Tarihe Sığmayan Sohbetler
Yazarlar, kendi aralarında gizlice tüneller kazmakta ustadır. Asırlar ve kıtalar ayırır görünse de, yerin altında açılmış binlerce yolla buluşur onların dünyaları. Zamanın dışında, mekânın ötesinde delirtici salkımlar teşkil eder, sonsuzluğa susamış şuurların gelip kana kana içmelerini beklerler çeşmelerinden.
Kavislenen zamanın hevenk üzümleri gibi gökkubbeye asılı durduğu bu dünyada zirveler, başka zirvelerle buluşur. Birbirleriyle konuşur, halleşirler. Hatta denilebilir ki, zirveleri görmek, biz aşağıdakilere değil, başka zirvelere nasip olur. Faust'a 'derinliklerde' yol gösteren anahtar, orada kanatlanır; bir küp içinde birikmiş hava gibi, geçmiş çağların bütün uğultuları, kapağını açar açmaz atmosferi işgal eder ve bir orkestra şefi gibi, bilgelik taşından yontulmuş cevherleri gönlümüze boşaltır. Onun doyulmaz aydınlığında yıkanırız sonra.
Anahtar yol gösterecektir ama 'Hangi anahtar?' sorusu önemlidir burada. Bu altın şehirde altın kapıları açan altın anahtarı kullanmak da marifet istemektedir. Bir yığın anahtar vardır ama hangisinin hangi kapıyı açacağı belli değildir.
Endülüslü âlim Şâtıbî, bir fıkıh usulü (metodolojisi) şaheseri olan Muvâfakât'ında, "İlim, insanların göğüslerinde idi. Sonra kitaplara intikal etti, fakat ilmin anahtarları hep âlimlerin ellerinde kaldı." sözünü aktarır, ardından kendi yorumunu ekler: "Kitaplar yalnız başlarına öğrenciye hiçbir şey vermezler; mutlaka hocaların onları açmaları, talebeyi elinden tutarak onları içine sokmaları gerekmektedir."
Kitabın dükkânlardan satın alınıp okunduğu bir çağın insanına bu sözlerin uzayın derinliklerindeki bir yıldız kadar uzak düştüğünü görüyor ve mazmununu anlayamıyoruz bir türlü: 'Nasıl olur, bütün ilim kitaplarda depolanmış değil midir?' İstediğimiz zaman içlerine dalıp bir süre toz yuttuktan sonra "âlim" olarak akademilere ışınlanacağımız yanılgısıyla malul edilmiştir zihnimiz. Oysa eskiden bir insana, 'Hangi kitapları okudun?' diye değil 'Kimden okudun?' diye sorarlarmış.
Ama bu sadece bizim hatamız değil, modern çağın temel bir yanılgısı, daha doğrusu illüzyonu. Kitabın, ancak içerisine kök salmış, onu ruhuna bir deri gibi geçirmiş insanlar yok denilecek kadar azaldı da ondan belki. Kitabın bu kadar çok sayıda okunduğu ama dünyalarına nüfuz imkânının bu kadar esirgendiği ikinci bir çağ, olmamıştır. İbn Arabî'ler, Mevlânâ'lar, hatta Dante… bir defa okunmakla 'okunmuş' olur mu gerçekten de? Olabilir mi? O 'gök taşları', ödediğimiz üç beş milyonla ve ayırdığımız üç beş saatla bizim ufacık dünyamızın yörüngesine girebilir mi sanıyorsunuz? Düşecek yer bile bulamazlar bizde. Nokta.
Kırık bir 'testi'den 'sızıntı'lar
Okuma, bu yüzden anahtarlı okuma olmak zorundadır ve Şâtıbî'nin dediği gibi, anahtarlar âlimlerin gönüllerinde yuva kurmuş olup nurlarını sızdıracak bir çatlak aramaktadırlar. Bu çatlağı bulmak ve oradan sızacak yıldız tozlarını ezerek kendimize yeni bir iksir yapmak zorundayızdır. Bu iksir, belki de bir hadis-i şerifte ("İlimden ilk kaldırılacak şey, huşûdur.") beyan edilen "huşû"yu uykusundan uyandıracak ve bizi yeniden ilmin ışığıyla buluşmaya davet edecektir.
Böylece gurbet sona erecek ve kırık bir testinin içinden sızan ışıktan anahtarlar, büyük yalnızlığımızı, ruhumuza, vârisleri oldukları Hz. Peygamber'in (sas) 'sonsuz nur'undan damlalar düşürerek gidereceklerdir.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Kırık Testi" adıyla Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları tarafından şimdi 3 ciltte toplanan Amerika'daki sohbetlerini okurken, bu duygu ve düşüncelerle dolup taştım tabir yerindeyse. Aynı zamanda bir üslup harikası olan bu sohbetler, bir âlimin gurbetteki sohbetleriyle nasıl bir vatan inşa ettiğini de gösteriyor bize. Bu sohbetleri okurken bir kere daha anlıyorsunuz ki, ilmin vatanı olmaz ve Allah'ın kalplere koyduğu ilmin çağları aşan ışıldayışına da kıtalar engel oluşturamaz. O, gittiği her yerde, bir radyum gibi ışımaya devam eder.
"Kırık Testi"nin, özellikle basılmadan önce okuma fırsatını bulduğum "Sohbet-i Cânân" adlı cildinde, Şâtıbî'nin sözünü ettiği anahtarların izine, hemen her adım başı rastlayacak ve kendinizi şanslı hissedeceksiniz benim gibi. Bu sohbetler, elimizden tutarak bizi "Kitâb"ın ve kitapların hakiki dünyasına götürüyor, kapaklarının arkasındaki sihirli dünyalarına, içerdikleri derinliğin sırlarına, ilk okuyuşta kendini ele vermeyen ama erbabının dokunuşuyla birden kara delikler halinde bizi içine çekiveren büyük gücüne tanıklık ettiriyor.
"Sohbet-i Cânân", bu haliyle bir edebî tür olarak "deneme"nin o gevşek dokulu ama kesildiği anda insanda kuvvetli bir devam arzusu uyandıran sınırlarına yüklenen bir eser olmuş.
Hoş bir tevafuk, onu, Montaigne'in denemeleriyle aynı zamanda okudum ve bu iki büyük kalemde, kelimelerden besteledikleri "esnek bir rapsodi"nin izlerini yakaladım. Her ikisi de, büyük yalnızlıklarına son vermek için yazıyorlardı. Montaigne konuşur gibi yazıyor, Gülen yazar gibi konuşuyordu. Birisi kalemini konuşturmak istiyor, öbürü söz cevherlerini yazının sınırlarına kovalarla döküyordu. Montaigne kendi ben'ini meziyet ve zaaflarıyla birlikte 'insanlığın prizması' haline getirmek istiyor, Hocaefendi ise fizik ve metafizik dünyalar arasındaki sınırları eriterek 'ruh ufku'na çıkmak ve dünyalar arasında 'şeffaf bir zar' olmak istiyordu.
Kur'an'ın gurbeti
Mesela, ezelî ve ebedî olan Kur'an-ı Kerim'in bizi her an takip etmekte olduğu, ancak sınırları eritmiş, bir zar derecesine indirmiş birisinin söylemeye cesaret edebileceği ve ancak o söylerse bir mana edebilecek bir teşhistir. Adım başı Kur'an'ın takip ettiği bir insan olabilmek ise elbete kıyas kabul etmez bir mazhariyettir:
"İşte, burada da karşılıklı bir takip etme vardır. Yani, siz Kur'ân'da bir şeyler bulacağınıza inanır, onun âyetlerini hazineyi gösteren işaret taşları gibi bir bir takip ederseniz, o da sizi yakın takibe alır, hazine dairesinin kapısını açık bırakır."
Ancak son devirlerde biz Kur'an'dan uzaklaştıkça o da bizden uzaklaşmış ve bir hadiste işaret edildiği üzere, gurbete çıkmıştır. Böylece Müslümanca yaşamanın kalbi durmuştur. İslam statikleşmiş, durağanlaşmıştır. Bu gurbeti bitirmek, bizim elimizdedir. Nasıl olacaktır bu? Elbette İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Malik, Ahmed b. Hanbel, Abdülkadir Geylânî, İmam-ı Rabbânî, Şah-ı Nakşibendî, Hazret-i Mevlânâ ve Bediüzzaman gibi Hak dostları ve Kur'an'ın talebelerine başvurmakla, onların hem yazdıklarını, hem de hayatlarını derinliğine incelemekle. Zira onların bütün hayatları, Cenab-ı Hakk'ın huzurunda geçmiş, onun rızasından ve hoşnutluğundan başka bir şey aramamışlardır. Tek arzuları, "Sohbet-i Cânân" olmuştur.
Muhterem Fethullah Gülen'in kitabına isim olarak Sohbet-i Cânân'ı seçmesi, bu bakımdan manidardır. Çünkü sohbetlerin esas çerçevesi, bir yandan Sevgili ile, diğer yandan da Sevgili'ye kendisini adamış büyük dostlarla çizilmiştir ve bu bakımdan tam bir Altın Zincir kurmaktadır Kaynak'la. Bu zincire gelenek de diyebiliriz ve Hocaefendi'nin gelenek karşısındaki, "karşısında" demek de doğru değil, gelenek içindeki duruşu, bize çoktandır unutulmaya terk edilmiş bir gelenek anlayışının da ipuçlarını demetleyip elimize tutuşturmaktadır.
Belki de modern(ist) İslam düşüncesinin en belli başlı alamet-i farikası, gelenek karşısındaki 'olsa da olur, olmasa da' tavrıdır. (Gelenek yoksa icad edilebilir!) 'Geleneğe eleştirel bakış', bir özgürleşme imkânı olarak sunulmuş ve İslamiyet'i bu dünyada var eden, Kur'an'ın ruhunu yaşatan şeyin, bizzat Hz. Peygamber (sas) ve onun ashabı, tâbiîn ve sonraki 'büyük gelenek' olduğu, dinler ve medeniyetler tarihindeki bu eşsiz geleneğinin zincirlerini bir yerinden koparmaya kalktığınızda onun üzerine bina edilmiş büyük yapının da çökeceği ve yerine de yeni bir gelenek inşa etmenin imkânsızlığı yeterince fark edilememiştir. Tarihselcilik, gelenekten başlayarak Kur'an'a kadar uzanan ucu zehirli bir oktur ve sonunda İslam'ın kalbine zarar verecek, onu gurbete çıkartacaktır.
Şâtıbî ve Fethullah Gülen'in gelenek anlayışı
Ne yapılmalıdır öyleyse? Geleneğe körü körüne itaat mi edilmelidir? Ne yapılması gerektiği hususunda Hocaefendi'nin verdiği çarpıcı misallerden birisi, İmam Şâtıbî'nin İ'tisâm'ında gür sesle Kur'an okunmasını bid'at sayması üzerinedir. Onun bu görüşüne katılmamaktadır ama bunu ifade ediş tarzı, üslubu ve geleneğe saygısı, Hocaefendi'yi 'eleştirel İslamcılar'dan derin bir yarla ayırmaktadır. Önce Cenâb-ı Hakk'ın Şâtıbî'yi Firdevs'iyle sevindirmesi temennisinde bulunur, zira o, dine çok hizmet etmiş, sürekli beyin sancıları çekmiş, miras olarak kıymetli eserler bırakmıştır. Kendisine saygı ve sevgisini belirttikten sonra, aynı çağda yaşamış olsaydık ona şöyle hitap etmek istediğini söyler:
"A üstad, senin yaşadığın dönemde, Endülüs'te eyalet eyalet üstüne, künde künde üstüne yıkılıp gidiyordu. Orada zalim hükümdarlar, Müslümanları kılıçtan geçiriyordu. Ve sen Müslümanlar arasında İslâmî heyecan uyaracağına, bid'atlara kafanı taktın, hep onlarla uğraştın. O gün yapılması gerekli olan iş o değildi. İşte o gün, senin yaşadığın bölgede birliği temin etme, yüreklerde din gayretinin kor haline gelmiş ateşine güç verme çok öne çıkmıştı. O gün de Müslümanların hastalığı ihtilaf ve tefrika; fakr u zaruret ve cehaletti. Bunlara karşı mücadele vereceğine teferruat sayılabilecek meselelerle uğraştın."
Bunun arkasından, eğer o mübarek zâtın, Şâtıbî'nin ruhaniyeti bu sözlerden rahatsız olduysa, Cenâb-ı Hakk'tan bağışlanma ister. Ama Endülüs'te Müslüman hakimiyetinin temellerinden sarsıldığı bir dönemde (14. yüzyıl), bu gibi teferruata ait meseleler üzerinde aşırı bir şekilde durmak yerine, "insanlarda İslâmî heyecanı uyarmak, birlik ruhunu diriltmek, ilme ve eğitime önem vermek ve el ele İslâm dünyasının maddî mânevî yükselmesine çalışmak gerekiyordu". Yani bu benzersiz kafa İslam'ı Endülüs'te yeniden diriltmek uğrunda istihdam edilseydi, çok daha hayırlı olurdu, demektedir.
Bu örnekten yola çıkarak Sayın Gülen'in geleneğe bakışı ve onu yıkmadan ve ona kalben ve zihnen eklenerek nasıl yeni bir yorum getirdiğini göstermek istedim haddim olmayarak. Şunu da vurgulamak gerekir ki, gelenek ancak onun içinde yoğrulanlara açar kapılarını ve ancak onlara sunar altın anahtarlarını. Kapıyı yumruklayan ve tekmeleyenler ise yüzgeri olup dönmekle ödüllendirilirler.
Çünkü İslamî bilgilerin geleneksel aktarım mekanizması, aslında salt bilgi aktarımını amaçlamaz. Bilgi, 'orada' bir yerdedir. Önemli olan bu bilgiyi, huzurî bilgi haline getirebilmek, yani ona sahip olma ehliyetini gösterenlerin içine bir tohum gibi ekebilmek ve bir ağaç gibi yetiştirebilmektir. Şimdiki doktora tezlerinde olduğu gibi 'kesme-yapıştırma' bilgisi değildir bu. Bu, bilginin en dış kısmıdır, bir deyişle kabuğu mesabesindedir. Asıl bilgiden maksad, o bilginin sizin içinizde hâzır ve nâzır hale gelmesidir. Hz. Peygamber (sas) nasıl Kur'an'ın bilgisini varlığının öz suyu haline getirmişse ve Hz. Ayşe'ye onu nasıl tarif ederdin diye sorduklarında, 'O yürüyen bir Kur'an'dı.' demişse, İslamî bilgi eğitimi de temelde bir edeb eğitimi olmalıdır. Bilginin nasıl alınacağı, nasıl korunacağı ve nasıl aktarılacağıyla ilgili bir edeb eğitimi olmadan aktarılan bilgi, sonuçta o bilgiyi taşıyamayacak bir dünyaya düşmüş gök taşı gibi, paramparça edip bırakır talebenin dünyasını. Sonra da gelsin tarihselcilik, gitsin 'eleştirel okuma' eylemleri.
Bilgiyi alacak insanın iç dünyasını ona hazır hale getirme ve bunun üzerine atılacak tohumdan bir ağaç yetiştirme çabasına yönelik olmalıdır İslamî bilgilerin eğitimi. İslam'da bilgi, beynin değil, o beynin de salim (kurtulmuş) olması için kalbin eğitimiyle verilir. Ancak o zamandır ki, hadiste geçtiği üzere, ilim Allah'ın kalplere koyduğu bir nur haline gelir. Nitekim Şâtıbî de bunu şöyle belirtmektedir Muvâfakât'ında:
"Bunlar âlimlerle beraberliğin insana kazandırdığı meziyetlerdendir. Onların huzurunda olan öğrenciye, huzurunda olmadığı zaman açılmayan kapılar açılmaktadır. Bu beraberlik ve üstada olan mülâzemet (bağlılık), onun ahlâkı ile edeplenme ve ona tâbi olma ölçüsünde Allah öğrenciye bir nur bahşetmekte ve ilim tahsilini ona kolaylaştırmaktadır."
"Kırık Testi"deki mücevher tozları
Rivayet olunur ki, iddialı bir tüccar, içi dirhem ve dinar dolu bir gemiyle bir ülkeye gitmiş ve "Bu şehirde ticarette bana denk biri varsa karşıma çıksın" diye dellal çağırtarak meydan okumuş. Sadece bir kişi çıkmış ama elbisesinin eskiliğinden, isminin küçük görülmesinden dolayı kimse onun zengin olduğunu bilmezmiş. Meğer bu adama dedelerinden bitmez tükenmez hazineler kalmış. Her gün mütevazı evine davet ettiği misafirlerin yemeğine, dedelerinden kalma mücevherlerden birini havanda ezip yemeğe katar, onlara yedirirmiş. Böylece misafirleri, yedikleri bu sıradan yemekler sayesinde günden güne güçlenip kuvvetlenirlermiş. Bunu işiten iddialı tüccar, adamın evine misafir olmak istemiş, o da hemen davet etmiş evine. Adam, misafirlerin yanına havanını getirmiş, içine bir mücevher atmış, başlamış ezmeye. Tüccar atılmış ve "Bu değerli mücevhere kıyma, onu bana ver, karşılığında sana gemideki bütün paramı vereyim" demiş. Adam gülmüş geçmiş bu teklife. "Ne yapayım ben senin gemindekileri? Hamal mıyım ben? Onlara ihtiyacım yok ki benim." "O zaman" demiş tüccar "hibe et bu değerli taşı bana." Adam yine gülmüş ve şunları söylemiş adama: "Bizim âdetimiz mücevheri döğmeden müstahak olanlara vermemektir. Çünkü mücevheri bütün alırsa onu koruyamaz; yemeye kalksa dozunu bilmez, bu yüzden helak olur. Onun için kendim döğüp yemeğe katıyor ve önlerine koyuyorum. Onlar da bu mücevher tozlarını yemeklerin içinde yerler ve akılları fikirleri nurlanır, zekâları artar ve bunun gibi mücevherleri kazanmaya muktedir olurlar."
"Kırık Testi"yi okurken, bize cevherleri ihtiyacımız miktarınca toz haline getirip sunan bir kaynağın başına oturmuş gibi oluyorsunuz. Ramazan'ın gölgesine girdiğimiz şu günlerde bu sohbet halkasına katılmaya hepimizin ziyadesiyle ihtiyacı var. "Tarihe sığmayan" bu sohbetlerin bir testiye sığmasını beklemek yanlış olurdu. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, her zaman olduğu gibi, kendisine yakışanı yapıyor ve bu sohbetleri üç cilt halinde sunuyor çoraklaşan iklimimize.
- tarihinde hazırlandı.