Gri Güneş

Niyazi Sanlı, “Üç insan, ‘Üç karasevdalı’ Gri Güneş” isimli eserinde, çağımızı seslendirme adına, Sahabe Efendilerimiz gibi yaşayan esâtirî yiğitlerimizden bazılarının hayat serüvenlerini anlatıyor…

Endonezya’ya giden Galip, Hakan ve Abdülkerim Firman Bey’le tanışıyorlar. Firman Bey onları Aip (Eyyüp) Şerafeddin Bey’le tanıştırdı. Onun oğlu Muhammed Pribadi bir arkadaş kavgasında başını yere çarparak yaralanmış ve vefat etmişti. “Yedinci günü” münasebetiyle bizim gençler programa katılmış ve Kur’an-ı Kerim okumuşlardı. 1994 senesi bahar aylarının bu gecesinden sonra, Aip Bey’le samimiyet gelişti. Aip Bey, bunlara hayran kaldı. Daha sonraları, “Bir oğlumu kaybettim ama yüzlerce evladım oldu!” dedi.

Daha sonra Aip Bey eşiyle, bu üç gencin ziyaretine gittiler. Yaptıkları yemekleri ve evlerinin temizliği dikkatlerini çekti. Geliş sebeplerini sordular: “Okul açmak için geldik.” dediler, eğitim hizmetlerinin önemini anlattılar. Daha sonra Aip Bey ile Firman Bey’i Türkiye’ye götürüp hizmetleri gösterdiler. Onlar meseleyi kavradıktan sonra “Böyle bir hizmetin içinde bulunmak isteriz. Bizim için şeref olur. Biz size okul binası bulacağız.” dediler. Artık Aip Bey’in ikinci adresi Türk gençlerinin evi olmuştu. Bir gün gençler Aip Bey’e “İsmail Büyükçelebi Ağabey gelecek, sizinle görüşmek istiyor.” dediler. O da Tayvan’a gideceğini söylüyor. Gençler üzülüyorlar. İsmail Hoca geliyor, çeşitli görüşmelere başlıyor. Ertesi gün bir de bakıyorlar Aip Bey kendilerine katılıyor. Daha sonra Tayvan’dan hemen geri dönüşünün sırrını şöyle anlatıyor: “Akşam otele gittim yattım. Garip bir ruh hali içindeydim. Oğlum Pribadi rüyama girdi. ‘Sen niye buradasın: Sana daha önce bahsettikleri hoca geldi. Okul açacaklar. Onlarla beraber olmalıydın.’ dedi, ben de hemen ilk uçakla geri döndüm.”  

Beraber bir okul inşa ettiler. Bir yâd-ı cemil olması için okulun adı PRİBADİ konuldu…

Kitabın ikinci bölümünde arkadaşımız Hacı Muammer’in ailesinden bilhassa oğlu Ubeyde’den bahsediliyor. Her şeylerini hizmet-i imâniye ve Kur’aniyeye adamış bu âilenin oğulları Ubeyde hizmet için gidip yerleştikleri Türkmenistan’da bir Ramazan günü gaz zehirlenmesinden vefat ediyor. Baba hizmet yolunda Mardin’e doğru gidiyordu haberi alınca, acısını içine atıp “Defnedin, dedi. Uçak bulup bulamayacağım belli değil. Hem buradaki işi bırakıp gelsem ölmüş çocuğa yapabileceğim bir şey yok. Ben dönünce gelip başında dua ederim.” dedi. Ama Cenab-ı Hak onu cenazeye yetiştirdi. Defin bittikten sonra çevresindekilere; “Siz gidin, ben biraz başında kalıp dua etmek ve Kur’an-ı Kerim okumak istiyorum.” dedi. (…) Hacı Muammer’in içini o zamana kadar hiç hissetmediği, tarifi mümkün olmayan bir huzur kapladı. Kendi kendine şaşırıyordu. Evladı ölen bir baba gibi değildi:

-Ya Rabbi! Ben bir ay önce çocuğumu evlendirdim. Böyle bir his yaşamadım. Bu ne hal böyle?

Ayakları yere basmıyordu âdeta. Kabrin başından kalktı: “Ya Rabbi! Bu iş bu kadar güzel, bu kadar tatlı mıydı? Biz bunu önceden fark edemedik. Altı tane daha evladım var! İslam için, hizmet için kurban gerekiyorsa, bunları da alabilirsin. Ben de dâhil! Çok zor değil ya Rabbi! Hayırlı ve güzelmiş!”

(Anne) Ziynet Hanım kabre yakın bir yerde arabada 41 Yâsin okumak için  gayret etti. (…) Oraya bir ceset değil de nurdan kundağa sarılmış bir insan defnedildiğini hissetti. İçine öyle büyük bir ferahlık ve rahatlama geldi ki, bir ay önceki oğlu Muaz’ın düğününde böyle mânevî bir haz yaşamamıştı. Kalb sesiyle oradaki şehitlere ve yatırda yatan üç evliyaya şöyle hitap etti: “Size bir komşu gönderiyorum! Ev sahipliği size ait. Gereken misafirperverliği ona gösterin.” (…) Dua etti. Kendisinin eksik bıraktığı bir terbiyeden dolayı ona azap etmemesi için yalvardı Allah’a. Kabirden yükselen lâl ü Güher kokularını içine çekti. Cennet kokusuydu sanki. Ve kabirden ayrıldı…

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/abdullah-aymaz/gri-gunes_2270156.html