28 Şubat’tan beter!

Demokrasiyi kurumsal hale getiremeyen her ülke gibi Türkiye de, olağan dönemleri, olağanüstü dönemlerin izlediği, sık gel-git yaşayan bir memleket. Genç bir üniversite öğrencisi olarak dünyayı biraz anlamaya başladığım dönemde Türkiye, 1980 darbesinden geçmiş, rahmetli Özal’ın öncülüğünde demokrasi antrenmanı yapıyordu.

O günlerde, gençlik havası ve demokrasi açısından hep inişli çıkışlı bir seyir izleyen yakın tarihimizi doğru düzgün anlamamış olmanın etkisiyle Türkiye’nin artık normalleştiğini, demokrasiden geri dönülmeyeceğini sanmıştım. Evet, 12 Eylül ürünü anayasa ile yönetiliyorduk. Ama olumlu gelişmeler de vardı: Düşünenleri cezalandıran meşhur 141, 142 ve 163’üncü maddeler iptal edilmişti. Radyo ve televizyonda devlet tekeli kaldırılmış, çok sesli döneme geçilmişti. AİHM’ye bireysel başvuru hakkı tanınmıştı. Tam üyelik için Avrupa Birliği’ne başvurulmuş, sivil toplum ve iş dünyasının dünyaya açılması önündeki engeller kaldırılmıştı. Umutlu olmak için çok gerekçe vardı.

Artık geri dönülmez derken, Özal’ın ani vefatı, siyasetteki çalkalanma ve ekonomik krizin ardından kendimizi 28 Şubat soğuğunda bulduk. Fadime Şahin, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı gibi birkaç isim üzerinden sahnelenen tiyatroyla toplum, “irtica” tehdidine inandırıldı. Demokratik kazanımlar uçtu. Üniversite, iş dünyası, siyaset ve medyada cadı avı başladı. Anadolu sermayesi “yeşil sermaye” diye yaftalandı. Bundan Ülker de nasibini aldı, mütevazı Şilibom Kebap da. İstanbul Çarşamba’da insanlar geleneksel kıyafetiyle dolaşamaz oldu. Esat Coşan Hocaefendi, bu beladan kurtulmak için gittiği Avustralya’da vefat etti. Bugünküne çok benzeyen medyatik bir linç kampanyasından sonra Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında idam talebiyle dava açılarak gurbete mahkûm edildi. İmam Hatipler budandı. Mezunları fişlendi. Darbeci askerler ve medyanın birlikte oluşturduğu bu deliliğe katılmayan C. Çandar, M. A. Birand gibi isimler alçakça andıçlandı. Normal hukukla yapılamayacak bu işler, Milli Güvenlik Kurulu’na, irticayı tehdit gösteren Kırmızı Kitap’a dayanılarak yapıldı.

Mesleğin ilk yıllarında bir gazeteci olarak, demokrasiden geri dönülmeyeceği fikrimde ne kadar yanıldığımı gördüm, saflığıma hayıflandım ve artık Türkiye için temel sorunun, demokrasiyi bulmak değil, kalıcı hale getirmek olduğuna inandım. AB sürecini de bu kısır döngüyü kırar umuduyla destekledim. Bu yolda ilerledikçe demokrasimiz de ciddi mesafe aldı. Hem Batı hem İslam dünyası Türkiye’yi bir demokrasi örneği olarak göstermeye başlamıştı ki, iklim yine değişti. Bu kez medya, irtica yerine “paralel” tehdidini pompalıyordu. Yandaş medyada, Fatih Altaylı’dan Aydın Doğan’a, Turgay Ciner’den Akın İpek’e susturulması gereken hainler diye yazılar çıkıyordu. Dün gerekçe laiklik ve çağdaşlıktı, şimdi milli irade. Dillerde, “MGK, kırmızı kitap, hain, Lawrence…” gibi laflar. Hukuk çiğneniyor, bir yardım kuruluşu linç ediliyor, fişleme her yerde. Okulların ortasından yol geçiriliyor. Medyaya akreditasyon uygulanıyor. Normalden ne kadar saptığımızı anlatmama gerek yok, AB İlerleme Raporu’nda hepsi var. Cumhurbaşkanı Gül’ün veda resepsiyonunda Hayrünnisa Hanım’ın kullandığı “28 Şubat’tan beter” ifadesi, hem de bir 28 Şubat mağdurunun ağzından yeni dönemin adını koymuş oldu.

Yaşananlar, asıl meselemizin demokrasiyi kalıcı hale getirmek olduğunu öğrettiği gibi, kimin değerli olduğunu, kime kulak vermek gerektiğini de gösterdi. Her devrin adamları değil, “28 Şubat bin yıl sürecek” diyenlerin yüzüne cesurca demokrasi ve hukuku hatırlatan Yargıtay Başkanı Sami Selçuk gibiler değerliydi. O zor günde şöyle diyordu Sami Selçuk: “Demokrasinin biricik sigortası yine ve ille de demokrasidir… Özgürleştireceğim bahanesiyle özgürlük çiğnenemez… Diktatörlüklerin büyük önderlere, demokrasilerin ise kendilerini ciddiye alan, bilinçli, sorumlu, büyük yurttaşlara gereksinimi vardır… Düşüncelerin, inançların açıklanmasını yasaklama girişimleri dün olanaksızdı, bugün daha da olanaksız. Çünkü insan yok edilebilir ama teslim alınamaz. Düşünceler kurşuna dizilemez… Yargının bağımsız olması zorunludur. Çünkü hukukta kimse kendi kendisinin yargıcı olamaz. Eğer yasa yapanlarla uygulayanlar kendi kendilerinin yargıcı olursa orada özgürlük ve adalet değil, düpedüz çıplak güç, zorbalık egemen olur. Salt güce dönüşen bir devlet, uyruklarını köle yapar, sömürür. Böyle devlette yargı ve yargıç görünüşte vardır, gerçekte yoktur..”

Dün mağdurken bugün muktedir olanlar şimdi çok farklı yerde olsa da Sami Selçuk aynı yerde. Tüm savrulanlara inat, Haşim Kılıç, Mustafa Erdoğan, Ergun Özbudun gibi isimlerle birlikte yine hukuk ve demokrasiyi savunuyor.

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/abdulhamit-bilici/28-subattan-beter_2250448.html