Gönüllüler hareketinden mülhem Asr-ı Saadet günümüz mukayesesi

Hz. Adem'den bu yana geçen süreçte kullandığımız araç-gereçlerden, hayat şartlarımıza bir çok şey değişti; ancak bu değişiklikler hep "maddi" olanla sınırlı kaldı. Ebediyetten gelip, bedenlerimize canlılık veren "ruh"umuza ait; sevme, sevilme, inanma, paylaşma- yardımlaşma v.b. manevi ihtiyaçlarımız ise 5 milyar küsur seneye rağmen değişmedi ve değişmeyecek de.

Bundan dolayı tarih sürekli tekerrür edip duruyor. Tekerrür etmek durumunda, çünkü; değişen madde, mana ise tarihin tekerrür etmesine vesile olan değerimiz. Bu sebeple aradan asırlar bile geçmiş olsa değişen sadece insanlar. Olaylar ise başrolleri farklı bir şekilde aynen tekerrür ediyor.

Bu gözle "asr-ı saadet"e baktığımızda gerek psiko-sosyal; gerekse de sosyo-ekonomik yönden günümüze çok benzediğini müşahede etmekteyiz.

İki dönemin sosyo-kültürel mukayesesi

Allah Rasulü'nün dünyaya geldiği ve peygamber olarak gönderildiği topluma baktığımızda: Putperest, üstünlüğü maddi zenginlik ve soyda gören, garibanın ezilip, kurulan kölelik müessesiyle insan hak ve onurunun ayaklar altına alındığı, koyu kabile asabiyetinden dolayı kan davalarının başını alıp gittiği, gerektiğinde yağmacılık ve çapulculuğun bir geçim kaynağı olabildiği bir topluluk görürüz.

Bu gelenekçi toplumun ortak kültürel özelliklerinden uzak bir şekilde yetiş(tiril)en Allah Rasulü, böyle bir sosyo-kültürel ortamda bu kültüre zıt bir kültürel değişim sürecini başlatmıştı. Allah Rasulü peygamberliğini ilan ediyor, put inancı bir-kaç nesilden beri benliğine işlemiş bir kavme bunun yanlış olduğunu söylüyor, halkı fakirlere sadaka vermeye çağırıyor, her türlü insanlık dışı muameleyi ve ahlaksızlığı yasaklıyordu. Ayrıca kimsenin kimseye doğuştan değil; ferdi gayretle liyakat kazanıp üstün olabileceğini dillendiriyordu. Adalet terazisi yerle bir olmuş bir kavme, adaleti ve ictimai bütünleşmeyi sağlayacak değerler va'z ediyordu.

Bu asrın sahibine baktığımızda da aynı şeyleri görürüz. İmanın sarsılıp yerle bir olduğu, modernitenin ve bilimin akılları baştan aldığı bir dönemde iman sarayının en tepesinden seslenen Bediüzzaman Hazretleri, "neslimizin ve topyekün bir milletin kurtuluşunun iman'a ve Kur'an'a sarılmakla olacağını" bütün dünyaya ilan etmiştir.

İman sarayının gedikleri onarıldıktan sonra bu sarayın güzelliklerini bütün dünyaya anlatmak için yola çıkan muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi de; dinin harap imanın turap olduğu bir dönemde, kurtuluş "dine ve onun değerlerine sarılmakta" demiş, zamanın şartlarını da çok iyi analiz ederek, ilk başladığı günlerde henüz toplum tarafından alışılmamış, bu yüzden yer yer garipsenen bir hizmet metoduyla yola çıkmıştır.

İslam davasının değişmez kaderi: Hicret

İçinde bulunduğu toplumun sosyo-kültürel ortamına taban tabana zıt fikirlerle gelip, oluşturduğu yeni anlayışla amme menfeatini(!) tehdit eden, İslam davasının temsilcilerinin hep kaderi olmuştur hicret etmek. Hicret, eden için gerek psiko-sosyal gerekse de sosyo-ekonomik yönden çok zor olsa da; davanın neşv-ü nema bulması adına hayati bir fonksiyon icra etmiştir. Nitekim Allah Rasulüne peygamberlik gelmesinden hicret ettiği süreye kadar geçen 12 senede, davaya gönül veren insan sayısının 1000 küsur; hicretten Mekke'nin fethine kadar olan 8 senede ise, 10000 küsur kişi olduğunu nazara alırsak hicretin İslam davasına nasıl nefes aldırdığı gerçeği ortaya çıkmış olur.

Nitekim gönüllüler hareketine de baktığımızda bu hareketin en önemli özelliğinin "hicret" olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Hicret, gerek hareketin nefes almasını sağlarken; gerekse de bütün dünya tarafından tanınmasının en önemli faktörü olmuştur. Nitekim bu hareketin başarısının altındaki temel faktör, hicret eden gönüllülerin fedakarlık ve vefalarıdır.

Karşı çıkanların şaşırtıcı benzerliği

Mekke toplumu kadar materyalist bir toplumda zekat ve sadakadan bahsetmek, kul hakkına riayetten dem vurmak, halkı yetimlere ve yardıma muhtaç olanlara yardıma yönlendirmek alışılmış şeyler değildi; İslam bu yönden eskiden beri devam eden ananevi yapıyı tehdit ediyordu.

Bir de böylesine muhafazakar bir toplumda İslam geniş halk tabakalarında yayılıyor, çok sevilen bir Peygamber'in önderliğince yönlendiriliyordu. Bu durumda hakimiyetlerinin sona ereceğini düşünen cemiyet liderlerinin gücü, bu gelişmeleri durdurmaya yetmeyince, asılsız iftira, yalan ve zorlayıcı bazı tedbirlerle netice almaya çalıştılar.

Öyle ya; asıl amacı "insanı potansiyel insanlıktan realite planında insanlığa çıkarmak" olan bir anlayıştan kim veya kimler rahatsız olabilir? Rahatsız olanlar geçmişte hakimiyetlerinin sona ereceğini düşünenler olduğu gibi günümüzde de şaşırtıcı bir şekilde aynı kişilerdir.

Türkiye'nin gelişmesinden, neslimizin milli-manevi değerlerimizle bezenmesinden, bayrağımızın dünyanın dört bir tarafında dalgalanmasından vatanını milletini seven herkes çok memnunken; "kurdukları hakimiyeti kaybedeceği endişesi içinde olanlar" son derece rahatsız olmaktadırlar.

Bir de bu hareket geniş halk tabanına dayanıp, eğitimli kişilerden oluşunca rahatsızlık kat be kat artmaktadır.

Gönüllüler hareketi bugüne kadarki, gerek ortaya çıkışı, gerek neş'et ettiği sosyo-kültürel ortam, gerek "hicret" ortak noktası, gerekse de karşı çıkanların şaşırtıcı benzerliği yönüyle Asr-ı Saadet'e çok benzemektedir.

Sosyal hayatın kanunları olarak ifade edebileceğimiz "sünnetullah"a bakarak, bundan sonrasının da benzeyeceğini (Allahü Alem) söyleyebiliriz...