İrfan’ın radarına takılan sâlih

Sâlih Beşir Bey’i Kurban Bayramı öncesi Filipinler’den arkadaşı İrfan Karabulut telefonla ısrarla arar… E-mail’ler ve mesajlar çeker. Ama Sâlih Bey cevap vermek istemez.

Çünkü niçin aradığını bilmektedir. Bu sene Sâlih’in niyeti kurbanları Filipinler’de değil başka diyarlarda kesmektir. Zaten memleketler paylaşılmış, kimlerin nerelere gidecekleri belli olmuştur. Ama bu İrfan Bey farklı bir insandır. İLK ve ÖNDEN GİDEN ATLILARDANDIR.

Zamboanga’da 13 sene önce bir öğretmenin 8 aylık bebeği vefat eder, defnedilir, ama med-cezir (gel-git) olaylarından dolayı nice zaman sonra ilk gömüldüğü yerden alıp okul bahçesine gömmek isterler, bakarlar ki, bebek canlı gibi gülümsemektedir. Annesi tereddüt eder: “Acaba biz bunu vefat etmeden mi defnetmişiz?” diye… Halbuki böyle bir şeyin olması mümkün değildir. İşte bu İrfan Bey bir gün ders anlatmaktan çok yorulur ve okulun dördüncü katına çıkıp dinlenmek için biraz uzanır. Biraz sonra cam tıklatılır: On üç-on dört yaşlarında bir kız çocuğu bakmaktadır. Kendi kendine “Nasıl olur? Dördüncü kata dışarıdan nasıl çıkar?” derken dikkat eder, kanatlıdır ve o 13 sene önce vefat eden yavrudur, büyümüştür. “Sizleri cennette bekliyorum!” der ve kaybolur.

Zamboanga'da 13 sene önce bir öğretmenin 8 aylık bebeği vefat eder, defnedilir, ama med-cezir olaylarından dolayı okul bahçesine gömmek isterler. Bakarlar ki, bebek canlı gibi gülümsemektedir. Annesi tereddüt eder: "Acaba biz bunu vefat etmeden mi defnetmişiz?"
İşte bu İrfan Bey, Sâlih Bey’i aramaktadır. Aramalara cevap vermeyen Sâlih Bey, kurbana birkaç gün kala, rüyasında bir Filipinler, bir başka yer diye diye saatlerce muhayyer kalır. Uyanınca da bunu ağabeyi ile paylaşır. “Nasıl yapalım?” der. Sonra, “Tamam oraya da bir pay ayıralım. Sâlih sen al götür.” diyen ağabeyinin sözünü dinler. Yolda başka grupları da görür. Fakat onlar Filipinler hükümeti izin vermediği için, Zamboanga’ya giremezler. Çünkü oralarda bayram öncesi büyük karışıklıklar olduğu için kimseye izin vermezler. Bizim Türk okulları bulunduğundan, sadece Türk Kolejleri adına gelenlerin girmesine izin verirler. Bizimkiler, Ahmet Özer arkadaşımız, Kahramanmaraş’tan gelen esnaf ve doktorlarımız rahatlıkla girer ve kurbanlarını keserler, rahat rahat dağıtırlar…

Öbürlerinin giremeyişinden üzülen Sâlih Bey, okulların başındaki Mâlik Bey’e, “Bir şeyler yapamaz mıyız? Kurban bu; zamanında kesilmesi lâzım değil mi?” diye ısrar eder. Mâlik Bey “Sâlih Bey kardeşim, ben az-çok olacakları tahmin ettiğimden, yardımcı olmak için onları aradım. Fakat onlar kabul etmediler. Şimdi de vakit geçti, elimizden maalesef hiçbir şey gelmiyor.” der…

Kahramanmaraş’tan gelen doktorlardan birisinin, oradaki okulun bitmeyen bölümünü, o güne kadar biriktirdiği bütün paralarını vererek, tamamladığına da şahit olan Sâlih Bey, bütün oralarda yapılanların fotoğraflarını gösterdi. Hatta Sultan Abdülhamid’in yaptırdığı iki kırmızı kubbeli hârika caminin fotoğraflarını da…

Tâ o zaman Malatya’dan bir grup da gitmiş. Caminin etrafında bu Malatyalıların mezar taşları var… İsimlerinin yanında BAĞIŞ yazıyor. O zaman soyadı yoktu. Acaba köylerinin veya mahallelerinin veya sülâlelerinin mi ismidir?

Ayrıca bu güzel caminin ışıklandırma işini Hocaefendi üzerine aldığı için, âvizelerin bir kenarına vefa göstergesi olarak ismini yazmış ve hediyesidir, demişler.

Cenâb-ı Hak hepsinden razı olsun…