çıkıp başkalarının fildişi kulelerinde olup bitenlerden haberdar olmaları ve sonra sessiz sakin kendi dünyalarına geri dönmeleri; bazen de, tarihin gidişine yön verecek, her şeyi yeniden başlatacak bir hamlenin başlangıcı demek. Tarih hızla bir dönemece yaklaşıyor. Dünyada olup bitenleri az da olsa takip edenlerin ortak kanaati bu. Bu dönemeç geçilirken, tarihin merkezkaç güçleri zirveye çıkacak. Güçlü bir savrulma yaşanacak. Hazırlıksız olanlar, öngörüsüz olanlar, dayanıksız olanlar tasfiye edilecek ve tarihe karışacak.

Abant Platformu'nun 8. yılda, 11. toplantıda masaya yatırdığı "Küresel Politikalar ve Ortadoğu'nun Geleceği" konusu, güçlü bir savrulma ile yaklaştığımız dönemeci, kısaca Ortadoğu'yu tarihin akışına uygun olarak merkeze aldı. Meleklerin cinsiyetini tartışacak halimiz yok. Ortalık yangın yeri. Bu yangının bizi de içine alarak yayılacağı ortada. Sıcaklığı yüzümüzde, elimizde hissetsek de kaçacak yerimiz yok. Çözüm bulmak, üstelik çözümü şimdi bulmak zorundayız.

Abant Platformu, Türkiye'nin entelektüel gücünün tamamına yakınını bir noktaya teksif etmeyi, buradan Türkiye'ye aşamalar kaydettirmeyi başaran bir organizasyon. Başka bir zeminde karşılaşma ve müşterek fikir yürütme imkanı olmayan akademisyenler, gazeteciler, entelektüeller, son zamanlarda sayısı artan stratejisyenler iki dar gün için bile olsa bir araya geliyorlar. Farklı disiplinler, farklı ilmî gelenekler, farklı meşrepler ve kimlikler aynı hedefe yöneliyor. Fikirler adeta çekiçle örs arasında dövülüyor. Türkiye'nin en büyük İslâm âlimlerinden Hayrettin Karaman'la, bölgeyi avucunun içi gibi bilen Cengiz Çandar'ın, İbrahim Öztürk gibi ışıltı saçan bir akademisyenin, alanında otoritesi tartışılmaz olan Şevket Pamuk'un, hayatını bu bölgeyi kuşatacak şekilde yeni fikirlere adamış Ali Bulaç'ın bir araya gelmelerinden ve tartışmalarından "barika-i hakikat"in çıkacağı aşikar. Üstelik, eski Mısır Dışişleri Bakanı Ahmet Maher'in, Ürdünlü Hasan ebu Nimah'ın ve İran, Mısır, Lübnan gibi ateşin yandığı ülkelerden gelen entelektüellerin huzurları ve eleştirileri ile tartışılan fikirlerin, ileri sürülen görüşlerin değeri izahtan vareste olmalı. Bize düşen ise tarihe kayıt düşmenin ötesinde bu tartışmaları tarihi değiştirecek tek aktör olan geniş kitlelere ulaştırmak olmalı.

İslâm ülkeleri arasında işbirliği ve uyum

İslâm Konferansı Örgütü Genel Sekreterliği'ne ilk defa seçimle gelen Ekmeleddin İhsanoğlu, vukûfu ve feraseti ile gerçekten İslam dünyası için bir şans. Bulunduğu yerden gördüklerini ve önem verdiklerini dinlemek ise Abant Platformu müdavimleri için bir şans idi. İhsanoğlu, uluslararası sistemin yeniden şekillendiğini, dengelerin henüz yerli yerine oturmadığını hatırlatıyor. Irak'ın mezhep çatışmaları batağına saplanarak Somali olma yolunda hızla ilerlediğini söylüyor. Akla uygun çözümlere çok uzak olduğumuzu ve istikrarsızlık kaynağı olan Arap-İsrail çatışması ile Irak'ın işgali sorunu çözülmeden bölgeye barış ve huzurun gelemeyeceğini ihtar ediyor. Derin bir entelektüel vukuf ile, 19. yüzyıl Osmanlı tecrübesinden hareket ederek İslâm toplumlarında demokrasi pratiğinin gelişeceği şartlara ışık tutuyor. 'Demokrasi'nin evrensel değerleri ile İslâm toplumlarının ihtiyaçları arasında kurulan köprüler zengin bir birikim oluşturuyor. İslâm toplumlarının kendi öz yapılarına göre demokrasi gelişiyor. İhsanoğlu, bu gözlemlere, yeni ve kapsamlı işbirliği alanları geliştirme ihtiyacını ilave ediyor. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun başında bulunduğu İslâm Konferansı Örgütü'nün, Birleşmiş Milletler'den sonra en çok üyeye sahip uluslararası örgüt olduğunu da biz ilave edelim.

Nitekim, "Siyaset, güvenlik ve demokrasi" başlığını taşıyan oturum, İKÖ Genel Sekreteri'nin işaretlediği alanda geçti. "Daha fazla güvenlik, daha az demokrasi; daha fazla demokrasi, daha az güvenlik" şeklinde formüle edilen "demokrasi paradoksu" aşılamıyor. Gökhan Çetinsaya'nın en kritik çatışma alanlarını özetleyen ve geleceğe yönelik öngörüleri mevcut dinamikler üzerine inşa ederek sıralayan bildirisi ufuk açıcı idi. Üç kuşak; Şii, Kürt ve İhvan-ı Müslimîn kuşakları, bu bildiride geleceğin aktörleri olarak öne çıkıyor. Çetinsaya, İslâm toplumları için, AGİT benzeri bir örgütün oluşturulması önerisini tartışmaya açtı. Cengiz Çandar, hazırûn arasında bulunan eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış'ı da referans göstererek, bu önerinin 1988'de Türkiye tarafından İKÖ'ye yapıldığını hatırlattı. Belki bir şablon olarak AGİT'in aynısı olmayan; ama İslâm ülkeleri arasında insan haklarına riayeti, demokrasinin geliştirilmesini ve özellikle güvenlik ve işbirliğini geliştirecek bir örgüt tasarlanabilir. Tarih bugün 1988'den farklı bir noktada. Belki, 1988'de Türkiye'nin önerisi kabul edilmiş olsa idi, alınan mesafe ile, bölge bugün çok farklı bir noktada olabilirdi.

Abant toplantısının bütününe yansıyan, Ortadoğu'nun geleceğine yönelik karamsarlığı aşacak bir kanal, belki böyle bir teşebbüs ile açılabilirdi. Zira hava gerçekten ağır. Amerika gibi dışarıdan gelen güçlerin müdahalesi, sorunları ve çatışmaları içinden çıkılmaz hale getiriyor; öbür taraftan bölge içinden de işleri yoluna koyacak bir aktör veya inisiyatif görünmüyor. Son günlerde Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi'nde yayımlanan bölge haritası sıkça tartışılıyor. Parçalanmış Ortadoğu'yu daha da ufalayan harita çok ciddiye alınmayabilir; ama dışarıdan gelen güçlerin yani ABD'nin bölge üzerindeki hakimiyetini, huzur ve istikrara değil çatışmalara dayandırdığı da bu haritayla görülebilir. Güç, hükmünü yürütmek için daha fazla probleme, daha fazla çatışmaya, daha fazla soruna ihtiyaç duyuyor. Öyleyse, tek çözüm bölgeden yükselecek bir inisiyatif. Bölge ülkeleri, destekleyecekleri ve otoritesine rıza gösterecekleri bir gücü, akıllarını başlarına alıp geliştirmek zorundalar.

Petrolün ekonomisi...

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, bir uzman titizliği ile enerji alanında verdiği bilgiler ve gelecek projeksiyonu ile, tartışmalara zemin teşkil edecek alanı da açmış oldu. Bütün kavganın enerji üzerinde sürdüğünü dünya âlem biliyor. Dünya petrolünün % 65-70'inin Basra Körfezi'nde bulunması bir kenara, dünya petrol ticaret yollarının neredeyse tamamı Müslüman ülkelerden geçiyor. Çıkacak sonuç: İslâm dünyası ve İslâm dünyasının sorunları, dünya tarafından petrol sorunu olarak algılanıyor ve uzun vadeli projelere konu ediliyor. Bugün dünyada 70 dolar civarında seyreden ve son İsrail saldırıları üzerine 80 dolara doğru tırmanan petrolün, varil başına 20-25 doları sadece siyasî istikrarsızlık payı olarak ödeniyor. Yavaş yavaş petrolün önüne geçmeye başlayan doğalgaz ile birlikte Türkiye, enerji hatlarının kesiştiği bir terminal ülke haline geliyor.

"Ekonomi: Kaynakların kullanımı ve bölüşümü" başlıklı oturum, güvenlik-demokrasi paradoksu etrafında kronikleşen sorunların gerçek sebeplerine eğilmeyi başardı. Petrol, kolay ve zahmetsiz bir gelir kaynağı olarak görülüyor. Aslında İslâm halkları, bu kaynak yüzünden ağır bedeller ödüyorlar. Şevket Pamuk, titiz hesaplamalara ve analizlere dayalı tebliği ile, petrolün sanıldığının aksine bu ülke ekonomilerinin en büyük zaafını oluşturduğunu gösterdi. Petrol gelirlerinin rasyonel bir ekonomiyi geliştirmeye engel olduğu anlaşılıyor.

Pamuk'un çizdiği tablodan ve MÜSİAD Başkanı Ömer Bolat'ın istatistiklere ve yerinde gözlemlere dayanarak verdiği bilgilerden ve İbrahim Öztürk'ün karşılaştırmalarından çıkan tablo, Azerilerin "neftin laneti" adını verdikleri durumu yansıtıyor. Dünya nüfusunun % 20'si olan Müslümanlar, dünya gelirinin sadece % 5'ine sahip. 300 milyon ile dünya nüfusunun % 6'sını teşkil eden Araplar ise dünya ekonomisinin sadece % 2'sine hükmediyorlar.Parçalar bir araya getirildiği zaman ortaya çıkan tablo, petrolün sanıldığı gibi, dışarıdan gelenlerin iştahını kabartmakla, bir yığın müdahalenin sebebi olmakla kalmadığını, demokrasi-güvenlik paradoksunu da içinden çıkılmaz hale getirdiğini gösteriyor. Petrol gelirleri, diktacı veya geleneksel monarşik yönetimlerin en temel istibdat aracı. Petrol gelirleri devlet ekonomisini şişiriyor. İktidarı elinde bulunduran azınlıklara, iktidarlarını her şekilde sürdürebilecekleri çok güçlü araçlar sunuyor. Patronaj ağı ile, iktidara destek temin etmek; geniş kitleleri yıldıracak, baskı altında tutacak silahlı birimleri istihdam etmek, aynı şekilde yurtdışından işbirlikçiler temin etmek, bu araçlardan bazıları. Batılıların "benzin istasyonu" diye aşağıladığı Körfez devletçiklerinde vatandaşların toplam nüfusa oranının % 20'lere gerilemesi, bu ülkelerde iktidarın nasıl sürdürüldüğünü de özetliyor. Bir yanda zengin petrol ülkelerinde "köle" statüsünde çalıştırılan Müslüman yabancılar, öbür tarafta debdebe içinde yaşayan bir azınlık. Bu tabloya, sabahtan akşama kadar alışveriş merkezlerinde zaman geçiren Suudi kadınları ile, sokakta yaşayan ve çocuklarını doyuramayan yoksul Mısırlı kadınları da eklemek gerekir.

Din ve siyaset...

Petrol parası, geleneksel toplumsal organizasyonların sürdürülmesine hizmet ediyor. Kabile yapıları, merkezdeki monarşiye verdiği destekten beslenerek kuvvet ve dirilik kazanıyor. Dinî cemaatler, oluşan konsensüsün mimarı sıfatıyla imtiyazlar elde ediyor. Böylelikle, bireyin bir toplumsal yapı elemanı olarak güç ve bağımsızlık kazanacağı şartlar bir türlü oluşamıyor. Çünkü, birey güvenliğinin sağlanacağı her alan, geleneksel organizasyonlar tarafından parsellenmiş oluyor. Kabilesi olmayanın yaşama şansı bile olmuyor. Böylelikle demokrasinin gelişebileceği, birey haklarının ve özgürlüklerinin temellendirileceği bir ortam hiç oluşmuyor. Diğer taraftan çatışmalar tırmandığında, herkes en yakınında bulduğu sığınağa yani kimliklerine sığınıyor. Böylelikle, geçmişte kaba hatları ile dinî mensubiyete dayanan toplumsal kimlikler derinleşiyor ve alt kimliklerin de alt kimliklerine rücû edenler tam anlamıyla bir toplumsal ve siyasal dağılma ve atomlaşma sürecini haber veriyor.

Müslümanlar 19. yüzyılda da aynı şeyi yaptılar: Batı baskısı ve hegemonyası arttıkça, itibarlarını ve onurlarını, inandıkları dinin yani İslâmiyet'in izzetine sığınarak kurtarmaya çalıştılar. Bu arada İslâmiyet'i anti-emperyalist bir ideolojiye ve cihad doktrinine dönüştürdüler. Abant Platformu, Müslümanlarla geri kalan dünyanın kutuplaştırıldığı çatışma ekseninde, İslâmiyet'in farklı yorumlarını da tartıştı. Cengiz Çandar, tebliğini, ortaya çıkan tablonun arkasındaki yorumun -özellikle El Kaide'nin ideolojisinin- Selefîlik olduğu tezine dayandırdı. Gündüz Aktan'ın da destek verdiği bu tez, Yasin Aktay ve Cemal Uşşak tarafından, İbn Teymiyye ve Modern Selefilik üzerine yapılan açıklamalarla çürütüldü. İslâm dünyasını anlama konusunda, bu tarihi hakkıyla bilenler ile dışarıdan bakanların vuzuh kaybının karşılaştırılması için bu tartışma iyi bir örnek teşkil ediyor. İbn Teymiyye'yi Selefiliğe indirgeyenler, bugün Suudi monarşisinin resmî din yorumunun Selefilik olduğunu gözden kaçırıyor. Üstelik Selefilik, İbn Teymiyye'nin eserlerini verdiği dönemdeki gibi, Moğol istilası ile yaşanan çöküş dönemlerinde güç kazanmıyor. 18. yüzyılda Osmanlı devletini kasıp kavuran Kadızadeler hareketi gibi, ufak tefek kırılmalara rağmen çözülmenin henüz halka yansımadığı şaşaalı günlerde de su yüzüne çıkabiliyor. Minarelerin bidat olduğunu, bu yüzden yıkılmaları gerektiğini savunan, üstelik ciddi bir toplumsal destek kazanan Kadızadeler hareketi gerçekten iyi bir örnek.

Onurları ve en temel hakları ayaklar altına alınan Müslümanların en son ve kamil din olan İslâmiyet'e sığınarak çıkış aramaları doğal. Bu doğallığın, dünyadaki kutuplaşmayı bir din kutuplaşması olarak şekillendirmesi ise İslâmiyet'e de Müslümanlara da zarar veriyor. Dine sığınmak ile dini savunmak arasındaki fark üzerinde yeniden düşünmeliyiz. Moğol istilası Müslümanların yaşadığı coğrafyayı kasıp kavururken o zamanlara özgü, bizim yaptığımız bir yorum da vardı. Mevlânâ, Yunus Emre, Ahi Evren tam da bu dönemden bugünlere ulaşan isimlerdir. Bu isimlerin bize verdiği mesaj, yangın yerinden kalpleri onararak, dayanışmayı kuvvetlendirerek ve toplumu yeniden organize ederek çıkmak gerektiğidir.

Siyasetin veya şiddetin değil, toplumun yeniden organizasyonu. İslâm toplumlarının 15 asırdır çok parlak örneklerini verdikleri dayanışma ve yardımlaşmayı yeniden diriltmek ve çözümü toplumda aramak. İslâm dünyası için de, Ortadoğu için de gerekli olan sadece bunlar. Ortadoğu'da ne dışarıdan gelen işgalcilerin ne de içerideki aktörlerin çözüm bulma istekleri ve şansları var. Çözümü bulacak ve getirecek tek aktör, İslâm toplumunun kendisi. 'Demokrasi'nin İslâm toplumlarına uygun formları ile birlikte sivil geleneğin gelişmesi ve işbaşına geçmesi gerekiyor. Çözümü aradığımız Abant Platformu, aslında çözümü bulacak aktörün kendisini temsil ediyor: Karşılıklı anlayış ve uzlaşmaya dayalı düşünce birikimi ve sivil toplumun işbaşına geçmesi.