Cemaat Farkı

Geçen sene, Samanpazarı'nda, üniversite öğrencilerinin kaldığı "cemaat yurdu"nda yere bağdaş kurmuş, bir yandan yemek yiyor bir yandan muhabbet ediyoruz. "Niye buradasınız?" soruma gençlerden biri "Cemaat olmasaydı, üniversiteyi değil liseyi bile okuyamazdım." diye cevap veriyor.

Farklı alemlere girip çıktığı her halinden anlaşılan delikanlı, bıçkın tarzını saklamaya çalışarak başka bir açıklama getiriyor: "Bütün derslerim zayıftı, cemaate girdikten sonra düzeldi, kötü bir çevrem vardı, onu da değiştirmiş oldum." Baktığım mahcup yüzlerde, evlatları için dişleriyle-tırnaklarıyla mücadele eden ana-babaların izleri vardı. "Cemaat" sihirli bir dünya; yoksulluk ve kimsesizlik yerini güvenli bir sıcaklığa, umuda bırakmış. Yokluğun, çaresizliğin duvarları aşılmış; savrulup duran, kendini yiyip tüketmesi muhtemel zeka ve yetenek bir kalıba, üstelik işe yarar bir kalıba dökülüyor. Tek başlarına iken mucize gibi görünen şeyi birlikte başarıyorlar. Hayatın doğal akışında yitip gitmesi muhtemel olan bu gençler, şimdi kendilerini kurtarmanın ötesine geçip başkalarına yardım etmeye hazırlanıyorlar. Kendileri için fedakârlıkta bulunanların onlardan bekledikleri tek karşılık bu. Borçlarını, topluma karşı sorumluluklarını ifa ederek, bunun için de ahlaklı bir hayatı rehber edinerek ödeyecekler. Alternatifi olmayan bir dünyada, "cemaat farkı"nın ayrıcalığı yaşanıyor.

Cemaatlere Batı nasıl bakıyor?

"Cemaat" dediğimiz zaman aslında bize özgü, bizim geliştirdiğimiz bir modelden bahsetmiyoruz. Bütün insanlığın bir zamanlar ana rahmi gibi huzurlu ve güvenli bir şekilde içinde yaşadığı sonra kaybettiği; yokluğuna dayanamadığı için yeniden aradığı; bulmak için her yola başvurduğu bir toplum modelinden bahsediyoruz. Bu toplum modelini sosyal bilimlere, yaşadığımız trajik değişimi açıklayan bir anahtar olarak yerleştiren Tönnies, içinde yaşadığımız toplum ile mahrum kaldığımızı karşılaştırma imkânı da veriyor. Geleneksel toplumlar, "cemaat" (gemeinschaft) şeklinde organize olmuşlardı. Bu toplumlar, herkesin birbirini tanıdığı, adeta büyük bir aile gibi yaşıyorlardı. Hasta mutlaka bakılırdı; aç mutlaka doyurulurdu. "Yarın başıma ne gelir?" korkusuna bu toplumda yer yoktu. Binlerce yılın ürünü olan bu toplum modeli, sanayileşmenin hızlandırdığı şehirleşme ile birlikte aşınmaya başladı. Cemaat parçalandı, yerine birbirine yabancı ve mesafeli insanlardan meydana gelen "cemiyet" (gesellschaft) yani şehirli toplum geçti. İnsanlar yalnızlaştı, yabancılaştı. Şehirlerimizin apartman hayatını ve oradaki komşuluk ilişkilerini gözünüzde canlandırdığınız zaman teorik bir kategoriden değil, içinde yaşadığınız toplumun kendisinden bahsettiğimi anlayacaksınız.

Binlerce yılın birikimi olan insanlık tarihinin en trajik, en ürkütücü değişimi cemaat hayatından cemiyet hayatına geçiştir. Bu değişim o kadar sarsıcı olmuştur ki, sonrasında ortaya çıkan hemen her çaba bu sarsıntının telafi edilmesi ve bir şekilde cemaat hayatının yeniden kurulması içindir. Şehirlerde fabrika işçilerine dönüşen insanları, sınıf adıyla bir cemaat şeklinde organize etmeye çalışan sosyalistlerin, "komünizm" ismini tercih etmeleri, ihtiyaç duyulan şeyi de gösterir. Komünizm, cemaat (commun, community) kelimesini Marksist ideolojinin adına dönüştürmüştür. Komünizmin Türkçedeki tam karşılığı "cemaatçilik"tir; ıstılah olarak cemaatteki ortaklaşacılığa atıfta bulunur. Milliyetçilik de kaybolan cemaatin yerine, aynı sıcaklığı verecek büyük bir cemaat arayışının adıdır. Millet bir "hayalî cemaat"tir. Birey, tanımadığı ama kendisine benzediğine inandığı (aynı dili konuştuğu, aynı inancı ve vatanı paylaştığı) diğer insanlarla aynı cemaatin üyesi olduğuna inanarak huzur bulmaktadır. Yitirilen cemaat, millet adıyla yeniden kurulmaktadır.

Cemaat hayatını mümkün kılmak ve sürdürmek, cemaat hayatı içindeki o insanî sıcaklığı yeniden inşa etmek konusunda dinlerin başardığını, dünyevi hiçbir inanç başaramamıştır. Bugün "cemaat"ten bahsedildiği zaman akla hemen "dinî cemaat"in gelmesinin sebebi budur. İhtiyacımız olan en hayatî şey, içinde yaşadığımız toplumu insanîleştirecek bir çerçevedir. Bu çerçeve yüzlerce yılın tecrübesinden geçmiş en rafine haliyle karşımıza gelenek olarak çıkmaktadır. Gelenek ise ancak ve ancak dinî hüviyet taşıyan kurallar ve inançlarla kendini muhafaza edebilmekte ve gelecek nesillere aktarılmaktadır. Cemaat hayatının dağılması, hızlı sosyal değişmenin sancıları bu insanî çerçeve arayışını artırmış ve gelenek en canlı ve güçlü biçimiyle "dindarlık" olarak yeniden dirilmiştir. Dinî organizasyonların sağladığı uyum ve huzuru anlayabilmek için dinler ile dindarlığı birbirinden ayırmak gerekir. Dinin teolojik yapısından değil, zamanın ihtiyaçlarına, toplumun eksiklik hissettikleri alanlara göre değişen dini algılama ve yaşama biçiminden yani dindarlıktan bahsediyoruz. Din değişmez, ama dindarlık tezahürleri zamana ve mekâna bağlı olarak değişim geçirir. Dinin toplumsal gücüne dindarlık olarak yaklaşırsak görünenler şunlardır: İbadetler ve ahlâkî kurallar, insanın en temel sorunları ile gündelik hayat arasında kuvvetli kanallar açmaktadır. Aynı varlığa iman etmek, toplumun her kesimini birbirine uyum içinde bağlamaktadır. Bu uyumdan ortak bir amaç duygusu devşirilir. Gündelik hayatın her alanı bu ortak payda etrafında birbiriyle harmanlanarak karşımıza uyumu yüksek, dengeli ve sağlıklı bir toplum çıkartır.

Nitekim, kaybolan cemaati yeniden diriltmeye kalkan felsefî inançlar kendilerini bir din, hatta bir dinî cemaat olarak inşa etmeye gayret etmişlerdir. Auguste Comte'un "Pozitivizm dini", Marks'ın "Bilimsel Sosyalizmi" tam anlamıyla ilahî dinlerin ritüellerine benzer kurallar ve kurumlar oluşturmaya girişmiştir. Maddî hayatın gücü arttıkça manevî alan dengeyi sağlayabilmek için dindarlığı güçlendirmiş ve homo religiosus (dindar insan) daha yaygın ve genel bir insan tipine dönüşmüştür. Bu dindarlık, hayatı bir şekilde kutsal bir mekândan ve zamandan yakalama çabasıdır. Günümüzde falların ve astrolojinin yaygınlığı, yılbaşlarının ve doğum günlerinin adeta bir ayin şeklinde kutlanması, bir kutsallık arayışından başka bir şey değildir. Felsefî inançlar ve ideolojilerin kendi topluluklarını bir cemaat gibi tasarlamaları ve düşünce sistemlerini bir kudsiyet halesi içine alarak dinselleştirmeleri bu yüzdendir. Yüzyılların rafine geleneği olan dinî organizasyonlar ile nevzuhur ideolojiler ve inançlar karşı karşıya gelince, birincinin faikiyeti tartışma götürmez olmuştur.

Cemeaatler neden bu toplum için değerli?

Elime "Elif Cüzü"nü alıp, Erzurum'da Kurşunlu Camii'ne gittiğimde henüz dokuz yaşındaydım. Bir insan olduğumu, hatta saygıdeğer bir varlık olduğumu ilk defa Kur'an kursu hocamız olan Efe Hoca'nın bana karşı davranışları ile idrak ettim. Okulda yaramaz ve başarısız bir öğrenci olan ben, Kur'an alfabesini süratle söktüm. İçinde yaşadığım toplumla Allah'ın selamı ile başlayan iletişimi kurarak toplumun bir parçası haline geldim. Kendi tarihim ve yaşadığım topraklarla, büyük adam muamelesi gördüğüm camilerin büyülü atmosferinde bağlantılar kurdum. Bugün geriye dönüp baktığımda beni meydana getiren eczaların, karşıma bir iyi talih olarak çıkan fırsatların neredeyse tamamının o dünyadan geldiğini hatırlıyorum. Benim inançlarımdan değil, içinde yaşadığım toplumla ilgili tasavvurumdan bahsediyorum. Elbette okuduğum hiçbir kitap, öğrendiğim hiçbir teori beni kendi hayat tecrübem kadar etkilemedi. Bu tecrübe bana, dindarlığın bu toplumu var eden, dengeli ve huzurlu bir şekilde yaşatan en derin ve güçlü enerji kaynağı olduğunu gösteriyor. Bu toplum onca sıkıntıya rağmen çökmüyorsa, bu sayededir. Bu enerji kaynağı son derece doğal ve sağlıklıdır. Dünyanın diğer toplumları da bu enerji kaynağından beslenmişti.

Max Weber, kapitalist ekonomiyi Protestan ahlâkının ortaya çıkardığını söylemişti. Bizdeki tarikatlara benzeyen, gerçekte ise tam bir cemaat olan Protestan Quaker, Baptist ve Metodist mezheplerin çalışma ve ticaret ile dinî inançlar ve kurallar arasında kurdukları ilişki, adeta dinî ahlakın ticarî ahlaka dönüşümünü anlatır. Çalışma ve mübadele bütünüyle dinî kurallar etrafında hayat bulmaktadır. Mesela yatırım sermayesini nakdî servete dönüştürmenin dinen yasaklanması gibi. Aslında burada anlatılan, dindarlık ile ticarî faaliyetler arasındaki uyumdur. Modern toplumlar güven boşluğunu derinden yaşar. Ticarette en değerli sermaye ise güvendir. Dindarlık, birbiriyle ticaret yapan insanlara peşin bir güven vermekte, dindar insanlardan oluşan bir ticaret ağı, güven içinde iş görmekte ve ekonomi canlanmaktadır. Dindarlığın bu faaliyet alanlarında genel çerçeveyi oluşturması son derece doğaldır. Dindarlık bir toplumsal nirengi noktası olarak alınmakta, toplum din etrafında organize olmakta ve iş görmektedir.

Kolonizatör Türk Dervişleri

Bizde farklı iş kollarında faaliyet gösteren loncaların aynı zamanda dinî teşkilatlar olduğunu unutmayalım. Lonca erkanı ve kuralları tasavvufun zengin dünyasından alınmadır. Ordumuz yani Yeniçeriler bile Hacı Bektaş Dergahı'na bağlı bir dinî topluluk idi. Meslekî olarak örgütlü olanlardan topluma geçtiğimiz zaman izler daha derinleşmektedir. Türk milletinin Orta Asya'dan Batı'ya yönelmesi, anavatanlarında İslâmiyet öncesinde çok doğal ve yaygın olan "yağma"nın yerine tamamıyla dinî nitelik taşıyan "gaza kültürü"nü başarıyla yerleştirmeleriyle mümkün olmuştur. Yeni göç edenler, yerleştikleri yerde "dinî bir cemaat" şeklinde teşkilatlanmıştır. Ömer Lütfi Barkan'ın "Kolonizatör Türk Dervişleri" başlıklı makalesi aynı zamanda din ve dindarlık etrafında kurumlaşan iskân siyasetini anlatır. Bugün kuru kültür iklimimizde, dünyaya laik-antilaik ekseninden bakanlara cemaatlerle tarikatlar arasındaki farkı anlatmak bile çok zor. Bugünün etkili ve sürükleyici modelinin tarikat yerine cemaat olması da, dini inancın kozmogonisinin değil dindarlıkla karşılanan toplum hayatının ihtiyaçlarının öne çıktığını gösteriyor. Başka türlü karşılanmayan, karşılanamayan saf insanî ihtiyaçlar ve arayışlar bunlar. Anlamak niyetiyle bakanların, dinin siyasî yorumlarının değil birlikte yaşanan toplumsallığın dindarlıkta vücut bulduğunu fark etmeleri lâzım. Şerif Mardin'in "Bediüzzaman Said Nursi Olayı" başlıklı araştırması, Cumhuriyet'in ilk yıllarında Nurculuğun, kırsal ve küçük kasaba orta sınıflarının temsil arayışına nasıl sembolik bir anlam kazandırdığını anlatır. Said-i Nursi karşımıza, çevreye yani taşraya canlılık kazandıran bir önder olarak çıkmaktadır. Cumhuriyet'in başlarında toplumun ana gövdesi, modernleşmenin ağır sancılarına biraz da Nurculuk gibi toplumsallığı kuvvetli akımlar sayesinde katlanabilmiştir.

Sosyal sermayeyi var edecek ve yaşatacak en önemli değeriniz güvendir. Soğuk ve resmî bürokratik yapınız ve ilişkileriniz içinde, hele yaygın ve kanıksanmış suiistimaller arasında topluma bu güveni vermek zordur. Resmî kamusal düzen ve kurumlar toplumdaki güven ihtiyacını karşılayamamaktadır. Toplum kendi arasında bu güven ağını, müracaat edebileceği tek kaynağı kullanarak, yani dindarlığı ortak bir iletişim aracına dönüştürerek kendi arasında inşa etmektedir. Karşı karşıya olduğu zorlukları aşmanın işe yarar başka yolu yoktur. Sahip olduğu değerleri muhafaza etmenin, kendisinden sonraki kuşaklara aktarmanın yolu da budur. Ailenin muhafazası, çocuklarının yetiştirilmesi, iş ilişkilerinde riskin azalması, hayatın karşınıza çıkartacağı muhtemel sıkıntılardan kurtulmak bu yolla mümkündür. Üstelik ortak bir vatanı paylaşmak, toplumun diğer üyelerine bağlanmak için de aynı çerçeve devreye girmektedir. Türkiye'nin Kürt Sorunu'nu hafifleten temel dinamiğin dindarlık olduğuna kim itiraz edebilir? Siyasal katta üretilen politikaların ayırdığı, düşman ettiği taraflar; bu cemaatlerin çatısı altında kardeşliklerini yeniden inşa etmektedir.

Devlet sivil gücüne savaş açamaz

İnsan olarak var oluşumuzun anlam kazandığı ve insan olarak yüreğimizi yakan sorunlara çözümler getiren bir alandan, cemaat hayatından bahsediyoruz. Bu alanın meşruiyetine sınırlama getirmek gayrı insanî bir tutumdur. Alternatifini üretemediğiniz bu insanî ihtiyacı yasaklamak zulümdür. Üstelik bu alan, fark etmeyenlerin yokluğundan şikâyetçi olduğu sivil toplum alanıdır. Her şeyin çaresi olarak gördüğümüz sivil toplum, üzerine düşen sorumluluğu cemaatler şeklinde örgütlenerek yerine getirmektedir. "Dinî cemaatten sivil toplum olmaz" diyenlerin, Birleşmiş Milletler'in akredite ettiği STK'ların yarısına yakınının dinî organizasyon olduğundan haberleri yok. Türkiye'de cirit atan, özel üniversiteler gibi "çağdaş" kurumların işbirliği yaptığı yabancı STK'ların çoğunun kilise kuruluşu, hatta Hıristiyan tarikatların yan kuruluşları olması manidar değil mi?

Türk toplumunun hayırseverlik gücünü bir sermaye olarak tasavvur edelim. Dindarlığın beslediği bir sermayedir bu. Türkiye gibi birkaç ülkeye yetecek bir sermaye değil mi, söz konusu ettiğimiz? O zaman, kimsesiz çocuklarına devletin baktığı, çok azına bakabildiği, bakabildiklerine de kötü davrandığı bir ülke olmak inanılmaz bir tezat değil mi? Neden laik Batı dünyasında bu işi tek başlarına kiliseler üstleniyor? Cemaatleri sınır dışında tutarak toplumda var olan sosyal sermayeyi çürütür ve heba edersiniz. Paranoyakça yasaklara rağmen toplumun ifa ettiği dayanışma ve yardımlaşmanın, her şeye rağmen sizi ayakta tutan güç olduğunu fark edemezsiniz.

Cemaatler konusunda yeniden düşünmeliyiz. Cemaatlerine zorluk çıkartan, cemaatleriyle kavga eden, onlara yasaklar getirmek için fırsat kollayan bir devlet, kendi ayağına kurşun sıkmaktadır. Sivil toplumunu seferber edemeyen bir devletin dünya üzerinde esamisi okunmuyor. Türkiye'nin sivil gücü çoğu yerde kendi devletinin taktığı çelmelere rağmen, "cemaat" sıfatıyla dünyanın her yerinde at koşturuyor, iddialı projeleri gerçekleştiriyor. "Çağımızın Kolonizatör Türk Dervişleri", dünyanın hemen her ülkesinde güven adaları inşa ediyor. Geleceğin dünyasında Türkiye'nin yeri, bu "millî misyonerler" eliyle bugünden şekilleniyor.

Cemaatlere düşmanlık bu topluma, aklı başında bu devlete has bir tavır olamaz. Bu ülkeyi sevenlerin ve düşünenlerin savaşa değil, bu toprakların sahip olduğu bütün potansiyeli yine bu ülkenin sorunlarını çözecek ortak amaçlar için seferber etmeye ihtiyaçları var. Bahsettiğim şey, bu ülkede inanılmazların gerçekleşeceği mucizenin kendisidir. Bu mucizeyi "cemaat farkı" ortaya çıkartacaktır.