Fitneye karşı fetanet kalkanı

İlk duyduğumda çok şaşırdım. Ramazan öncesinden bugüne geçen yaklaşık 2 aylık süreçte Kırık Testi'den sızıp sinemize yol bulan ve gönül sazımızın bam teline dokunan nağmelerin hasreti artık son bulacak diye sevinirken, her sözünün yanlış anlaşıldığı bir ortamda bir müddet susmanın daha faydalı olacağını söylemesini kastediyorum.

Bir pınar gibi her gün elimizdeki su kovaları ile eteğine varıp kovamızı doldurduğumuz, istidadımız nisbetinde istifadeyle manevi beslenme ve arınmamızı yaptığımız o pınar susarsa, biz ne yaparız diye düşündüm. Sonra birden kendimi toparlayıp nihayetsiz bir itminan ve huzur içinde “vardır bir bildiği” deyip geçtim. Rabb'ime hamd olsun; kimin duasıdır bilmem ama ihtimal dahili ve harici şartların sevki çok değil on gün içinde değişti ve yeni bir dönem daha başladı; kırık testiden sızan nağmeler bam telimize dokunarak bizlere fikri, kalbi ve ruhi mesafeler kazandırmaya başladı. Hamd O'na, minnet O'na, şükran O'na.

Pekâlâ nasıl başladı? Bu iki aylık süreçte yaşanan onca hadise, nâsezâ, nâbecâ onca itham, iftira ve tezvirat; bir önceki yazımızda ifade ettiğim şeytana bile “el-insaf” dedirtecek planlar ve projeler Hocaefendi'nin dilinde nasıl yankı bulacaktı? Dostuyla-düşmanıyla hemen herkesin merak ettiği şey buydu. İhtimal “her sözüm yanlış anlaşılıyor; onun için bir müddet susmalıyım” diye kendisini düşündüren de bu olabilirdi.

Bugün böyle davrananlar yarın yanlış yaptıklarını anladıkları zaman geri gelmek ihtiyacı hissedecekler ve bizi bıraktıkları yerde bulacaklar. Ve o gün siz, demagojilerle, hatta yalanlarla kendinizi temizleme ihtiyacı hissetmeyeceksiniz.

İyi bir sosyal-medya kullanıcısı değilim. Facebook hesabım yok. Twitter var; var ama 24 saat içinde günde bir veya iki defa girer, ne var ne yok diye bakar ve gündelik işlerin telaşından insanları hem dünya hem de ukba adına daha kalıcı şeyler yapacağı bir zemine çekmek için bazı paylaşımlarda bulunurum. Yukarıda anlattığım şeyleri düşündüğüm bir esnada Twitter'a girdim; dikkatli bir Hocaefendi takipçisi bir tweet'inde “Ben ne demiştim. Hocaefendi gene bizi te'dip edecek ve herkese açabildiğimiz kadar sinemizi açmamızı emredecek.” Sonra bu tahmininde Allah onu doğru çıkardığı için, “Allah'ım Sana şükürler olsun.” diyordu.

Neden? Çünkü Hocaefendi ilk yayınlanan 353 No'lu “Allah Resulü'nün İzzeti ve Dokunulan Onurumuz” adlı nağmesinde o dikkatli takipçiyi haklı çıkartan bir yaklaşım sergiliyordu. Ben ilavede bulunmak istiyorum; başkasının günahlarına ağlayan adamdan başka ne bekliyordunuz ki? Aslında bu, Vehbi Vakkasoğlu'nun Bediüzzaman Hazretleri'ni anlattığı bir kitabına verdiği isim. Hocaefendi de farklı değil ki? Efendimiz'e kadar bizim evliya, asfiya, mukarrabin, evtâd dediğimiz insanlar da farklı değil ki? Çünkü evliyası, asfiyası, mukarrabin'i başta bütün Müslümanların rehber-i ebedisi Hz. Muhammed (sas) farklı değil ki?

Farklı olan belki biziz. Kur'an ve sünnetin çizdiği doğru yoldan sapan biziz. 354 numaralı nağmeyi bu gözle bir daha dinleyin. Meslek muhabbeti derken birlik ve beraberlik ruhunu nasıl bozduğumuzu ve bununla dini değerlerden ne kadar uzaklaştığımızı anlatıyor Hocaefendi orada. Hele muhabbetin sonunda bir cümle var ki zehir zemberek. Âlem-i İslam ve insanlık ailesi olarak yaşadığımız devâhilerden kurtulmak için okunması tavsiye edilen salat-ı tefriciye için söylenen “bu iş salat-ı tefriciye okumakla olmaz” sözü ki sadece bu söz bizim Kur'an ve sünnet çizgisinden hangi ölçüde uzaklaştığımızı gösteriyor.

Her neyse; ben bu sezonun ilk sohbetine dönecek ve oradan önemli gördüğüm bazı hususları nazara vereceğim. İlki; “Olumsuz sıfatlara karşı tavır alma, bunlarla ittisaf etmiş insanlara karşı tavır alma demek değildir.” Bu cümle beni 90'lı yılların ortasına götürdü. O dönemde de Hocaefendi, “açılım toplantıları” adı verilen faaliyetlerde Kur'an'ın ehli kitap ve müşrikler hakkındaki ayetler üzerinde aynı yorumu yapmış ve kendilerini radikal diye adlandıranlar başta, birçok kesimden tepkiler almıştı. Bu tepkilerin Müslüman kesimden ağırlıklı olarak gelmesine bağlı olarak tabir caizse kolları sıvamış, ayet ve hadisleri tefsir ve hadis usulü temelleri üzerinde yorumlamış; Efendimiz'in (sas) siyerinden örneklerle bu yorumlara açılımlar kazandırmıştı. Demek ki dedim aradan geçen 20 yıla rağmen değişen bir şey yok. Aynı yerdeyiz. Aynı cümle ve arkasında aynı izahlar gelecek. Nitekim öyle oldu. Muhteva aynı, kelimeler, ifadeler, cümleler değişik. “Bu olumsuz vasıflar birer virüs gibidir. Veba virüsü, verem virüsü, AIDS virüsü. Esas olan, bu virüslerin temizlenmesidir. Öyleyse, öyle davran ki bunlara karşı, onlar bu olumsuz vasıflardan kendilerini temizlemeye çalıştığınızın farkına bile varmasınlar.”

Peygamber yolunun vârisi olmayan insanlar böyle düşünemez. Kâinatları istiâb edecek engin bir ruha, kalbe sahip olacaksınız ki böyle düşünesiniz. Yoksa, sıradan insanların sıradan davranışlarına göre hareket edersiniz; cevabı Hocaefendi versin; “Olumsuz vasıf yerine, insanlara tavır alırsanız; işi katlar; içinden çıkılmaz bir noktaya götürürsünüz.” Nitekim akşamdan sonra dar bir dairede yine aynı şeyleri söyledi: “Sizin varlığınıza dahi tahammül edemeyenlere kızmayalım; vasıflara kızalım. Samimiyim; sofralar hazırlamalıyız bunlara. Bize düşmanlık yapa yapa yorulmuşsunuzdur; buyrun soluklanın demeliyiz. Böyle yaparsak insanlığımızı sergilemiş oluruz. Efendimiz (sas), Ebu Cehil'in ayağına 50 defa gitmiş. Yolumuz bu bizim. Peygamber yolu. Allah bizleri o kapının sadık kulları olmadan ayırmasın.”

“Ayrıca” dedi Hocaefendi ve iki tesbitini daha sıraladı arka arkasına. “Bir; bu insanların yaptıklarını çok i'zam etmemek, büyütmemek lazım. Belki bizim bazı dikkatsizliklerimiz vardır; Allah keffaret olsun diye ruhunuzdaki telaş, korku, endişe ile döker bunları. İkincisi; Hz. Nuh, kim bilir nasıl konuşuyordu. Ama kaç insan vardı etrafında. Hz. İbrahim; başı güneşe değen insan. Azer, babası mı amcası mı -her iki rivayet de var- “def ol git” diyor ona. Ve İnsanlığın İftihar Tablosu, 13 yıl sonra büyüdüğü yerden ayrılmak zorunda kalıyor. Demek ki öteden bu yana hep böyle olmuş. Demek ki bir taraftan insanlığın ruh abidesi yeniden ikame edilecek, bir diğer taraftan da böyle düşmanlıklarla uğraşılacak.”

Tekrar sohbete döneyim ve bitireyim: “Meşhur misaldir, kaç defa anlatmışımdır; insanlar sizden 10 km uzaklaşıyor; siz de onlardan 10 km uzaklaşırsanız aradaki mesafe 20 km'ye çıkar. Ama siz yerinizde durursanız mesafe onların açıldığı kadarıyla kalır.” Pekâlâ ne kazandıracak bize bu? “Yakın tarihimizdeki örneklerden de gözüktüğü üzere bugün böyle davrananlar yarın yanlış yaptıklarını anladıkları zaman geri gelmek ihtiyacı hissedecekler ve bizi bıraktıkları yerde bulacaklar. Ve o gün siz, demagojilerle, hatta yalanlarla kendinizi temizleme ihtiyacı hissetmeyeceksiniz.”

Büyük bir kazanım; hatta gerçek ve hakiki kazanım bu aslında. Örneklerini Efendimiz'in hayatında bulduğumuz davranış tarzı. Halid b. Velid'leri, Amr b. As'ları, Süheyl b. Amr'ları, Ebu Süfyan'ları, İkrime b. Ebu Cehil'leri İslam'a kazandıran davranış modeli. Keşke anlayabilsek! Fetanet ve onun bir kademe aşağısında yerini alan firaset ve basiret bu olsa gerek. Nitekim “fitneye karşı fetanet kalkanı ile çıkmak” diye ifade etti bunu Hocaefendi. Son sözü Yunus Emre'ye bırakıyorum: “Kim bize taş atar ise; Güller nisâr olsun ona; Urmaklığa kasdedenin, Düşem öpem ayağını.”