Zor Bir Kelime Kolay Bir "Gün"

Sevgililer Günü (SG), diğerleri gibi artık bu zamanın bir realitesi. Fakat ön plâna çıkarılan yanı yeni bir tahassüs ve düşünce uyandırmıyor. 'Gün'ü geldiğinde ortada sadece kalıplaşmış söz ve davranışlar dolaşmaya başlıyor. Pazarın konusu olan hemen her mal ve hizmet, bu 'gün'ler bahane edilerek bir daha satışa sunuluyor. Reklâm ve pazarlama kurtları 'gün'e mahsus bir ambalajla bunlara farklı bir cazibe kazandırıyor ve insanların sadece hislerini uyarmaya bilhassa dikkat ediyor. Çünkü potansiyel müşteriler bir muhakeme yapacak olurlarsa, asla rasyonel olmayan bir alışverişe davet edilmekte olduklarını farkedebilirler. Buna meydan vermemek için, bunun zâten tabiatında böyle olduğu şuuraltına çok ince tekniklerle işleniyor; çünkü sevgi zâten rasyonel değildir ki! (ve bu, diğer günler için de aynen geçerli.)

Bu 'satışları arttırma' oyununda, medyanın, en başta da televizyonun teshir gücü en önemli silâh olarak kullanılıyor.[1] Reklâmlar ideoloji, din, cinsiyet, meslek ve yaş grubu ayırdetmeden hemen her yere nüfuz edebiliyor.[2] İnsanlara bilinen ritüelleri yapmaları tavsiye ediliyor; bir ürün alıp hediye etmenin bu günlerin olmazsa olmazı olduğu işleniyor. Böylece, pazarı gürültüye boğan işportacılardan bir farkı kalmıyor televizyon kanallarının (istisnalar bir yana). Aslında, piyasanın serbestliğini de aşan ve insanların benimsediği 'mefhumlar'ı rahatlıkla kirleten sınır tanımaz bir gayr-ı ahlâkîlikle -sevgi, anne, baba, Hz. İsa (as), Ramazan gibi değerler sanki çok dert ediliyormuş gibi- yapılıyor bütün bunlar. Yazılan ve konuşulanlar, konunun üzerinde düşünme arzusu uyarmayacak ölçüde basit ve derinliksiz kalıyor. Neticede satışlar artıyor ve reyting uğruna medyatize edilen 'değerler' doğru anlaşılma şansını kaybediyor. Bu bildik aldatmaya açık olan kitleler de her defasında oyuna geliyor. Ve bu bahsin kapağı bir sene sonrasına kadar kapatılıyor. Çünkü halkı havaya sokan cazgırlar rol yapmak isteseler de buna vakit yok; sırada başka 'gün'ler var.

'İnsanlar arası münasebetler ve toplum huzuru açısından bu 'günler'in hiç mi faydalı bir yanı yok, olmuyor mudur veya olamaz mı?' şeklinde bir soru sorulabilir. Oluyordur hiç şüphesiz, fakat ne ölçüde? İnsanların bu 'günler' etrafında sözü sıkça edilen kavram ve değerlere karşı daha bir hassas ve saygılı olduğuna dâir hissedilir bir değişiklik görülmüyor. Toplumda karşılaşılan menfi hâdise ve örneklerde kayda değer bir azalma bildirilmiyor. Moral bozmak ve ümitsizliğe yol açmak doğru değil, fakat şu rahatlıkla söylenebilir: kronik hâle gelmiş, hattâ yer yer kangrenleşmiş, nihâî tahlilde ancak tek tek fertlerin ciddi bir muhasebe yapması ve kendisine çeki düzen vermesiyle yavaş yavaş ortadan kalkabilecek meselelerin böyle 'günler'le çözümünü beklemek gerçekçi gözükmüyor. İnsanları vicdanlarıyla yüzleştirmek, onlara hayatlarında bir ruh inkılâbı yapma ihtiyacı hissettirecek şekilde hakikatleri güzelce ortaya koymak ve bu cehdi sürekli kılmak kolay değil. Kaldı ki, önce buna niyetlenmek, kendi durumundan rahatsızlık duymak gerekiyor. Televizyon reklâmları ve piyasa sloganları ise ayrı bir dünyaya ait. Bugün karşımızdaki tablo, bu 'günler'in, sadece paraya tahvil için kullanıldığını gösteriyor.[3] Bugün kaç medya kuruluşu, SG'yi sığ değerlendirme alışkanlığından kurtarabiliyor kendini?!. Kaçı, Anneler Günü'nde 'anne' hakikatinin hakkıyla hissedilmesini sağlayacak niyet, derinlik ve birikime sahip?!...

Mefhumların ve Hayatın Daraltılması

Artık isim açısından yapılabilecek birşey yok; SG'nin ismi değiştirilemez; Sevgi Günü veya Sevenler Günü gibi yeni bir gün de ihdas edilemez.[4] Fakat bu 'gün'ün anneler günü veya diğerleri gibi bir vesile olma yanı var. Önemli olan husus, bunun kalıcı neticeler verecek şekilde nasıl değerlendirileceği.

Herşeyden önce Sevgililer Günü ifadesi, dayandığı -iddia edilen- sevgi kavramını daraltıyor. Belki de bu 'gün'ün çığırtkanlığını yapanlar sevgiden değil de, sadece sevgililerden sözediyorlar, sevgi diye bir dertleri yok. Sevgi, sesi daha az çıkanların endişesi belki de. Burada 'İyi de, sevgisiz sevgili olur mu?' diye düşünülebilir. Bu, sevgiliden ne anlaşıldığına, daha doğrusu kendilerini sevgili kabul edenlerin sevgiden ne anladıklarına bağlı. Kelimeler orta yerde mebzul miktarda telâffuz ediliyor; fakat karşılıkları yok. Sıhhatli bir sevginin pek olmadığı, kalmadığı bir dünyada kendilerine 'sevgili' denilen, piyasa ekonomisinin 'sevgili' olarak tarif ettiği, fakat aslında 'içinde pek de saygı barındırmayan bir sevgi'nin hoyrat taşıyıcıları dolaşıyor.

Kimler 'sevgililer' sınıfına dâhildir; 'sevgili' olmak ne demektir? 'Sevgili' hangi 'sevgi'nin emanetçisidir, mesulüdür ve muhatabıdır? Bütün sevgililer, şairin 'Ey Sevgili, en Sevgili!' hitabıyla hasretini dile getirdiği müteal ve saf sevgilerin muhatabı olabilir mi? 'Sevgili' sıfatı hangi vasıfları gerektirmektedir?[5]

Kelimenin bu toplumda yerleşmiş bir mânâsı ve bilinen tedaileri var, bu inkâr edilemez. Her ne kadar genç ve orta yaşlı evliler, hattâ evliliklerinin kırkıncı, ellinci yılını idrak edenler bu günü kutlamaya davet ediliyor olsalar da, esas hitap edilen kesimin nişanlılar, genç evliler ve bilhassa kız-erkek arkadaşlığı yapanlar olduğu biliniyor. Bu şekilde, bir 'gün' kutlanmış olmuyor sadece; yirminci yüzyılda Batı'dan toplumumuza giren flörte de sevgililer gününde meşruiyet kazandırılmış oluyor. Flört anlayışı evlenme gibi bir niyeti olmayan, olmayacak kadar yaşı küçük olan gençler, hattâ çocuklar arasında sinsi ve açık şekilde teşvik ediliyor, gerekli gösteriliyor. Böyle şuursuz, hedefsiz ve çarpık bir arkadaşlığın ileri safhalarında, yüz-göz olma, hicab duygusunun tamamen ortadan kalkması ve fıtratın araya koymuş olduğu sınırların çiğnenmesiyle karşılıklı saygı da bitiyor. Bir sonraki arayış ise geçmiş tecrübeye dayandığı için, hisleri sakatlanmış olanlar ve yine evlilik gâyesi gütmeyenler saygı ve nezaketi gerekli görmüyor; sadece nefsanî bir fâsit daire içinde dönüp duruyor. Dolayısıyla SG böyle bir 'gençlik' ('Gençliğinizi böyle geçirin!') propagandası için de kullanılmış oluyor. Eğer bir ahlâk terbiyesi esas alınmazsa, 'kişinin kendisini, insanları ve karşı cinsi hayatında nereye koyacağı' sorusu evde, okulda ve yakın çevrede doğru cevabını bulmaz, hakiki insan olma yolu gösterilmezse, medyanın ve sokağın insafına terkedilen genç insanlar hislerinin ön plânda olduğu hayatlarının bu devresinde tabii ki bir oraya bir buraya savrulurlar. Halbuki bu, insanın hem fıtratına, hem de yaratılış gâyesine aykırı bir durum!

Karşı cinsten genç insanlarda birbirleri hakkında belli bir duygu ve düşünce gelişir. Bu tabiî ve fıtrîdir. Fakat içtimaî hayatta aradaki sınırlar nasıl belirlenmelidir ki, bu hem onların, hem de bütün toplumun huzurunu bozmasın; insanlar dünyada ve âhirette pişman ve perişan olmasınlar? İşte bu noktada, inanç hassasiyetiyle yaşayanlar ortaya güzel bir ahlâk koymak, evde, okulda, işyerinde temsil ettikleri vakarla topluma örnek olmak durumundadırlar. Burada en önemli nokta, insanın bebeklikten itibaren hayatına yavaş yavaş giren terbiye ve sevgi daireleri içinde nasıl besleneceği, bilhassa ileri gençlik devresinde bu sürecin nasıl götürüleceğiyle ilgilidir.

Hiçbir sevgimiz hayatımızda tek başına yer tutmaz, aynı anda farklı sevgilerle yaşarız. Fakat kişinin önce en yakın çevresi (anne-babası), sonra kendisi, daha sonra da toplum hakkında bir şuur geliştirmesinde, bunlara belli bir mânâ vermesinde ve sevgi bağları kurmasında esas belirleyici olan unsur yine anne-babadır. Ve burada asıl önemli husus sevgiden ziyade terbiyedir. Çünkü sevgi fıtrîdir. Anne-babanın çocuğu kendilerinden bilhassa nefret ettirmek için çaba göstermesi gibi istisnaî durumlar dışında, verdikleri terbiye açıkça fıtrata aykırı olmadıkça çocuklar anne-babayı sever. Fakat bu yeterli değildir; terbiye için ebeveynin şuur, inanç, irade ve gayret göstermesi gerekir.

Aslında insan kendini farketmeden, 'ben'lik hissini duymadan önce anne-babasını farkeder. Onların varlıklarıyla sevgileri aynı anda hissedilir. Bunu kardeş, akraba, yakın çevre ve öğretmenin sevgisi takip eder.[6] İnsan bunların herbirinden kendine mahsus mânâsı olan farklı bir sevgi hisseder ve bu onun ruhunda bir yere karşılık gelir. Bir insan çocukluktan itibaren ne kadar çok çeşitli sevgilerle (meselâ bir dede ve nine sevgisi) karşılaşırsa, ruhen, kalben doyar; bunlardan bazılarının eksikliği ise, ruh dünyasında eksik birşeylerin kalmasına sebep olur.

İnsanın kendisine en yakın daire olan 'kendisi'yle ilgili neler hissettiği de çok önemlidir. Bu, dış dünya ile karşılıklı etkileşen insan benliğinin inanç, terbiye ve ahlâk açısından bulunduğu yeri bizzat kendisinin nasıl gördüğü mânâsına gelir. Bir insanın dünya hayatına dâima ümitle bakabilmesi, âhireti için ise havf ve reca dengesini gözetmeye çalışması, onun kendisiyle barışık olduğunu ve aslında bütün bir varlık âlemine karşı pozitif duygular beslediğini gösterir. Yoksa bu, ne insanın kendisini çok önemsediği, ne de beğendiği mânâsına gelir. 'Allah nefsimi bana beğendirmemiş' diyen, 'Bütün dünya biraraya gelse beni iyi olduğuma inandıramaz' sözüyle ders veren Bediüzzaman (ra), bütün dünyaya karşı ne derin bir şefkat besliyor! Hz. Peygamber'in (sas) 'Kendiniz için istediğinizi mümin kardeşiniz için istemedikçe tam iman etmiş olmazsınız.' sözüne hayatıyla tercüman oluyor. Nefsini çok iyi tanıyor, ve hem nefs-i mutmainne hakikatini (ve diğerlerini) hayatıyla gösteriyor, hem de karşılaştığı her bir insanın dünya ve âhiret saadeti için dertleniyor; bunlara kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı, zengin, fakir, sarhoş, katil, zâni, hemen her tip insan dâhil. Rabbi karşısındaki marifet ve muhabbeti ve nefsine karşı kesin tavır alışından dolayı o kendi dışındaki bütün daireleri, kâinat çapına kadar muhabbetle kucaklıyor.

Söz Değil His

Herşey mefhumlarla başlıyor. Müsbet yaklaşımlar da, menfî şartlandırmalar da mefhumları temsil eden kelimeler üzerinden yapılıyor. O hâlde mefhumların hayatımızda karşılık geldiği durumlar doğru tarif edilmeli. Biz 'sevgi'yi düşünmeli, düşündürtmeliyiz. Aslında, kelime ve kavram olarak 'sevgi', üzerinde konuşmayı da pek gerektirmiyor. Hayatın içinde varlığı veya yokluğu hissedilen ve üzerinde düşünülen bir hakikat o. Doğrusu, sevgi kelimesi bu kadar sık dillendiriliyor olmasına rağmen, onun hakikatine ve samimi tezahürlerine bugün neden daha fazla ihtiyaç duyulduğu konuşulmalı. Belki bu kendimizle yüzleşmemize de vesile olur.

Bir insana birine karşı duyduğu sevginin sebebi sorulduğunda, bunun matematikî bir cevabı yoktur. Çünkü sevgi, sebep olarak gösterilen durumların toplamını aşar. Kişinin sevdiği insanda gördüğü hoşuna gitmeyen ufak-tefek durumlar bile sevgisine mâni olmaz. Bunlara zamanla alışır, görmezden gelir, iradî olarak onu olduğu gibi kabul eder; çünkü sevgi hepsini tolere eder. İşte sevgi buna denir zâten. Buradan da anlarız ki, sevgi hesap-kitap işi değildir, bunlar işin içine girdiğinde saffetini yitirir, daha doğrusu sevgi olmaktan çıkar. Bunun böyle olduğunu anne-babamızdan duyduğumuz ve onlara karşı hissettiğimiz karşılıksız sevgilerden de anlarız. Çünkü bunlar fıtrî sevgilerdir. Anne-babanın evlâtlarına karşı sevgisi, bebeklikten ileri yaşlara kadar tezahür ve ifade şekli itibariyle farklılıklar geçirse de, herzaman şefkattir.[7]

Anarşistlerin, teröristlerin belki de büyük kısmı anne-babasından, çevresinden veya öğretmeninden sevgi görmemiş çocuklardır. Sevginin girmediği bir kalbde dış dünyaya karşı ister istemez soğukluk -hatta nefret- uyanmaya başlar; çünkü kalb de boşluk kaldırmaz. Fakat insanı, Yaratıcı'nın bir sanatı ve ebediyet yolcusu olarak gören anlayış bir teröriste bile, onun insan olduğunu unutmadan yaklaşabilir, ve vicdanının sesini -eğer ölmediyse- ona duyurabilir.

Bazen hayatımızda sevgiyle öyle güçlü bağlar kurulur ki, ihyamıza vesile olur. Kendimizi kimsesiz, sevgisiz ve ümitsiz hissettiğimiz bir anda, tek bir insanın bizi anlaması, veya eski bir dostun unutmaması, zamanını ve hayatını içtenlikle bize ayırması bizi tekrar hayata bağlamaya yetebilir. Onun bu beklentisiz cehdi, sevgiyi de aşan birşeydir belki de. Onun sıcaklığı ve aydınlığında bütün insanlar gözümüze dost gözükebilir. Tek bir sevdiğimiz insanın bulunduğu büyük bir şehir bu yüzden gözümüze, kendimizi yalnız hissettiğimiz, yabancı ve kasvetli bir yer gibi gözükmez.

Herşeye rağmen -daha doğrusu bir ilâhî inayet ile- evlenip çocuk sahibi olan, üzerine aldığı yeni mesuliyetlerin farkına varan ve kendine yeni bir dünya kuran -iradesini 'yeniden inşa' yönünde kullanan- geçmişin âdi bir sâbıkalısı bile çevresine farklı bir nazarla bakmaya başlar. Artık dışarıda karşılaştığı bütün çocuklarda kendi çocuğunu görür, onlara şefkatle bakar; bütün insanları dünya-âhiret kardeşi bilir, kötü nazarla bakmaz. Hattâ eski hayatındaki gibi yaşamaya devam eden tanıdıklarını da kurtarmaya çalışır. Dünyasına giren eşine ve çocuğuna karşı hissettiği -daha yeni tanıştığı- bu yeni sevgilerle bir insan böylece yeniden doğmuş gibi olur. Bir de Allah'a karşı saygıyla dolu bir muhabbet ve bir âhiret hassasiyeti duymaya başlarsa, yepyeni bir insan olur. Varlığı sevgi mayasıyla yaratmış olan Allah ölüden diriyi böyle çıkarır. Sevginin ilelmerkez gücü, kendisine niyetlenenlere hemen cevap verir.

Tıpkı kâinatın sevgi esasına bina edilmesi gibi, küçük bir kâinat olan insan için de mânevî hayatının merkezi kalbidir. Nasıl ki biyolojik kalb bedenimizdeki diğer bütün organların (ve dolayısıyla bedenin) hayatiyetinin devamlılığı için en önemli ve tek merkezdir. O çalışmazsa hiçbir organa, ama en önemlisi beyne oksijen gitmez; beyin ölür, ruhun bedenle teması kesilir. Belli bir süre sonra -ama geç- çalıştırılsa da, iş işten geçmiştir; insan artık bir bitki hayatı yaşamaya başlar. Mânevî kalbimiz de öyledir. O öldüğünde akıl da müsbet bir işe yaramaz, dil de; insan hakiki mânâda hissedemez, düşünemez, anlayamaz, konuşamaz. Ve mânevî kalbin yeniden atmaya başlaması da diğeri kadar zordur. Bunda da acele edilmelidir. Her gecikme, bütün lâtifelerle hayata dönüşü zorlaştırır.

Bir de Peygamberlerin (as) ve adım adım onların izinde yaşayan büyüklerin duyduğu sevgi vardır. İlâhî bir mevhîbe olarak onlar, bizim anlamakta, hissetmekte zorlanacağımız bir kalb vüs'atine ve derinliğine sahiptirler. Onlar iradelerinin hakkını vererek dâima kulluk ve ihsan heyecanıyla yaşadıklarından, sevgileri ve şefkatleri de her dem taze ve canlıdır. Bütün varlık âlemine karşı pek çok mânâ tabakası olan bir alâka ve sevgi duyarlar, Yaratıcı da onları bütün varlık âlemine sevdirir.

Tanımadan -gerçekten- sevemez insan. Fakat, tanımadığı insanları yine de akılla sevmeyi deneyebilir. Bu, kendini onların yerine koyarak, onların da tıpkı kendisi gibi -zaaf ve beklentileriyle- birer insan olduğunu, hakikatle tanıştırılmaya hakları olduğunu ve bunun için dünyaya geldiklerini düşünerek olur. Bu şekilde duyulacak bir sevgi, insanlık sevgisinin bir yansımasıdır, ve bu sonuncusu istemeden ve gayret göstermeden doğmaz. İstemek ve gayret göstermek ise, insanlığı bir yere bağlamakla (yaradılanı Yaradan'dan ötürü sevmekle) olur. Bir de, ilk tanışmada bize antipatik gelen, mizacımızın uyuşmadığı birini -önce sadece insan olduğu için, zamanla buna ilâveten iyi hallerini de görerek- sevmeye çalışmak, insanın kendini aşması demektir. İşte bu sevgi çok değerlidir. Gayret ve irade ile, yani zor elde edildiği için de elden zor çıkar. Evet, tanımadığımız insanlar hakkında da hayırhah olmak, düşünme yoluyla duygu ve heyecanımızı dizginlemek, bunların akıl ve iradenin önüne geçmesine izin vermemek mümkündür. İnsanları tanıdıktan sonra doğan sevgiyi sıhhatli bir şekilde sürdürmek de akıl ve iradeyle olur. İşte Peygamberlerin (as) başını çektiği sonsuzluk kervanı bütün insanlığa bu ulaşılmaz sevgi himmetleriyle ve şefkatleriyle hitap ederler. Çünkü onlar insanlığın âhireti için sürekli endişeyle ürperirler.

Âhiret İnancının Beslediği Hakiki Sevgi ve Şefkat

O hâlde, bütün sevgilerimiz Yaradan hesabına ise ve bu yüzden âhirete de bakıyorsa, esas muhtevasını, sıhhatini ve derinliğini buluyor. Allah ve âhiret için sevenlerin kalbine verilen ve dünyevî meselelerin sarsamadığı derin huzur ve itminan da diğerlerinden farklı oluyor.

Bir annenin evlâdına karşı duyduğu sevgi ile iki hakiki dostun birbirlerine duydukları sevgi arasında fark vardır şüphesiz. Birincisi daha ziyade şefkattir. Evlâdı aç kalmasın, üşümesin, dünyada bir zarar görmesin ve âhireti kurtulsun diye annenin gösterdiği heyecan şefkatinden kaynaklanır. Şefkat sevgi-ötesi, sevgiden daha aşkın bir duygu. Çünkü beklentisiz bir sevgi bu ve bilhassa annelere verilen ilâhî bir hediye. Fakat yeri geldiğinde, dost ve kardeşlerin sevgisi de yeni bir mânâ kazanıp derinleşebilir ve bir şefkate dönüşebilir. Peki hepsi bu kadar mı? Sadece dünya değil, âhiret için duyulan şefkat daha aşkın değil mi?!. Hz. Yakub'un (as) evlâd(lar)ına sevgisi saf bir şefkat, fakat herşeyden önce âhiret için. Allah ve âhiret inancına bağlanmamış, sadece dünyaya bakan, bu yüzden de çoğu gelip-geçici olan sevgiler de yalan; bunların belki çok azı içten ve samimi, fakat esas kaynağına bağlanmadığı için de aslında mecazî.

Şu hâlde, Allah'a ve âhirete bağlı bir sevgi hayatın merkezine konumlanıyor ve bütün mânevî değerler onunla doğup hayat buluyor, maddî kıymetler de onunla doğru yerine oturuyor. Hakiki saygının, vefanın, diğergâmlığın, fedakârlığın, hoşgörmenin, affetmenin, setretmenin mayasında böyle bir sevgi var. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin ifade buyurduğu, 'Sevgiyi sevip, düşmanlığa düşman olmak, inançla coşan bir kalbin en mümeyyiz vasfıdır.' sözü buna da işaret ediyor olsa gerek. Çünkü bundan, inananlar, yani kendileriyle yüzleşme cesareti gösterenler, hakikat peşinde koşanlar, kalbi herkesi içine alacak genişlikte olanlar, -bir de inanma potansiyeli ve niyetiyle yaşayanlar- korkmazlar.

Bugün iradî sevgilerin peşinde değiliz. Çünkü kolaycılığa alıştırılan bizlere bu zor geliyor. Fakat insanı insan yapan bu. Bugün kendimizi daha ziyade akıl-irade gerektirmeyen duygu yönlendirmelerine bırakma peşindeyiz. Bu yüzden, sevginin kelime olarak telâffuzu da insanlarda pek bir heyecan uyandırmıyor. Belki de önce bir 'Düşünme Günü' ilân edilmeli. Hayatın en erken döneminde tanıştığımız ilk duygu olan sevginin başıboş kalmaması için de, hayatımıza inançla birlikte giren bütün hakikatlerin kıymetini idrak etmek için de önce düşünme cehdi gerekiyor.

Hz. Peygamber'in (sas) Ölçüsü

Aslında sevgi hakikatinin, hissedilmek ve öğrenilmek için, kendisini temsil edecek bir kelimeye ihtiyacı yok. Sevgi öğretilmez, öğrenilir; konuşulmaz, hissedilir. Anne-babamızdan, kardeşlerimizden veya diğer insanlardan sevgi görürken, bu kelimeyi acaba kaç defa işittik? Sevginin telâffuzu onun yerine geçiyor mu? Buna gerek var mı? Onu her durumda kalbimiz ve vicdanımız yoklamıyor mu, test etmiyor mu, saflığını ölçmüyor mu? Bazen çocuklar açlığını hissettiklerinde veya araya giren kardeş kıskançlığı sebebiyle, fakat her zaman safiyâne bir şekilde, sevilip sevilmediklerini test ederler. Bunu yetişkinlerin yaptığı da olur.

Fakat sevginin lâfı değil, mesuliyetle taşınıp taşınmadığı önemlidir. İşte bu konudaki ölçüyü Hz. Peygamber (sas) veriyor. Her sözü, her fiili mahz-ı hikmet olan Hz. Peygamber (sas), 'Bunu arkadaşına açıkça söyle!' diyor. İnsanlık tarihinde bir benzeri bilinmeyen bu tavsiyede, aradaki sevgi bağının perçinlenmesine teşvik de var, bunu açıkça söyleyebilecek kalb gücüne ve samimiyete davet de var, bunu koruma mükellefiyetini üstlenmek gerektiğine işaret de var; bu kelimenin, ancak hakikaten duyuluyorsa ve doğru ise söylenebileceğine îmâ da var.

Demek ki bu derinlikteki bir sevgi açıkça ifade edilmeli. Demek ki, sevgi gerçekse, söylenmeyi, ilân edilmeyi hakeden bir zenginliğidir insanın, hayatın ve kâinatın. Ve bu zor kelimeyi kullanırken sevgimizden o kadar emin olmalıyız ki, söylediğimiz insan karşısında altına girdiğimiz bu ağır yükü taşıyabilelim. Muhterem Hocamızın gıybet konusunda verdiği misâldeki gibi, bu bir ahit sanki bizi bağlayan ve daha sonra bozulmaması gereken. Diğer yandan, 'Söylemeye cesaretimiz yoksa, demek ki bu tam bir sevgi değildir.' diye de düşünebiliriz. Söylemek zor; çünkü, söylemek için o ufka ulaşmak zor; bir kere pürüzsüz şekilde söyledikten sonra sürekli hakkını vermek zor. İnsanlık ailesine tam bir aile sevgisi öğreten Hz. Peygamber'in (sas) ne derin bir sevgi, şefkat ve samimiyet ufkunda yaşadığını, O'nun peygamberliğinin de bir mu'cizesi olarak gösteriyor bu sözü.

Ve merhum Cemil Meriç'in vefat anına yakın diline pelesenk ettiği, 'La ilâhe illAllah, Muhammed sevgilim' cümlesi, içinde geçen 'sevgili' kelimesinin kendisine en çok yakışan insanla beraber zikredildiği nâdiren karşılaştığımız güzel ifadelerden biri değil mi?


[1] Bugün medya ekonomik ve siyasî güç savaşının en önemli enstrümanı durumunda.

[2] Çünkü reklâmlar, müzik ve sloganların eşlik ettiği hareketli görüntü şeklinde kurgulandığında daha fazla dikkat çekiyor. Bugün televizyon reklâmlarının birçoğu senaryo ve kurgusu hızlı seyreden çok kısa metrajlı filmler şeklinde hazırlanıyor; insanları güldürme, duygulandırma hattâ neredeyse ağlatmaya kadar netice alabiliyor. Banka, meşrubat veya otomobil reklâmlarıyla bile göz yaşartacak kadar duygular istismar edilebiliyor; ve bunlar, şirketlerin insanı nasıl gördüğünü ortaya koyuyor.

[3] Hakkındaki rivayetlerin hemen hepsi uydurulmuş hikâye havasında olan Saint Valentin, bekâr askerlere evlenme yasağının getirildiği Roma İmparatorluğu döneminde orduda gizlice çöpçatanlık yapan ve bunu hayatıyla ödeyen birisi. SG onun hatırasına icad edilmiş. Dünden bugüne Batı, tıpkı Noel Baba efsanesinde olduğu gibi kendine gaflet oyuncakları bulmakta güçlük çekmiyor.

[4] 'Bu günleri kim kararlaştırır, kim koyar, kimlerin istemesi böyle bir günün kabulü ve dünya kamuoyu tarafından benimsenmesi için yeterlidir, kimlerin istemesi bir mânâ ifade etmez; burada ölçü nedir?', bunlar da ayrı bir konu.

[5] Aşk bir hakikat. İnsan hayatında yeri, mahiyeti ve derinliği ayrı bir bahis. Gayr-i irâdî doğan aşk ve aşk dışındaki mecazi sevgiler düşünce ile sıhhat bulur. Şuurlu hâle gelir. Aşkın doğru mecrası şu olsa gerek: 'Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezâizde birbirine ortak; gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar.' Aşkın, hakikatine en yakışan tarifini bulduğu bu ifade Bediüzzaman'a (ra) aittir.

[6] Bazen, ilk defa karşılaştığımız bir kişiden bile çok derin bir insan sevgisine işaret eden samimi alâka ve yardım da görebiliriz.

[7] Anne-babanın yaşı ilerlediğinde gelen torunlar ise, ilk defa hissedilecek farklı bir sevgi dünyasının kapılarını açar; onlar artık dede ve ninedir ve hayata bir kez daha ve daha farklı bir şefkatle bağlanırlar. Torunlar da onlardan anne-babanınkinden farklı, fakat yerini hemen hiçbir şeyin dolduramayacağı bir sevgi görürler. Bu, ailenin, dolayısıyla toplumun huzuru için de çok önemli bir unsurdur. Bu yüzden, dedelerden ninelerden göreceğimiz, görerek anlayacağımız çok hakikat var. Kardeşler arasında ise, bilhassa küçükler açısından, kıymeti genellikle biraz geç ve zor anlaşılan bir sevgi bağı oluşur.