Nasıl Bir Avrupa?
Ben konuşmamda bu iki durumdan hareketle AB projesine dair bir değerlendirme yapmaya, dolayısıyla mevcut sorunun cevabını vermeye çalışacağım. Bunun için, önce AB projesinin halihazırda üzerinde consensus sağlanmış bir projeden çok, birbiriyle çekişen ve henüz hangisinin ağır basacağı belli olmayan politik formülasyonlara dayandığı olgusundan hareket edeceğim. Avrupa geleceğini planlarken de facto üç seçenek arasındaki çekişmeye sahne olmuştur ve olmaya da devam etmektedir:
Avrupa'yı dünyada tekrar önemli bir güç yapmayı hedefleyen anlayış,
Her şeyden önce insan hakları ve demokrasi savunucusu bir Avrupa yaratma girişimi,
Avrupa coğrafyasında mevcut ulusal devletlerin güçlendirilmesini amaçlayan görüş. (Başta Fransa, Danimarka ve Norveç bu görüşün temsilcileridir.)
Bu seçeneklerden gelecekte hangisinin ağır basabileceğini, tam anlamıyla kestirmek güçse de; Avrupa'nın son 150 yıldır kaderini belirleyen temel ideolojik/politik etkenin milliyetçilik olduğu göz önüne alındığında, yukarıda belirtilen 3. seçeneğin ağırlığını hissettirmeye devam edeceği söylenebilir. Hal böyle olunca, Avrupa için düşünülen "her şahsın otorite yapılarına ve politik kamusal hayata, toplulukla olan tarihsel ve kültürel bağlarına bakılmaksızın katılma hak ve görevini" ifade eden "postnational citizenship" (Yasemin Soysal) nosyonu, bir fiksiyon olarak kalmaya mahkumdur. Düşünün, Avrupa'da 50'den fazla dil ve 30-40 etnik grup var. Bu mozaikten, tutarlı ve ortak bir postnational kimlik çıkarmak ne kadar mümkündür? Zaten, Eurobarometer'e göre, nüfusun ancak %53'ünde "Avrupa kimliği" duygusuna sahip olanlar "bazen" ve "sık" şıkları arasında dağılmaktadır.
Öte yandan, tam tamına bir Avrupa kimliği oluşmuş olsa bile, bunun sorunsuz olmayacağını mutlaka düşünmek gerekir. Çünkü, kimlik, her şeyden önce, kendini diğerlerinden ayırmak ve son tahlilde ortak bir düşmana ihtiyaç duymaktır. Buna ilaveten, ortak Avrupa kimliğinin inşasına yönelik başka engeller vardır ve bunlar Avrupa'nın kendi içinde taşıdığı çelişkilerden kaynaklanmaktadır. Avrupa'nın manevi (spiritual) ve kültürel mirasını şu öğelerin oluşturduğu hep söylenir: Grek Felsefesi, Roma Hukuku, Hıristiyanlık, Hümanizm ve Aydınlanma. Bu öğelerin sorunsuz bir şekilde ortak bir Avrupa kimliğinin harcı olduğu bir yere kadar "bir" Avrupa için belki doğrudur; fakat günümüz Avrupa'sı için değil.
Avrupa'nın ortak değerler uyuşmazlığı...
Çünkü, her bir öğe bugün felsefi planda tartışılmakta ve bazıları büyük ölçüde reddedilmektedir. Örneğin, Grek Felsefesi (Jacques Derrida-temsili bir isim vermekle yetiniyorum), Roma Hukuku (Giorgio Agamben), Hıristiyanlık (Gianni Vattimo), Hümanizm (Loius Althusser) ve Aydınlanma (Michel Foucault) tarafından alabildiğine sorgulanmakta ve felsefi deyimle yerinden edilmektedir. O halde, "nasıl bir Avrupa?" derken, bugün ortak değerlerini rafine şekilde tanımlayamamış bir Avrupa'dan bahsetmek zorundayız. Bu Avrupa, ortak kimlik inşasını gerçekleştirecek bir Avrupa değildir.
Yukarıda belirttiğim "nasıl bir Avrupa?" sorusunun ima ettiği ikinci duruma, yani onun gelecekte sağlam bir inşa olarak devam edeceği inancına gelince... Burada da birtakım engeller ve çelişkilerle yüz yüzeyiz. Birincisi, Avrupa projesine ilişkin olarak coğrafi sınırlar üzerinde bir consensus hâlâ oluşmamıştır. Daha hangi ülkelerin alınacağı ve alınan bazı ülkelere dair tartışmalar bunu göstermektedir. Özellikle Türkiye'nin durumu buna başlı başına bir kanıttır. Bu açıdan AB'de bir "finalite politique"den bahsetmek mümkün değildir. İkincisi, AB üye kabulünde deyim yerindeyse politik felsefi bir tutarsızlık içindedir. Örneğin, Mayıs 2004'te 8 eski komünist ülke AB'ye kabul edilmiştir. Ama, Türkiye'nin durumu müzakere konusudur. Burada sorun şudur: Söz konusu 8 ülkenin mensubu oldukları rejimlerde şekillenmiş olan totaliter zihniyet ve tutumlarının (buna politik habitus diyelim isterseniz) Avrupa'nın esas aldığı demokratik zihniyet ve tutumla nasıl uyumlulaştırılacağı pek tartışılmamıştır bile. Oysa, Türkiye'nin 1945'ten beri (bir anlamda ilk parlamentonun açılış yılı olan 1877'den beri) yaşadığı demokratik deneyime hâlâ kuşkuyla bakılmaktadır (belirli ölçüde haklılık payı taşısa bile). Ortaya garip bir tutarsızlık çıkmaktadır: 1945 yılı esas alındığında totaliter politik habitusu, Türkiye'nin demokratik politik habitusuna zaman olarak eşdeğer olan ülkeler, demokrasi projesi olan AB'nin geleceğinde daha hayati bir öneme sahip görülmektedirler. O zaman da cevaba muhtaç şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: AB üyeliğini garanti eden "coğrafi" olarak Avrupalılık mıdır? "Evet" denemez, çünkü coğrafi sınırların muğlak olduğuna değindim. Cevap "hayır" ise, coğrafi faktör dışında kalan diğer faktörler var demektir. Eğer bu faktörlerin başında "demokratiklik" geliyorsa, AB için en kötü demokratik habitusun, en iyi totaliter habitustan daha işlevsel görülmesi gerekir. Bu bir tutarsızlıksa, ama zaten Avrupa budur: Hukuk ve güç; demokrasi ve baskı; maneviyat ve maddiyat; akıl ve mit... Bunların oluşturduğu kompleks bir nosyon olan Avrupa... Daha özlü bir tanımı Edgar Morin şöyle yapmıştı: "Avrupa, Asya'yla sınırı olmayan bir coğrafya ve sınırları değişen bir tarih kavramıdır. O, birden çok yüzü olan ve farklı yüzleri üst üste konulduğunda ancak belirsizlik yaratan bir kavramdır."
Morin, ayrıca, Avrupa'yı Avrupa yapan faktörün bölünmeler olduğunu da hatırlatmıştı. Bu gelecekte Avrupa'nın mukadderatının ipuçlarını da sanki verir gibi: Bölünerek var olan bir şeyin, bütünleşerek tekrar yok olacağı olasılığı. Morin'den çok daha önce filozof Karl Jaspers, Avrupa'nın geleceğini bekleyen iki olasılıktan söz etmişti: Ya "Balkanization", ya "Helvetization". Yukarıda değindiğim ortak bir kimlik inşasına engel gördüğüm faktörler, beni çatışmaların ve düşmanlıkların ağır basacağı, yani Balkanization olasılığı sonucuna götürüyor. Bunda yanılmış olmam, diğer olasılığın, yani Helvetization'un sorunsuz olacağını göstermez. Çünkü, çok sayıda ulusal miras ve dilin vücut verdiği ortak bir politik kimlik, dünyanın diğer kısmını bu kimliği pekiştirici ortak düşman olarak görmemesinin hiçbir garantisi yok. Böyle bir kimliğin gerçekleşmesi halinde bile Avrupa, Jacques Attali'nin işaret ettiği kendisini zora sokacak olasılıklardan gene de kurtulamayacaktır: Ya "Birleşik Avrupa" şeklinde "süper" bir politik güç olacak (bunu olana kadar kendisinin ve dünyanın atlatacağı badireleri bir yana bırakalım); ya da ulus-devletlerin oldukça gerçek birliğine dayanan bir politik forma dönüşecektir (bu da kendi kuruluş felsefesini ve politik ütopyasını tamamen inkar anlamına gelecektir). Hal böyle olunca, "nasıl bir Avrupa?" sorusunun cevabı "açık uçlu" olmak zorundadır. Ama, her halükarda cevabın hiçbir ucu, baştan amaçlanmış hedeflerin gerçekleştiğini anlatan bir nitelik göstermeyecektir. Bu açıdan, bitirirken, aynı kürsüyü paylaşma onuruna sahip olduğum, çok önemli bir düşünür olarak kabul ettiğim Profesör Morin'e sormak istiyorum: Avrupa üzerine yeniden düşünmek gereğini siz de hissediyor musunuz?
(Bu metin 31 Mart-2 Nisan tarihleri arasında Paris'te gerçekleşen 'Cumhuriyet, kültürel çoğulculuk ve Avrupa' konulu Abant Toplantısı tebliğ metnidir.)
- tarihinde hazırlandı.