100 sorunun içindeki sorunlar
Ruşen Çakır ismi kişisel dünyamda ayrı ve önemli bir yere sahiptir. Türkiye ve dünyada din-devlet ilişkileri, dinî grupların yapıları ve benzer konulara ilgi duymaya başladığım günden itibaren kendisini ilgi ve çoğu zaman da beğeni ile takip etmeye çalışmaktayım.
Bununla beraber, yıllar önce kaleme aldığı ve benim de kaynak olarak kullanmaktan zevk duyduğum “Ayet ve Slogan” kitabı da her zaman öğretici bir niteliğe sahip olmuştur. Bir miktar abartılı gelse de, dürüst olarak hem kendisinin hem de çalışmalarının hayatımı yukarıda saydığım alanlar için tamamen değiştirmemde önemli etkileri olduğunu söyleyebilirim. Bu noktada da kendisinin Semih Sakallı ile beraber yazdığı “100 Soruda Erdoğan-Gülen Savaşı” çalışmasını da satın alıp okuma fırsatına sahip oldum. Kapağını açtığımda, çalışmanın Berkin Elvan'a adanmış olması beni hem duygulandırdı hem de çalışmaya olan saygımı daha okumadan artırdı. İktidarın zalimliğinden nasibini, insanlığa sığmayacak şekilde almış ve hâlâ da almaya devam eden Berkin'e adamış bir kitaba saygı besleyerek sayfalarını çevirmeye başladım. Buna karşın yaklaşık bir haftayı aşkın bir süredir elimden düşmeyen, tek sefer ile yetinmeden birkaç sefer, not alarak, altını çize çize okuduğum bu çalışma beni kısmî bir hayal kırıklığına uğrattı. Kuşkusuz hem konu ile ilgili ilk çalışmalardan biri olması hem de benim için en yüce değerlerin başında gelen emeğin bir ürünü olması sebebiyle oldukça değerli bir çalışma. Fakat kimi noktaların tartışılması, yer yer karşı çıkılması da tarafsızlığın ortaya konulması açısından kanımca oldukça gerekli. Aksi takdirde sadece hataları ile kalmayıp, kimi yerlerde yanlış propaganda araçlarına dönüşebilme durumu söz konusu.
Kitapta elle tutulur bir belgeye rastlanmıyor
Sorulan soruların okuyucuyu yoran bir düzende sıralanmış olması ve sonundaki eklerde yer verilen geçmiş zamanlı mülakatlarda tarafların temsilcilerine ve konuya farklı yaklaşan kişilere eşit oranda yer verilmemesi gibi yapısal kimi eleştirilere değinmeden içerikle alakalı birkaç eleştiriyi ve soru işaretimi sıralamak istiyorum. Çakır tarafından kaleme alınan giriş kısmında ilk olarak kitabın kendi köşe yazılarından derlenmesi fikrinde oldukları ve fakat yazılarda tekrar unsurlarının bulunması ve dahası öznelliğin fazla olması sebebiyle bu düşünceden vazgeçildiği ele alınıyor. Buna karşın, şunu açıkça söylemem gerekir ki ne yazık ki çalışma öznellikten kimi önyargı, kabul ve kişisel yargılardan kurtulamamış izlenimi veriyor. Gazete manşetleri, üzerinde üye kimlik kartı olması imkânsız kişilerin “şucu-bucu” olarak ilan edilmesi, temsil kabiliyeti olmayan kişilerin yazdıklarının ya da söylediklerinin isim verilmeden ya da doğruluğu sorgulanmadan doğruymuş kabul edilerek sunulması ve son olarak da “biliyoruz ki” ya da “eminiz” ile başlayan cümleler öznelliğin en açık vurgulanışları olarak kitapta yer almış. Bunun yanı sıra kitabın elle tutulur hiçbir belgeye dayanmaması, hissiyat ve gözlem üzerinden kaleme alınmış olması ise kişisel olarak soru işaretleri altında kimi bölümleri okumama neden oldu. Eğer niyet, hukukun üstünlüğünü savunmak ve yaşanan süreçlerdeki hukuksuzlukları da anlatmak ise belgelere dayalı bir çalışma esas olmalıdır. Niyet okumak farklı bir alanın meziyeti olsa gerek.
Medya üzerine yapılan yorumlar hatalı
Çalışmada Cemaat'in[1] etkisinin olduğu medya organlarına oldukça fazla referans verilmektedir. Bununla beraber bu medya organlarının gücünün oldukça fazla olduğu, Türkiye'nin son 10 yıllık sürecinde yaşanan birçok olayda bu medya organlarının yönlendirici etkisinin yoğunluğundan bahsediliyor. Bu noktada da sayısal bir hata söz konusudur. Her ne kadar üzerine yapılmış birçok akademik çalışma olmasına karşın, kısa bir internet araştırması ile de rahatlıkla erişilebileceği gibi Türkiye'de yaklaşık 10-12 arasında medya grubu bulunmaktadır. Bu gruplar içerisinde Cemaat'e yakın olarak konumlanabilecek ya da benzer düşün dünyasına sahip yayın organlarının yüzdesi ise yaklaşık olarak %12-15 arasındadır. Elbette eğer objektif olmak gerekir ise Türkiye'nin yakın tarihindeki birçok önemli davada soğukkanlı davranılmadığı, objektiflikten yer yer sapmalar olduğu ve en önemlisi de gazeteci tutuklamalarına karşı çıkılmadığı gerçeği de mevcut. Bu eksikler ise bugün Cemaat'in mensupları tarafından da açık bir şekilde dile getiriliyor.
Bunlarla beraber hangi yayın grubunun kimin akrabası olduğu, patronaj ilişkileri, hangilerinin TMSF yolu ile el değiştirdiği, hangi kalemlerin ne şekilde işten çıkartıldıkları gün gibi ortadayken bu yargının oldukça yanlış olduğunu ve bunun üzerinden bir okumanın ise hatalı olduğunu düşünmekteyim. Bununla beraber son yıllarda Freedom House raporlarında da ortaya konduğu gibi Türkiye'de medyanın tarafsızlığı ve özgürlüğü oldukça kötü durumda. Hal böyleyken, tek taraflı ve indirgemeci bir yargıda bulunmakta kanımca hatalı bir yaklaşımdır ki çalışmanın medya üzerindeki bölümleri ne yazık ki bu hatalar ile dolu.
Sürekli ‘benim’ diyen bir Başbakan’a rağmen vesayet sistemi oluşturmak imkansız
Çalışma içerisinde Türkiye'de mevcut iktidar döneminde asker ve bürokrasi vesayetinin ortadan kalktığı ve bunun yerinin ise Cemaat vesayeti ile doldurulduğu vurgusu da oldukça sık geçmektedir. Bu varsayımı doğru kabul etmenin de kanımca temel hataları bulunmaktadır. Cemaat'e sempati ile bakan kişilerin önemli mevkilerde bulundukları gerçeği unutulmadan ve bu kişilerinde kimi davlara bir şekilde yol açma ihtimalleri akılda tutulmak kaydıyla hatırlanması gereken önemli gerçekler vardır. Eldeki belgelere göre 2004 yılı itibarıyla faaliyetlerinin gözlenmesi ve engellenmesi istenen bir yapı ne şekilde yeni vesayet olarak tanımlanabilir sorusu akla ilk gelen soru oluyor. Bunun yanı sıra, oldukça baskın bir karaktere sahip olan Erdoğan'ın çalışmada vesayet diye adlandırılan yapıya ya da hayal edilen yapılanmaya, yeni belgelerle de anladığımız şekilde yaklaşık on yıldır sempati duymadığı kanıtlarla açık. Her konuşmasında “ben” ve “benim” vurguları yaparak hem devleti hem de onun çalışanlarını kendi altında kullandığı bir aygıt olarak gören Başbakan'a rağmen vesayet sistemi oluşturmak görece imkânsızdır. Son olarak vesayet yapısının yaklaşık 12 yıldır tek başına ve gücünü gün geçtikçe artıran ve tüm devlet aygıtını yöneten bir iktidar mekanizmasının dışında bir yapıda bulunması durumun irrasyonel olmasına neden olmaktadır. 17 Aralık sonrası yerleri değişen kamu görevlileri bunun en açık kanıtıdır.
Cemaatin bir kişi tarafından yönetilmesi mümkün değildir
Bütün bunlar ile beraber çalışma içerisinde sosyolojik olarak imkânsız olan bir olgu oldukça güçlü bir şekilde dile getirilmekte ve fakat siyasal bir gerçeklik görmezden gelinmektedir. Çalışma içerisinde Fethullah Gülen'in bütün Cemaat'i tek başına kontrol ettiği ve onun haberi olmadan hiçbir şeyin mümkün olamayacağı defaatle vurgulanmaktadır. Sempatizanları, gönüllüleri, kimi konularda destek verip kimi konularda muhalefet eden kişiler ile birlikte bakıldığında yapının çok dilli ve milletli, çok dinli, seküler hayat tarzını benimsemiş, muhafazakâr, sosyal demokrat, liberal ve diğer farklı çeşitliliklere sahip ayrı sosyal ve ekonomik sınıflara ait kişilerin birlikteliğiyle var olduğunu biliyoruz. Bu denli geniş çerçeveli bir yapının tek bir kişi tarafından kontrolü ve yönlendirilmesi sosyolojik olarak mümkün değildir. Buna karşın hem Türkiye'nin Siyasi Partiler Yasası, hem mevcut iktidar partisinin kendi içyapısı hem de Erdoğan'ın aktif ve baskın karakteri uyarınca asıl iktidar partisi ve ona bağlı kurumlar tek bir ağızdan yönetilmektedir. Bunun kanıtı ise son yıllarda bakanlar dâhil birçok mevki sahibinin kimi kritik olaylarda açıklama yapmak için başbakanı beklemeleri ya da onunla çelişen açıklamalarında hızlı bir değişime gitmelerini gösterebiliriz.
Bütün bu eleştirilerin yanında, iktidar merkezli negatif propagandanın es geçilmesi, “delil üretme” kavramının normalleştirilmesi, Cemaat içinden kimi önemli kişilerin yaptığı özeleştirilerin görülmemesi, paralel devlet ile devlet içinde devlet gibi önemli iki kavramın birbirine karıştırılarak kullanılması, yerel seçimlerde muhalefetin aday belirleme süreçleri hakkında kanıtsız kesin hükümler verilmesi ve benzeri diğer konularda da eleştiriler yönetmenin de doğru olacağını düşünmekteyim. Bununla beraber Ruşen Çakır'ın 30 Temmuz 2014 tarihli Radikal Gazetesi röportajına da değinmek ve bu mülakatında kitapta bulunan kimi sorunlara paralellik teşkil ettiğini söylemek gerekebilir. Fakat röportajdaki ben vurgusu ve indirgemeci tahliller içeren yapısı nedeniyle bunu çok mantıklı ve uygun bulmuyorum. Amacım ne bir polemik ne de elde olmayan veriler ile sezgisel konuşmak. Sonuç olarak amacım kişisel yorumlarımı ve soru işaretlerimi ortaya dökmek. Her ne kadar ortaya konulan emek oldukça fazla ve önemli olsa da, kimi noktaların yanıltıcı olması akıllarda soru işaretlerine sebep oluyor.
Ahmet Erdi Öztürk, Turkey Institute, Londra.
[1] Esas olarak çalışmalarımın çoğunda bir grubun ya da yapının kendisini ne şekilde adlandırıyor ise öyle adlandırılması gerekliliği uyarınca Hizmet Hareketi ibaresini kullanmaktayım. Buna karşın yazının konusu olan kitabın kullandığı şekilde Cemaat demeyi, uyumluluk açısından tercih etmekteyim.
- tarihinde hazırlandı.